Yer: İzmir'in küçük bir kasabası
Mekan: Anneanne ve dedenin yaşadığı taş ev
Sorun: Herkesin uyumuş olması ve okuyacak kitap getirmeyi unutmuş olmak
Sonuç: Barbara Cartland okumak
Haftasonu İzmir'deydim. Tatilde gidemediğim için bir fırsatını buldum ve kaçtım İstanbul'dan. Kısa ama keyifli bir tatil oldu. Rutini sevdiğimi bir kez daha fark ettim. Yemek yedim, televizyonda magazin izledim, uyudum, uyudum ve Barbara Cartland okudum. Ve şunu fark ettim. Ben büyüdükçe, önyargılarım küçülüyor.
Ben romantik komedi filmlerini sevmem, kadınlar için yazıldığını düşündüğüm romantik kitapları okumam, daha doğrusu okumayı tercih etmem. Elbet bir adları vardır bu grup kitapların ama ben bilmiyorum, umarım anladınız neden bahsettiğimi. Duygusuz, hissiz bir insan elbette değilim ama aşkı, entrikayı bu kadar kelimelere dökülmüş, somutlaştırılmış halde görmeyi sevmiyorum sanırım. Herneyse. Haftasonu, anneannemlerin evinde kaldım bir gece. Bu ev aynı zamanda annemin de büyüdüğü ev. Yani onun tüm kitapları buradaydı fakat ben birkaç yaz önce hepsini kendi evimize kaçırmıştım. Anneanneme ise sadece eski dergiler ve birkaç kitap kalmıştı. O kitap istedikçe, annem ona götürüyordu. İşte geçen gece, herkes uyudu ve benim uykum bir türlü gelmedi. Belki de alışkanlıktan, okumadan birkaç sayfa uyuyamadım. Aksilik, yanıma kitap da almamıştım. Bari gideyim de burada kalan kitaplar nelermiş diye bakayım dedim. İşte sancılı saatler o zaman başladı. Seçeneklerim şunlardı: Çanakkale Şehitleri hakkında bir kitap, 1000 çeşit tatlı tarifi kitabı, 1980lere ait bir biçki-dikiş kitabı ve Barbara Cartland. Elimi kahverengi kalın kapaklı bu kitaba atmamla, unutulmaz bir gecenin kapısını çoktan aralamış ve mazinin boş günlerine el sallamıştım. Cartland artık yeni idolüm olacaktı...
Cartland, 1901 yılında doğmuş. 99 yıllık hayatı boyunca 723 kitap basmış. Evet yanlış okumadınız, 72 yazarken yanlışlıkla 723 yazmadım. Bence vaktiniz varsa, hayatını bir yerlerden bulup okuyun. Yazdıklarından daha ilginç olduğu kesin.
Elimdeki kitap kime ait bilmiyorum. Anneanneme ait olsa büyük olasılıkla müptelası olup daha fazla alır, seriyi tamamlardı diye düşünüyorum. Büyük olasılıkla, bir kitap değiş tokuşunun ailemden bana kalan mirası. Kitabımız Altın Kitaplar Yayınevi'nden 1986 yılında basılmış. Türkçe'ye Füsun Doruker tarafından çevrilmiş. Benim elimdeki kitap şu an çıplak, gömleği herhalde yıllar önce kayıplara karıştı. Kahverengi deri gibi bir kapağı var. Aslında çok da yabancı değilim ben bu kitaba. Şöyle ki, annem çalıştığı için ilkokula başlayana kadar, anneannemin yanında kaldım, annemler 2 günde bir gelip akşam beni görüp sabah işe gittiler. Bu dönemde en büyük zevkim yapboz yapmak, evcilik oynamak ve annemin kütüphanesindeki kitapları taciz etmekti. Taciz genelde, kitap gömleklerinin çıkarılması ve kapağa mürekkepli kalemle, iğrenç bir yazıyla kitap isminin yazımı ile başlar, boş sayfalara resim çizmekle devam ederdi. Bu kitabın kapağında da var, ama pek belli olmuyor. Bir de hani kitabın son cümlesi sayfanın ortasına gelir ya, işte ben kalan boşluğa bizim bir son yazmamız istendiğini düşünür ve kendi alfabemle yaratıcılığımı konuştururdum. Bunları yaparken 5 yaşlarındaydım ve okuma bilmiyordum, bilsem belki biraz daha saygılı olabilirdim. Neyse, kitaba dönelim.
