29 Temmuz 2011 Cuma

15. Mini anket sonuçlandı!


Herkese merhaba,

Nasılsınız? Ben iyiyim aslında ama uyku problemi çekiyorum. Zaten normalden az uykuyla yaşayan biri olmama rağmen artık herkesinki gibi bir uyku düzenim olsun istiyorum. Çare olarak da Harry Potter serisine en baştan başladım. Geceleri bu biraz da olsa oyalıyor. Kim bilir belki bir kaç gün içinde Harry Potter üzerine bir şeyler yazarım. Çocukluk arkadaşları her zaman özleniyor.

Bir anketin daha sonuna gelmişiz fakat ben kendi işlerime o kadar dalmışım ki yazmayı unuttum. Bu arada gerçekten iyi kitaplar geçti elime önümüzdeki hafta epey kitap yazısı okuyacaksınız. Gelelim ankete...

"Yeni aldığınız kitabın arkasındaki fiyat etiketini hemen çıkartır mısınız?"

Ankete  -bu yaz sıcağına rağmen- 43 kişi katılmış,gerçekten sevindirici!
26 kişi evet demiş
17 kişi de hayır

Sanırım bazen seçeneğini de eklemeliydim çünkü benim de bu konuda hep şöyle yaparım diyebileceğim bir alışkanlığım yok. 

Para lafının, fiyatların, markaların adının geçmesi ayıp karşılanır bizde. Bir şey aldın mı fiyatını söylemek çok hoş değildir. Sizi de böyle yetiştirmiştir büyük olasılıkla aileleriniz. Bu nedenle ben daha küçükken, yeni bir kitap aldım mı ilk iş etiketini çıkarırdım. Bazen kolay çıkmazdı o zaman resmen kazırdım. Aslında yine öyle yapıyorum sanırım, o etiket beni rahatsız eder. Bir de artık kitap fiyatlarının gereğinden fazla yüksek olduğunu hesaba katarsak...

Bazı etiketlerin tutkalı öyle çok güçlü değil, ya da kağıt için özel olanlardan. Bunlar kitap kapağına zarar vermeden kolaylıkla çıkıyor. Bazıları da var ki kartonu bile söküp atabiliyor. Bazı yayınevleri ki benim şimdi ilk aklıma Can geliyor, kitapların kapağına basıyor fiyatı. Onun için yapılabilecek bir şey yok.

Mesela ben şimdi evdeki annemin, babamin eski kitaplarına bakıyorum ve kitapların arkasında çıkarmayı unuttukları fiyat etiketlerini görüyorum. Aslında son derece nostaljik bol sıfırlar, kuruşlar...

Belki ben de etiket çıkarma konusunda bu kadar katı olmamalıyım.

Yeni ankette görüşmek üzere. 

20 Temmuz 2011 Çarşamba

Sıcak.


Ekmekli peynirli kahvaltılar için hava çok sıcak.
Hayatımda hiç reçel tatmadığımı söylemiş miydim? Ya da rafadan yumurta.
Neden bilmiyorum.
Saat 2 olmuş, ben hala kahvaltı diyorum.
Yazın insanın zaman kavramı da eriyip gidiyor.

Leyla.


"Leyla'yı ilk ne zaman gördüğümü bile anımsayamıyorum. Aşık olmadan önce yüzlerce kez görmüş olmam gerekir. İlkokula başladığım yıl taşınmıştık o eve, onlarsa çok eskiden beri orada oturuyorlardı. Ama besbelli dikkatimi çekmemiş. Dikkatimi çeker çekmez de aşık olmuşum herhalde. Yani onu görür görmez sevmedim, sever sevmez gördüm belki... Aşkım o kadar uzun sürdü ki -sürüyor ki- başlama anını hatırlamak hem olanıksız hem de gereksiz. Doruk anlarını yakalıyor belleğim.. Sürekli o doruk anlarında dolanıp duruyor.
YOL AĞIZLARINDA
DAĞLARA TIRMANIRKEN
Leyla'yı özlüyorumç Leyla'yı istiyorum.
Yanımdan geçip giderken genzime dolan, daha derinden içime çekebilmek için bana derin soluklar aldıran o kokuyu yeniden duymak istiyorum. Belleğin koku alma duyusu olmasa gerek... Öylesine canlı hatırlıyorum da Leyla'nın kokusunu, duyamıyorum bir türlü. Ömrüm boyunca aradım, yeniden başka hiçbir kadında bulamadım Leyla'nın kokusunu. RASTLANAN. Artık o eski parfümler yok mu? Yoksa Leyla sürdüğünde mi, onun temiz teninin ısısıyla mı değişir, başka hiç kimseye yakışmayacak bir karışım oluştururlardı? Açık havada bile duyulmasına karşın abartılı değildi Leyla'nın kokusu. Abartılı kokular midemi bulandırıyor, oysa Leyla'nınki başımı bile döndürmezdi. Yüreğimi hoplatırdı yalnızca... Rüzgarın çok uzaklardan getirdiği, adı belirsiz, karışık çiçek kokularını andırırdı. Günün birinde yeniden duyacak olursam hemen tanıyacağımdan hiç kuşkum yok. Ama nasıl, nereden duyacağım ki? "

