film yazısı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
film yazısı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Ekim 2012 Pazartesi

Hable con ella- Pedro Almodóvar


Bu aralar film izleme performansımda gözle görülür bir artış var. Akşamları özellikle epey sever oldum rastgele bir şeyler seçip izlemeyi. Dün gecenin talihli filmi ise Hable con ella idi.

2002 yılından bir İspanyol filmi. Yönetmen artık hepimizin neredeyse adını ezberlediği Pedro Almodóvar. Komedi-dram olarak geçiyor. Ben dram kısmının daha ağır bastığını düşünenlerdenim. Filmin IMDB puanı 8.

Filmde başlarda ayrık gibi duran iki farklı hikayenin varlığından bahsedebiliriz. Bir noktada kesişiyorlar, sonra iç içe geçiyorlar sonra da bir bütün oluyorlar. Açıkça söylemek gerekirse, daha önce bu filmdeki kadar karışık ilişki ağı ile karşılaşmamıştım. Ancak kafa karıştırıcı ya da gereksiz değildi, çok ilginçti.

Hikaye aşağı yukarı şöyle: Boğa güreşçisi olan Lydia bir boğa tarafından ezilip bitkisel hayata giriyor. Kaldığı hastanede dört yıldır komada olan başka bir hasta daha var, dansçı Alicia. Alicia ile bir erkek hemşire/hasta bakıcı yakından ilgileniyor: Benigno. Lydia’nın ise yanında sevgilisi Marco var. Hikaye’nin de bu dört kişi üzerinden ilerlediğini söylemek mümkün.

İlginç şeyler öğrendim ben bu filmden. Komadaki hastaların bakımı nasıl oluyor? Nelere dikkat ediliyor? Hayat bazen nasıl da değişiveriyor. Diğer bir şey ise boğa güreşleri ile ilgiliydi. İspanya’ya gittiğimde arenaların ihtişamından ağzım açık kalmıştı. Her ne kadar son derece gereksiz bulsam da, bir matadorun arenaya çıkmadan önce hazırlanışını gösteren sahneler mükemmeldi.

Eşcinsellik ise filmin temalarından biri. Pek de güzel işlenmiş. Söze döksem çiğ gelebilir. İzlerseniz ne demek istediğimi anlarsınız.

Filmin en en güzel kısımlarından biri, hatta en güzel kısmı sanırım film içindeki sessiz filmdi. Mükemmeldi.

Alicia’yı Lydia’dan daha az tanıdığımı söyleyebilirim. Hoş, ikisi de tutkuları olan kadınlar. Birisininki dans, diğerininki boğa güreşi. Lydia’yı sevdiğimi söyleyebilirim. Yılan korkusu. Korkusu olan insanlara ve korkularına saygı duyması. Elbette filmdeki favorim Benigno idi. Neden demeyin, filmi izleyin. Marco ise güzellikler karşısında ağlaması ile sevgimi kazandı.

Spoiler vermeden filmden, daha doğrusu aklıma getirdiklerinden bahsedicem biraz da. Böyle filmler iyi. Buna benzer kitaplar da. Böyle filmlerden kastım ne? Halihazırda belirli normlar/değerler/doğrular çevresinde şekillenmiş hayatlar yaşıyor. Hepimizin hayatı da az çok birbirine benziyor. Benzememeye başladığında endişeleniyoruz ve tekrardan hizaya girmeyi biliyoruz. Ama bazı filmler/kitaplar bize kimi kavramları sorgulatıyor. Doğru ne? Yanlış ne? Haklı ne demek? Haksız kim? Haksız her zaman mı haksız? Haklı nereye kadar haklı? Suç ne? Biz nerede duruyoruz?

Doğrusunu söylemek gerekirse, neredeyse filmin ortalarına kadar ben pek bir yere bağlayamadım olan biten hiçbir şeyi. Sonra yavaş yavaş taşlar yerine oturdu. İlginç ve beklenmeyen sonla da son noktayı koydu.

Ve ben şunu fark ettim, iyi filmlerden sonra keşke kitabı olsa da okusam diyorum.

11 Temmuz 2012 Çarşamba

Miss Potter (2006)

Yıl: 2006
Yönetmen: Chris Noonan
Senaryo: Richard Maltby Jr.
Oyuncular: Reneé Zellweger, Ewan McGregor, Emily Watson.



"Stories don't always end where their authors intended. But there is joy in following them, wherever they take us." - Beatrix Potter.
 
