Bu sabah 9 civarında Londra. "Şanslısın, Londra'nın güzel havasını yakaladın" dediler bir de bana.
Londra’da odamdayım. Saat 19:30. Türkiye’de 21:30. Londra'da geçirdiğim ilk günün sonlarına yaklaştım. Yorgunluktan bacaklarım zonkluyor. Ancak ben işe dünkü yolculuğumu anlatarak başlamak istiyorum.
Bu sabah 5 gibi (İngiltere saatiyle) kalktım. O kadar hassas bir bünyem varmış ki, ülkeler arası 2 saat fark
olmasına rağmen jet-lag olmayı başarabildim. Yorgun uyandığım gün hiçbir toplu taşıma aracı kullanmadan kilometrelerce yürüyerek geçti. Ama halimden şikayet falan ettiğim yok, şimdiden şehre hayran kaldım. Şehrin kendisinin anlatılacak çok şeyi var ama daha sonra. Her neyse, yolculuğu merak ediyor
olabilirsiniz. O zaman anlatayım.
Dün sabah 5 gibi kalktım, önce hatırlayamadım günün önemini.
Yatakta kımıldamadan tavana bakarken “Aa ben bugün İngiltere’ye gidiyorum” diye
ani bir aydınlanma yaşadım, ters dönmüş bir mide ve kalp çarpıntısı eşliğinde
hazırlanmak için kalktım. Azıcık kahve, bol bol yaşlı kedi ve aileyle vedalaşma
faslından sonra yola çıktık, havalimanına vardık. Pek kalabalık değildi,
bavulu teslim ettim. İstanbul'a gidecek uçağa
bindim, yanıma 2 aylık bebeği olan, yurtdışında yaşayan pek sevimli bir kadın
oturdu. İçimden “Parmakları da ne küçükmüş... Teni de da saydam gibi... Hiç de
ağlamadı...” diye diye zaten kısa olan yol bebeği incelerken geçti gitti. El bagajı olarak bir omuz
çantam bir de sırt çantam vardı ve zaman ilerledikçe eziyet oldular. Omuz
çantam boşken bile ağırdı, sapı inceydi. Bir noktadan sonra kolum omuz
hizasından kopacak gibi hissettim. Sırt çantamın kendi hafifti ama içinde bir
adet laptop, bir ipad, dosya vb. ıvır zıvırla dolu olduğundan epey ağırdı. Her
neyse, Londra uçağını beklerken erkek arkadaşımla buluştum, beni yolcu etmeye
geldi yani. İyi ki de geldi (Okuyursan, selam, el sallıyorum sana). Heyecandan
mı yoksa sabah 9 gibi hamburger yemeye karar verdiğimizden mi bilmiyorum,
hiçbir şey yemek istemedi canım. Zaman pıtır pıtır aktı, Londra uçağının vakti
geldi. 2 hafta uzun süre ayrılmamak üzere buluşacağımızı bilmemize rağmen, sonu iyi biten
romantik komedi filmlerinin hava limanı sahnelerini aratmayacak bir performans
gösterip vedalaştık. Sonra da bir ara sonunun hiçbir zaman gelmeyeceğini
düşündüğüm bir yola çıktım, “gate (uçağa binmeyi bekleme yeri)” sanırım olabilecek en uzak yerdeydi. Uçak 1
saatten fazla rötar yaptı. Rötar yüzünden Heathrow Havalimanı’ndaki (Londra’nın
en büyük havalimanı) iniş sırasını kaybetti. Yarım saat boyunca Londra
semalarında tur attık. Böyle anlattığıma bakmayın, galiba geçirdiğim en keyifli
uçak yolculuklarından biriydi. Çünkü...
Önümde yüzlerce film olanağı vardı (hani koltuk arkası ekranlardan) -ki ben beç
milyonuncu kez de olsa Harry Potter izlemeyi seçtim-, sol tarafımda yeni
tanıştığım ve aynı okula gideceğimiz kişi vardı, iyi anlaştık bence. Ama esas
bomba, sağımdaki amcaydı. Bu kadar sevimli, komik bir amcayla daha önce
hiç konuşmamıştım sanırım. Ben ilk gördüğümde herhalde ellilerinde dedim. 76
yaşında olduğu ortaya çıktı. Ama son derece centilmen olduğundan el
bagajlarımızı baş üstü dolaplara bile o yerleştirdi, biz “Aman yapmayın” desek
de. Kendisi Kıbrıslıymış. Çalışmak için Londra’ya gelmiş zamanında ve burada evlenmiş,
bir sürü çocuğu olmuş. Koltuk arkası ekranları çalıştırmak biraz zahmet
istediğinden ona ben yardım ettim. ‘Aksiyonlu bir şeyler’ istedi film seçiminde.
Hemen seçtik, “Amaaan boşver be kızım, açar açar kaparım, parayla değil ya
filmler. Canım ne istersen onu izerim” dedi. Zaten üç buçuk saatlik yolculuk
boyunca tahminen on beş filmi açıp, biraz izleyip sonrasında değiştirdi. Bir
keresinde kulaklıklarını takmayı unutup bana “Kızım bir baksana bundan ses
gelmez” dedi. Bir kere de film izlerken uyuyakalıp, uyandığında ekranın sağ
köşesinde gördüğü kadını ben sandı, “Sen ne zaman benim sağ yanıma geçtin ki?”
dedi. Böyle böyle geçti gitti yolculuk, indik. Tabii pasaport kontrolünde
upuzun ve bir o kadar da karmaşık bir kuyruk beni bekliyordu, garip bir şekilde
epey hızlı ilerledi ve geçtim. Artık Londra ile aramda hiçbir engel kalmamıştı.
Kalacağım yer ile havalimanı arası arabayla 40 dakika. Ancak köprü üstündeki kaza sebebiyle yollar çok tıkalıydı. Tüm yolculuk yorgunluğu üstüne bir de iki saate yakın bir araba macerası vücudumdaki son enerji kırıntılarını da alıp götürdü. Buna rağmen Nijeryalı taksi şöförüyle pek güzel muhabbet ettik. Odama vardığımda halihazırda 41 numara olan ayaklarım şiştikleri için çizmelerin içinde çıkmadı, uzun uğraşlar sonucu yorgun düştüm. Zaten bavulumu açmadan uyuyakaldım.
Londra'ya geliş maceram böyleydi, beklediğimden eğlenceli geçti. Herhangi bir aksaklık çıkmaması şansımın yaver gittiğini gösterdi. Umuyorum böyle devam etsin. Güzel şeyler olsun ve ben de buraya onları yazayım, size anlatayım. Kısacası, yediğim içtiğim benim olsun, ben size gördüklerimi anlatayım.
Londra maceram başladı bile. Oley.
yoruldun ama değdi zannımca:)
YanıtlaSilÖyle oldu evet, yorgunluk da geçti zaten (:
Silsonrası da çok kolay olur umarım...sevgiler..
YanıtlaSilÇok teşekkür ederim, ben de öyle umuyorum (:
Silne kadar güzel ben okurken heyecanlandım, tadını çıkarın ve bizimle de paylaşın lütfen :)
YanıtlaSilÇok teşekkürler, yazıcam yazıcam (:
SilYaver diyince hayır uşak diyecektim ama başka anlamda kullanmışsın. Çünkü ingilizlik.
YanıtlaSilAy çok iğrenç espri oldu bu ):
SilNe güzel çok sevindim senin adına detaylı paylaşımlarını bekliyorum
YanıtlaSilSevgiler