Pınar Kür, Akışı Olmayan Sular

19 Temmuz 2011 Salı

Sıradaki Yazar...


Pınar Kür.

Kitap fotoğrafları.

Bu aralar sık sık çektiğim kitap fotoğraflarını kullanma konusunda izin/istek mailleri alıyorum.
Dilediğiniz gibi kullanabilirsiniz.
Kitapları ben yazmadım ki, fotoğrafları üzerinde hak iddia edeyim.

Thérèse Raquin - Émile Zola


Bu sefer bir Fransız romanı var elimde. Bir deliriş anlatısı.

Émile Zola, 1840 yılında Paris'te doğmuş. Naturalizm akımının en bilinen isimlerinden. Thérèse Raquin en bilinen eseri değil, Nana ve Germinal'i ise her okur en azından bir kere duymuştur. Ben Zola'yı ilk olarak yazdığı bir kitap sayesinde tanımadım. Dreyfus Olayı'nı duymuşsunuzdur belki. Fransa'da bir Yahudi askerin haksız yere ömür boyu hapse çarptırılması ile patlak veren olaylar, Fransa'da Yahudi karşıtı eylemlerin başlangıcı olarak bilinir. Emile Zola bu olay sırasında L’Aurore gazetesinde J'accuse (Suçluyorum) başlıklı bir yazı yayınlar. Devlet büyüklerini suçlar ve Dreyfus'un itibarinin iade edilmesini talep eder. Bu cesur davranış ilerleyen yıllarda Zola'ya pek çok düşman kazandıracaktır. Hani bazen yerel basında da gazeteler "Suçluyorum/Suçluyoruz" manşetleri atarlar ya, işte Zola'ya göndermedir bu. Zola'nın cesareti halen hatırlanmakta, bu manşeti atanlar ise ya unutuldular ya da unutulacaklar. İlk suçlayan olmadıktan sonra...

Thérèse Raquin, Zola'nın 1867 yılında yayınlanan ilk romanı. Halen birçok tiyatro topluluğu tarafından sahnelenmekte. Zaten okurken anlayacaksınız, buna oldukça müsait bir kurgusu var. Şuradan oyunlardan birinin fotoğraflarına ulaşabilirsiniz. Benim kitabım Varlık Yayınları tarafından 2010 yılında basılmış. Okuduğum en kötü çevirilerden biri olsa da belki bir yerlerde daha iyi tercümeleri vardır. Mümkünse Fransızca, olmadı bildiğiniz yabancı dilde okumanızı öneririm.

Trajediler ne zaman trajiktir? Her trajedi trajik midir? Trajik diyebilmemiz için en azından bir tanecik de olsa iyi bir karakterin acı çekmesi gerekmez mi? Eğer bir trajedide acı çekenlerin hepsi bencil ve kötüyse, o zaman ne olur?

Thérèse Raquin, mutsuz bir çocukluğun hikayesi olarak başlıyor, mutsuz bir evlilik bunu takip ediyor. Bu mutsuzluklar zincirine mutsuz bir semtte mutsuz bir dükkan, mutsuz akşam gezmeleri ekleniyor. Mutsuz bir cinayet sonrasını ise acılı bir delirme süreci izliyor.