Ben okumaya başladım ve yaklaşık 45 dakika içinde bitti kitap, inanın siz olsanız 30 dakika bile sürmezdi. Çünkü cümleler daha çok şöyle:
"Prens Albert dans edenleri izledi"
"Langstone Kontesi çok güzeldi"
"Dük Tynemouth çok yakışıklı bir o kadar da centilmendi"
"Mumlar çok parlaktı, pırlantalar da parlaktı"
"Honora utandı"
"Honora üzüldü"
"Honora ağladı"
Garip durum da şu. 255 sayfalık bu kitap, 175. sayfada bitiyor ve ardından Rachel Lindsay (takma isim olduğu çok belli) adlı diğer bir yazarın Mavi Gül adlı hikayesi başlıyor. Zaten Cartland'ın hikayesi o kadar *pat* diye bitiyor ki neye uğradığınızı şaşırıyorsunuz. Ben Cartland'ın bölümünden bahsedeceğim.
1845'lerde İngiltere'de geçen bir hikaye bu. Yakışıklı Tynemouth Dükü Ulric ve onun yasak aşk yaşadığı Langstone Kontesi Aline hikayemizin baş kahramanları gibi gözükse de sonradan ortaya çıkan Honora, her şeyi tepetaklak ediyor. Aranızdan kimsenin gidip de bu kitabı okumayacağını düşünerek, olan biteni tüm çıplaklığıyla anlatıyorum. Eğer ben okurum, gizli kalsın bir şeyler diyorsanız, burada aramızdan ayrılabilirsiniz, bir sonraki yazımızda görüşmek üzere! Evet, nerede kalmıştık? Aline ile Ulric bu yasak aşkın pençesinde kıvranıp durmaktadırlar. Aline kötü bir kadındır, Ulric gün geçtikçe ona bağlanmaktadır. Sonra bir gün Ulric, Kraliçe'nin onu bir Alman Prensesi ile evlendirmek istediğini öğrenir. Cartland'ın Alman ırkı ile ne gibi bir alıp veremediği olduğunu inanın bilmiyorum fakat yazarımızda derin izler bıraktıkları kesin. Alman Prensesi'ni yerin dibine soktuktan sonra Aline, Ulric'e bir planla gelir. Kocasının yeğeni, Honora'nın Floransa'da manastırda aldığı eğitim bitmek üzeredir. Ulric Kraliçe'nin isteğinden önce bu kimsesiz kızla evlenirse hem bu iki aşık daha rahat görüşebileceklerdir, hem de Alman Prenses'ten kurtulmuş olacaktır. Başta hayır dese de, Ulric de razı olur ve düğün gerçekleşir. Honora'ya gelirsek, anlatmakla olmaz, sırf bu kız için bence okunabilir bu kitap. Öyle saf ve temizdir ki Honora, 18 yaşında olmasına rağmen çocuğun nasıl yapıldığını bilmez. Ne tesadüftür ki, evlendikleri gece dışarıya hava almaya çıktığında, genelev sakinleri tarafından kaçırılır. O genelevi, tiyatro sanar ve kocasının onu kurtarmasını bekler. Çok da uzatmadan hepinizin tahmin ettiği sonu söyleyeyim. Başlarda birbirlerine alışamasalar da zamanla, aşk filizlenir ve Ulric Aline'i hayatından *çat* diye çıkarır. Genç ve masum Honora ile mutlu mesut yaşarlar.