Bundan sonrası ileri gidip, kitap hakkında puçları içermektedir. (Bir nevi spoiler)

Kurgu aslında çok parçalı. İnsan psikolojisinin en derinlerine inerken hep bir sonraki aşama da planlanmış. Sanki, şimdi 1-2 bölüm şu kadar delirsinler sonraya da şunu saklayalım, der gibi. Dönemi içim oldukça sıradışı bir kitap gibi geldi bana Thérèse Raquin. Thérèse'in sıkıcı hastalıklı kuzeni Camille ile evlendirilişi sonrasındaki mutsuzluğu o kadar iyi anlatılmış ki, Thérèse'in kocasını ortak dostları Laurent ile aldatmasına, işbirliği yapıp kocasını öldürmesine hak verecek hale geliyorsunuz. Karakterler öyle bir yaratılmış ki, hiçbirine en ufak sempati besleyemiyorsunuz. Camille hasta ama bencil, Thérèse zorla evlendirilmiş ama içten pazarlıklı, Laurent saf bir köylü ama aynı zamanda katil. Hiçbirine kanamıyorsunuz.

Bana kalırsa kitabın en güçlü kısmı, Laurent'in Camille'i gölde boğduktan sonra öldüğünden emin olabilmek için düzenli olarak morga yaptığı ziyaretlerdi. Zevk için morga gidip ölüleri izleyen halk, ilk cinsel deneyimlerini morgda yaşayan gençler, Camille'in parça parça dökülen cesedi...

Merakla okuduğum diğer kısım ise elbette Thérèse ve Laurent'in Camille'i öldürdükten sonra delirişleriydi. Cinayetten önce yasak aşkın çekiciliği yerini yatakta ortalarına yatan hayaletli gecelere bırakmıştı. Gün geçtikçe birbirlerine olan nefretleri artarken, Camille'in hayaletinin soğuk nefesi hep üstlerindeydi.

Küçükken, insanların birbirlerini neden öldürdüklerine cevaplar aramaktan usanmamışken aklımın alamadığı bir şey vardı. Bir insan belki birini öldürebilirdi. Delirip bunu yapabilirdi. Peki öldürdüğü kişinin hayaletinden hiç korkmaz mıydı? Benim için en korkunç kısım buydu. Sanırım hapishane koğuşlarının kalabalığı sayesinde yalnız geç(e)meyen geceler bu korkunun üstesinden gelmede katillere yardımcı oluyordu. İşte bu çocukluk korkusunun gerçekleştiğini Zola'nın romanında görmek garipti.

Sürükleyici mi? Kesinlikle evet. Ben okumanızı öneririm. Paris'in pis ara sokaklarında Thérèse ve Laurent'in peşinde koştururken, çorabınıza o pis çamurdan bulaştığını göreceksiniz.

"Çevreyi gözetlerken bir delikanlı çarptı gözüne. Öğrenciydi. Çevredeki bir pansiyonda oturuyor; günde birkaç kez dükkanın önünden geçiyordu. Ozan gibi uzun saçları, subay gibi bıyığıyla soluk bir güzelliği vardı bu çocuğun. Thérèse onu kibar buldu. Bir hafta boyunca aşık oldu ona, yatılı okula giden bir kız gibi aşık oldu. romanlar okudu, delikanlıyı Laurent'le kıyasladı. Onu çok şişman, çok hantal buldu. Kitap okuyunca önünde henüz bilmediği, romantik ufuklar açıldı. O zaman dek yalnız kanıyla, sinirleriyle sevmişti. Kafasıyla sevmeye başladı. Derken, günün birinde öğrenci ortadan kayboldu. Taşınmıştı herhalde. Thérèse de birkaç saat içinde unuttu onu."

18 Temmuz 2011 Pazartesi

Eski bir kitap nasıl onarılır?

Herkese merhaba,

Bugün ufak bir Derya Baykal oldum. Zaten kaç zamandır aklımdaydı evin yaşlı kitaplarını elden geçirmek, sonunda bugün yapabildim.

Her ne kadar eski kitaplara şefkatle yaklaşıp, sayfaları nazik nazik çevirsek de zamana karşı koyamıyorlar. Çoğu hatta neredeyse hepsi saman kağıda basılı ve ciltleri de bu narin kağıttan yapıldığından elinizde parçalanıveriyorlar. İşte böyle bir kitabı bugün bakıma aldım, eskisinden de yeni oldu. Hem de sadece 20 dakikada! (tutkalın kurumasını bekleme kısımları hariç)

Benim bakıma aldığım kitap tam tamına 55 yaşında, babaanneme ait bir kitap. Charles Dickens'dan İki Şehrin Hikayesi. Lisedeyken okumuş ve çok sevmiştim. Ben okurken bir taraftan da olsa cildine tutunurken birkaç yıl içinde tutan taraf da kopmuş ve sayfalar tümden ciltten ayrılmış. Bu da demek oluyor ki kitapların yaşlanması için insan elinin değmesine gerek yok, çünkü ben okuduktan sonra birkeç sene kimse okumadı. Havanın teması dahi bu kitapların parçalanmasına yetiyor.


Fotoğraf çekimleri sırasında yatağımı masa olarak kullandım, annemin kolalı beyaz çarşafını da arka plan yaptım. Ama işim biter bitmez tekrar ütüledim ki fena şeyler olmasın. Zaten pek kirli bir iş değil. Sadece tutkal birazcık elinize bulaşabilir ama o da suyla hemen çıkıyor. Bir de tabi kitabın tozu oluyor, sayfalardan dökülen ama o da pislikten sayılmaz. Şimdi adım adım her şeyi anlatmaya çalışıcam. Yine de eğer aklınıza takılan olursa, dilediğiniz soruyu sorabilirsiniz. Zaten oldukça basit.


Malzemeler:

Eski bir kitap (mümkünse cildiyle tüm bağını koparmış bir tane olsun)
Makas
A4 boyutlarında, çok esnek olmayan bir kumaş parçası
Beyaz tutkal (kırtasiyelerde bulabilirsiniz)
Kalem
Silgi
Kıskaçlı ataç(ş)
Çay tabağı
Eski bir suluboya fırçası
Cetvel
Şeffaf kap/ambalaj kağıdı


Ve evet başlıyoruz!

Eğer elinizdeki kitap azıcık bir yerinden dahi cilde tutunuyorsa onu da koparın. Merak etmeyin, sonra düzeltiriz. Eğer sorun daha büyükse, yani cildin dikişi de kopmuş ve sayfalar birbirinden ayrılmışsa annenizden yardım alabilirsiniz. Zaten sayfalar eskilikten ötürü yumuşamış olacağından birkaç dakika içinde sayfaları dikebilir. Benim kitabımın böyle bir sorunu yoktu. Bu nedenle önce cildi ve sayfalar bütününü ayırıp, cildin orta yerini hani dışta kitabın adının yazdığı yeri kağıt parçalarından ve tozdan bir bez yardımıyla temizledim.


Daha sonra ben çay tabağının içine tutkaldan birazcık döktüm. Siz de azar azar dökün çünkü hızlı kuruyor. Bir de çay tabağını rahatlıkla kullanabilirsiniz çünkü henüz yaşken yıkadığınızda camdan kolayca çıkıyor tutkal. Hatta fırçadan bile çıktı. Ne demiştim. Evet, şimdi yukarıdaki fotoğrafta sarı kıskacın altındaki bordo şerit kısmı görüyosunuz değil mi? Bir de turuncu kıskacın tuttuğu, havada ayrı duran bir kağıt şeridi var. Gördünüz mü? İşte turuncu kıskacın tuttuğu kısmı bordo yere yapıştırıyoruz. Dar bir alan olduğundan fırçanızın ucuyla sürerseniz tutkalı taşırma sorunu yaşamazsınız.


Eğer sizin de fırçanız benimki gibi kalınsa, şeffaf kap kağıdından cildin ortasını kaplayacak kadar bir kısmı kesip, ataç veya kıskaç yardımıyla tutturabilirsiniz. Böylece fazla tutkal hiçbir yere bulaşmamış olur.


Şimdi o ince kısmı yapıştırdığımıza onun kurumasını beklemeliyiz. Siz de evdeki herhangi bir ağırlığı üstüne koyup 10-15 dk beklerseniz, tutkal kurumuş olacaktır.