Kitabı elimden bırakamadım. Bu samimi bir itiraf. Öncelikle okuması çok kolay, anlattıkları Türk dizi sektörünün de katkılarıyla bana çok uzak konular değil. Aldatmanın üçlü, beşli kombinasyonlara kadar gidebileceğini gayet iyi biliyoruz. Ben bu kiabı okuduktan sonra şunu düşündüm ve sizlerin ne düşündüğünü merak ediyorum. Kadının güzelliği. Bakım, estetik vb. şeylerden bahsetmiyorum. Katıksız güzellik benim üstünde durmak istediğim. Bazıları bu konuda daha şanslı oluyor artık genlerden mi, yediğinden içtiğinden mi bilemiyoruz. Kitapta güzel bir kısım varsa o da kadın güzelliğinin hangi kapıları açtığıydı (bir de kıyafetler anladığım kadarıyla epey hoş). Honora mesela. Annesi, babası yok. Parası da yok. Sadece zengin amcası var ama ona da yük olmak istemiyor. Elindeki tek sermaye güzelliği. Kaba bir anlatım oldu ama böyle. Sadece Honora değil, isimlerini bilmediğimiz bazı adsız kızlar, kötüleşen aile ekonomisinin tek umudu. Başlık parası değil buradaki mesele. Evlendikten sonra damatlar bir gelir kapısı olarak görülüyor anladığım kadarıyla. İşte bu nedenle kızlar, kadınlar güzellikleri konusunda rahatsız edici derecede takıntılılar. Şimdi nasıl peki, günümüzde? Elbette istisnalar vardır ama en azından benim çevremdeki kadınlar, kızlar kendilerini iyi hissetmek için kendilerine bakıyor ve özen gösteriyorlar. Geleceği garantilemenin bu yoldan olamayacağını bilen insanlar arasındayım anlayacağınız. Güzellik geçicidir, önemli olan iç güzelliğidir gibi kalıplardan bahsetmedim farkındaysanız. Bence gerçekçi olmalıyız. Eğer makyaj yapıyorsak, sokağa çıkarken saçımıza fön çekiyorsak bunun tek nedeni karşı cinsi etkilemek olamaz, olmamalı. Samimi olalım. Bir erkeğin size iltifat etmesi güzeldir ama aynaya baktığınızda dönüp bir daha bakmak istemek ondan daha güzeldir, bence.
Zamanla kadınlar mı değişti yoksa erkekler mi? Yoksa değişen hiçbir şey yok, balo salonlarının yerini okul kantinleri, parfüm sıkılmış mektupların yerini Twitter mesajları mı aldı? Bence kadınlar, erkekler, alışkanlıklar kısacası her şey değişti. Artık hiçbir şeyi kaçırmak istemiyoruz. Bu nedenle niyetimizi de 140 karaktere sığacak kadar kısa ve öz tutuyoruz. Tek değişmeyen entrika oldu belki de. Kısacası, herkes bir gün 15 dakikalığına kendini bir entrikanın içinde bulacak. O 15 dakikanın artması ya da azalması ise size ve içinizdeki Barbara Cartland'a bağlı.
İlişkileriniz çok mu monotonlaştı? Kendinizi dantel elbiseler içinde, balo salonlarında, birbirinden yakışıklı düklerin kollarında dans ederken hayal etmek istiyorsunuz ama hayalleriniz için yeterli görsel malzemeniz mi yok? Bir çiçek Bin sevgi tam da size göre! Başlık nereden geliyor, inanın fikrim yok. Ama aşk da biraz böyle değil midir? Eğer böyle her şeyin altını deşersek, ayaklarımız yere hep böyle inatla basarsa, ayaklarımızı yerden kesecek Dük'ü daha çok bekleriz!
Yeni kitaplar ve yeni yazılar bekliyoruz artık...
YanıtlaSilUzun zamandır okumadım ama Barbara Cartland severim. Yazdığın gibi akıcı ve kolay okunur. Şatolarda geçen entrikalı aşk romanları tercihim:-)
YanıtlaSilBana kalırsa kadın erkek, erkek erkek, kadın kadın ilişkileri ilk çağlardan bu yana hiç değişmedi. Söz konusu olan çağ farkı sadece biçimsel...
Ben çok önyargılıydım belki de ama Cartland okunamayacak kadar kötü yazmıyor. Evet basit ama en azından bilindik konular, farklı hayatlar. Ben sever gibi olmuştum. Biçimsel, evet haklısın kesinlikle.
YanıtlaSil