Şimdi geldik bu tamir işlemi sırasında bize en çok yardımcı olacak kumaş parçasının kesimine. Neden kumaş kullanıyoruz da bant kullanmıyoruz? Ya da neden tutkalı pat diye döküp yapıştırmıyoruz? Çünkü kumaş çok dayanıklı ve esnek bir malzeme. Eğer bant kullanırsanız o da kağıt gibi hava alcağından kuruyup, sayfalardan parçaları beraberinde götürerek düşecektir. Eğer tutkalla yapıştırırsak bu sefer de sayfaları çevirmek imkansızlaşacak. Bu nedenle kumaş en iyisi. Şimdi, cetvelimizi ve kurşun kalemimizi alıyoruz, önce kitabın boyunu bir de hani bir arada bulunan sayfaların bütünü var ya, onun kalınlığını ölçüyoruz. Umarım anlatabildim. Sayıları verirsem belki daha anlaşılır olur. Benim kitabımın boyu 20 cm, kitabın kalınlığı da 4 cm idi. Bu nedenle kestiğim kumaş parçası 20x8 cmlik bir dikdörtgen oldu (8 cm., çünkü kumaşı katlayıp kullanıyoruz).


Yukarıda da görebileceğiniz gibi, kestiğimiz kumaş parçasını ikiye katlıyoruz. Kat yeri iyice belirginleşsin diye ben ütüledim tekrar ama sizin bunu yapmanıza gerek yok. Bu kenar tepede kalacak.




Ben her adımın fotoğrafını çekmeye çalıştım ama bir kez daha açıklasam iyi olur. Kumaşı kestik, ikiye kıvırdık. Kıvrım tepeye gelecek şekilde bir yarıyı bordo cildin içine diğer yarıyı da sayfalar bütünün kenarına yapıştırıyoruz.



En önemli kısmı atlattık. Fotoğrafta gördüğünüz, pembe kumaş işte katladığımız yer. Şimdi onu da saklayalım.



Kumaşı saklamak için en başta yaptığımız gibi o ince kağıt parçası ile üstünü örtüyoruz. Yine dar bir alana tutkal sürmemiz gerekeceği için, sayfanın üstüne şeffaf kap kağıdını koymak isteyebilirsiniz.

İşimiz bitti! Anneniz kızmasın diye etrafı toplamayı unutmayın. Bir de kitabınızın üstüne ağır bir şeyler koymayı. İyice kuruması için 45 dakika beklerseniz iyi olur.

Sizin kiatbınızın sorunu bundan farklı olabilir ama aşağı yukarı benzer yolları izleyerek onarabilirsiniz. Umarım açıklayıcı olmuştur.


Artık bir kahveyi hak ettiniz.

İnsanın kocasını öldürmese de mutlu olabileceğini öğrendi.


"Kira ile roman veren bir okuma odasına abone oldu. Öykülerdeki, gözlerinin önünden geçit yapan bütün kahramanlara aşık oldu. Bu ani okuma sevgisi, mizacı üzerinde derin bir etki yaptı. Kendisini nedensiz yere güldürüp ağlatan sinirli bir duyarlılık edindi. İçinde yer etmek üzere olan denge, bozuldu. Bir çeşit dalgın hayalciliğe kaptırdı kendini. Arada bir Camille'i düşündükçe irkiliyor, korku ve çekingenlikle dolu olduğu halde, Laurent'i yeni arzularla düşünüyordu. Böylece kendini kaygılarına yeniden kaptırdı. Bazen sevgilisiyle hemen evlenmek için bir çare arıyor; bazen kaçmayı, onu bir daha hiç görmemeyi düşünüyordu. Romanlar ona iffetlilikten, namustan söz ederek içgüdüleriyle iradesi arasına bir çeşit engel koydular sanki. Genç kadın Seine nehriyle boğuşmak isteyen ve gözü kapalı bir şekilde zinanın kucağına atılan gemalmaz hayvan olarak kaldı. Fakat iyiliğin, tatlılığın ne olduğunu kavradı. Olivier'in karısının yumuşak yüzünü ve ölgün tavrını anladı. İnsanın kocasını öldürmese de mutlu olabileceğini öğrendi. Bunun üzerine kendisini de artık iyice görememeye başladı, korkunç bir kararsızlık içinde yaşadı."

Émile Zola, Thérèse Raquin

17 Temmuz 2011 Pazar

İlk 10 Roman


Bu liste, "Genç Yazar Adaylarına Öneriler, İlk 10 Roman" adıyla Nisan-Mayıs 2008 Notos Öykü dergisinde yayınlanmıştır.

1. Kuşlar da Gitti - Yaşar Kemal, 1978

2. Sultan Hamid Düşerken - Nahit Sırrı Örik, 1947

3. Şafak - Sevgi Soysal, 1975

4. Bir Düğün Gecesi - Adalet Ağaoğlu, 1979

5. Bir Uzun Sonbahar - Demir Özlü, 1976

6. İçimizdeki Şeytan - Sabahattin Ali, 1940

7. O/Hakkari'de Bir Mevsim - Ferit Edgü, 1977

8. Aylak Adam - Yusuf Atılgan, 1959

9. Puslu Kıtalar Atlası - İhsan Oktay Anar, 1995

10. Gölgesizler - Hasan Ali Toptaş, 1995

Listeleri severim.


Bir Pazar günü için erkenciyim. Nedeni de 5 gün önce güneşten kavrulan etlerimin artık soyulma kıvamına gelmiş olması. Ya yaz okulundakilerden ya da işe yeni başlayan mutsuz ofis çalışanı arkadaşlarımdan birinin ahı tuttu ve ben 1 gün denize gitmenin bedelini 5 gün gölgelere saklanmakla ödüyorum. Neyse. Gelelim çok sevdiğim listelere.

1. Listeleri severim.

2. Çünkü bana hep çok sade ve anlaşılır gelirler.

3. Detaylarla kafa karıştırmaz, sana sedece yapman gerekeni söyler.

4. Emretmez ama, söyler.

5. Yaparsan, mutlulukla ya üzerini çizersin ya da kenarına ufak bir çentik kondurursun.

6. Yap(a)mazsan, oralarda bir yerlerde seni beklediğini bilirsin.

Dün gece geç saate kadar, tercüme üstünde çalıştım (Burçin selam!), gündüzleri İzmir kendi çölünü kendi yarattığından bırakın elinize kalem almayı nefes almak için zorlanıyorsunuz. Ben de bu sebeple garip bir uyku düzeni ile geceleri masa başına oturuyorum. Ben, kalem, kağıt ve cırcır böcekleri Türkçe, İngilizce kelimeler arasında dolaşıyoruz. Dün gece de tercümeye başlamadan önce eski Notos sayıları gözüme takıldı. Gözlerimi kapayıp yığından bir tane seçtim. Nisan-Mayıs 2008 çıktı şansıma. Bir de güzel bir liste. Sonra da işte dedim kendime, ben blogda neden listelere bu kadar az yer veriyorum? Oysa sevdiğim, takip ettiğim Kediler ve Kitaplar adlı sevimli blogda o kadar güzel listeler var ki. Neyse işte. Bundan sonra bol bol liste ile karşılaşacaksınız. Bazen benim hazırladığım, bazen bir yerlerde karşıma çıkanlar.

Not defterlerini hazırlayın!

15 Temmuz 2011 Cuma

Evin yeni sakinleri.


Bugün sabah kahvaltısında bir şeyin farkında vardım. Aniden. Evimizde balık yoktu! Olsa fena da olmazdı. Hazır kedi kışlık evdeyken. Birkaç dakika içinde (kasabada yaşamanın avantajlarından sadece biri, her yer yürüme mesafesinde) evimize bu sevimli balıklar geldi.

Şimdi evin en güzel köşesinde, mandalina bahçelerinin arasındalar.

Tek sorun, isimleri yok. Olmasa da olur aslında ama ayıp olur gibi geldi. 5 taneler.
Belki de 1,2,3,4 ve 5 diyebiliriz.

Aslında balık bakma konusunda temiz bir geçmişe sahip olduğumu söyleyemem. Henüz elimde biberonla gezme yaşlarındayken koca akvaryum dolusu balıkla sütümü paylaşmış ve hepsini öldürmüştüm. Ölümün bahsi geçince doğuştan caniymişim gibi oldu ama annemin dediğine göre sonrasında çok pişman olmuşum. Ben sadece balıklar da süt içebilsin istemiştim...

Artık biberon kullanmadığıma göre, balıklarıma sağlık ve uzun ömür dileyebiliriz.

13 Temmuz 2011 Çarşamba

Söz.


...İşte sizin bütün istediğiniz, bayım. Şarkı söyleyen, yükselen ve düşen sözler... Onların önünde ben diz çökerim... Severim onları, değer veririm onlara, arkalarından giderim, ısırırım onları, ağzımda eritirim... Ben böylesine severim sözleri... Beklenmeyenleri... Hırsla beklenenler, gizlenecek, aniden düşsünler diye... Sevgili sözler... Renkli taşlar gibi patlarlar, platinden balıklar gibi sıçrarlar, köpüktürler, ışındırlar, madendirler ve de çiy... Bazı sözleri izlerim ben... Öylesine güzeldir ki onlar, elimden gelse hepsini şiirlerimde kullanmak isterim... Vızıldayarak uçarlarken yakalarım onları havada, sıkı sıkı tutarım elimde, temizlerim onları, kabuklarını soyarım, önümdeki tabağa koyar ve hissederim, titreyerek, abanoz ağacı gibi bitkisel yosunlar, zeytinler gibi yağlı... Sonra çeviririm, onları hareket ettiririm, ağzıma atarım, yutarım, ağzımdan çıkarırım, serbest bırakırım... Stalaktitler gibi sallandırırım onları şiirimde, cilalı ağaç, kömür, dalgaların kıyıya attığı armağanlar gibi... Sözde her şey vardır... Bir düşünce değişir, bir söz küçük bir kraliçe gibi cümleye girdiği ve diğerini dışarıya attığı için... Yeni sözü beklemeyen cümle buna boyun eğer... Karanlıktırlar, saydamdır, ağırlıkları vardır, saçları ve tüyleri de, yaşadıkları sürece ülkenin nehirlerinde yaptıkları o sonu olmayan yolculuklarda üzerlerine çok şey takılıp kalmıştır... Çok yaşlıdırlar ve de çok genç... Giz dolu tabutlarda ve daha açmamış çiçeklerin içinde yaşarlar... Ne güzeldir anadilim, o korkunç istilacılar ne güzel sözler bırakmışlar bize... Dev adımlarla ilerlemişler, patates, fasulya, kara tütün,altın, mısır ve yumurta arayarak - dünyanın bilmediği bir açlıkla... Her şeyi yutmuşlar, dinleri, kabileleri, putları... Nereye uğramışlarsa giderlerken arkalarında yıkıntıya dönmüş topraklar bırakmışlar... Ancak bu barbarların sakallarından, miğferlerinden, atlarının, nallarından çakıl taşları gibi, bize pırıl pırıl sözler kalmış! Anadil... Sonunda biz kaybettik... Sonunda biz kazandık... Altınlarımızı aldılar, bize altın bıraktılar... Her şeyi aldılar, her şeyi bıraktılar... Bize sözleri bıraktılar. 

Pablo Neruda, Yaşadığımı İtiraf Ediyorum

12 Temmuz 2011 Salı

Sıradaki Yazar...


Pablo Neruda.

Twitter ve ben.


Herkese tekrar merhaba. Bir süre bloga bakmayınca ne çok şey birikiyor söylenecek...
Twitterı ne kadar sevdiğimi az çok biliyorsunuz sanırım ama yazın buna biraz ara vermeye karar verdim. Yoksa gerçekten evden çıkamıyorum. 
Bu nedenle eğer bana söyleyecek bir seyleriniz olursa ki umarım olur, maillerimi çok çok düzenli kontrol ediyorum. 
okuyankedi@yahoo.com
Twitter'ın yokluğunu aratmazsınız umarım.

14. Mini anket sonuçlandı!



Farkettim ki mezuniyet, balo (bunları da bir ara anlatıcam,söz) derken ben sadece kitap yazılarını değil anketi de boşlamışım fakat cevabından emin olduğum bir soru olduğundan bir sorun yok. Ben doğru düzgün duyuramasam da cevaplayan 30 kişiye çok teşekkür ediyorum! Gelelim soruya!

"Piyasadaki kitap fiyatlarını nasıl buluyorsunuz?"

25 kişi pahalı buluyorum demiş, geri kalansa bence uygun...

Ben elbette pahalı dedim. Yahu gerçekten çok pahalı değil de ben mi abartıyorum yoksa? Tabi ben pahalı diyorum da basım tarafinı,maliyetleri falan hiç bilmediğimden hesaba da katamıyorum. Söyle de bir şey var tabi, ayda kaç tane kitap aldığınıza bağlı olarak da değişebilir bu konu hakkındaki fikirleriniz. Mesela pahalı dersiniz ama ayda bir kitap alıyorsanız bu konu kafanızı çok da meşgul etmez ama ben gercekten çok kitap alıyorum ve bazen sarsilacak bir bütçem dahi kalmıyor. 

Bu konuda çok bilgili olmasam da bence kitaplara ödenen paranin çok büyük bir bölümü kapağına ve lüks kağıtlara gidiyor. Elbette önemli bunlar da ama eğer kitabın fiyatını ikiye katlıyorsa belki de biraz gereksiz. Piyasaya genel olarak bakıldığında, fiyatların 15 ile 25 arası değiştiği görülüyor. Diyelim ki iyi bir okuyucusunuz ve ayda 4 kitap bitiriyorsunuz (çoğunuzun bundan daha çok okuduğunu biliyorum) bu da demek oluyor ki ayda sırf kitap harcamanız 80 lira civarında oluyor. Herkesin bütçesi kendi bileceği iş elbette ama her ay düzenli olarak bu parayı harcamak çok çok kolay da değildir bence. Tabi buradaki hesap tek basına yaşayan bir insan için geçerli. Bir de cocuk ya da cocuklarınız varsa, cocuk kitapları da oldukça pahalı. Neyse. Kısacası kitaplar biraz daha ucuz olsa ne değişecek diye de sorabilirsiniz. Bence hiçbir şey değişmez. Ülkede kitap okuma oranın düşük olmasının en ufak sebeplerinden biri bence fiyatların yüksek oluşu. Alışkanlık olmadıkça, bedava da dağıtsanız o kitaplar ya sinek öldürmede de ya da yelpaze olarak kullanılırlar.

Evet kitaplar maalesef pahalı. Alternatifler elbette var ama sıcak bakar mısınız bilmem. Eski kitapçılar bir çözüm ama yeni çıkanları bulmakta zorlanabilirsiniz, bulursanız da büyük olasılıkla korsan olacaktır. Açıkcası uzun süredir severek gittiğim bir eski kitapçım olmadıgından biraz tepkili gibiyim. Diğer bir seçenek e-kitaplar. Elbette e-kitap okuyucuları  da epey pahalı ve henüz Türkiye'de çok fazla yayinevi e-kitap yayınlamıyor. Ama eğer benim gibi sürekli akademik makale ve yabancı yayın okumak zorundaysanız, kaçışınız yok. Belki tanıdıklar, arkadaslar arasında kitap değiştirebilirsiniz ki bu benim ailemin gercekten iyi olduğu bir konu. Ama bunun için az da olsa benzer okuma zevkine sahip tanıdıklar şart. Başka başka... İnternetten sipariş verebilirsiniz belki. Ben bunu hiç uygulamadım ama yapanlar oldukça memnun ve fiyatların da kitapçılara nazaran daha uygun olduğunu söylüyorlar. E tabi bir de kütüphaneler var. İyi ki var. Ben bu konuda gerçekten hep çok şanslı oldum. Umarım sizin de yakınlarınızda aradıklarınızı bulabileceğiniz bir tane vardır.


Benim düşündüklerim ve çözüm önerilerim böyle. Hepinize kazandıklarınızı kitaplara yatıracağınız bol kazançlı günler dilerim (:

11 Temmuz 2011 Pazartesi

Güzel bir yaz, güzel kitaplar


Tek sorun, biriktirmeden gelip buraya yazmiyorum.Neden bilmiyorum. Bu sefer gerçekten kısa bir süre yani 1-2 güne bir sürü kitap yazısı burada olacak.
Nolur son bir kez bana inanın (:
bu ara da güneş altında uyuyakalmak benim gibi beyaz tenlilerin sonu oluyormuş. Pespembe oldum!