Bloga bir gün içinde girdiğim birden fazla yazının sebebini merak ediyorsunuzdur belki. Sebebi çok basit. Yeni taşındığımız evimizde hala internet yok. Ben de bu yüzden ara ara Starbucks’a gelip, bir şeyler yazıp evime geri dönüyorum. Pek şikayetim yok çünkü ev çok sıcak, cafeler çok serin. Şimdi de en son izlediğim filmlerden biri olan Miss Potter üzerine bir film yazısı okuyacaksınız.


Geçen hafta, akşamüstlerine doğru iyice enerjim bitiyordu. Bu hafta da değişen bir şey yok esasında. Ben de yattığım yerden bir şeyler yapmaya çok alıştım. En iyisi de film izlemek oldu sanırım. Tabi ara ara uyuyakaldım sıcaklığın rehavetinden ama olsun. Hiçbir filmi yarım bırakmadım (yoksa kitapları yarım bırakamama takıntım filmlere mi geçti?). Miss Potter güzel bir film. Yazar ve çizer bir İngiliz'in hikayesi, dünyada en çok satan çocuk kitaplarının (The Tale of Peter Rabbit mesela, ya da Jemima Puddle-duck) yazarı Beatrix Potter'ın.


Beatrix Potter'ın gerçek yaşam öyküsüne dayanıyor bu film. Bayan Potter, 1866 yılında İngiltere'de, hayli zengin, üst sınıf bir aileye doğmuş.   Film ise yanlış hatırlamıyorsam, 1905 yılından başlıyordu. Ya da daha geç, çünkü Potter artık 32 yşında genç bir kadındı. Baskıcı bir anne ve ona kıyasla daha sevgi dolu ve destekleyici bir baba figürü vardı filmde. Aslında anneye de hak vermek ve dönemde hala etkisini sürdüren, gündelik hayatı denetleyen Viktorya dönemi kurallarını unutmamak lazım. 32 yaşında hala bekar olan bir kadın, yaşıtlarının aksine hem evlenmemiş hem de çay içmece gezintilerine çıkmak yerine çocuk öyküleri yazıyor, resimler çiziyor, doğayı seviyor, çizimleriyle ve elbette hayvanlar ile konuşuyor. Bu anne sinirlenmesin de kim sinirlensin. Sonrasında gelen mutsuz bir aşk öyküsü (ay spoiler mı oldu mutsuz demem şimdi?). Yükselen bir başarı grafiği, kitaplardan kazanılan paralar ve kazanılan paraların parça parça satılmakta olan çiftliklere yatırılması, Potter'ın vefatından sonra tüm bu işlemekte olan çiftlikleri devlete bırakması. Hem bu doğal arazilerin para düşkünlerinin elinde parçalanması, çiftçilerin topraklarından çıkarılmasının önüne geçmiş Potter hem de doğa korunmuş olmuş. 
Jemima Puddle-Duck


Buradan sonrası biraz spoilerlı, filmi izlemek isteyenler, biraz atlayarak okyabilirler. Aşk hikayesi dedik, hiç de iyi bitmiyor. Aslında kısmen iyi bitiyor da, iyi bitene kadar ben epey ağladım. Kavuşamayan aşıklar beni hep ağlatır zaten. Her neyse, spoilerı da çok uzun tutmamaya karar verdim. Bence izleyip, kendiniz görün, ağlayın.


Spoiler bitti. 


Ben filmi neden sevdim? Bilmiyorum. Kitaplarla ilgili olması, bir kadın başarı öyküsü olması, doğa manzaraları... Tüm bunlar sebep olmuş olabilir. Ara ara yer alan animasyonlar da epey güzeldi. Nasıl denir, bu filmi izlerken yüzünüzde hep bir gülümseme oluyor, birkaç sahne hariç. 
Peter Rabbit


Oyunculara gelelim. Reneé Zellweger'i sever miyim? Bilmem. Sevmem diyemem sanırım. Sevimli bir kadın, konuşması mesela bence epey komik. Bu filmde de öyle. Miss Potter karakterine ne kadar oturmuş bilmiyorum. Bence rahatsız edici bir yanı yoktu. Emily Watson da iyiydi, Ewan McGregor'dan pek emin değilim.


Bir de şunu fark ettim, film izlerken de elimde bir not defteri tutmam lazım sanırım. Çünkü birkaç gün önceye kadar aklımda filme dair değinmeyi düşündüğüm bir sürü şey vardı, yazmadığım için hepsi uçup gitmiş. Neyse, bir sonraki filme kısmet artık. 


Potter'ın kitapları Türkçe'ye çevrildi mi acaba diye merak ettim. Evet çevrilmiş, iyi ki de çevrilmiş. İş Bankası Kültür Yayınları tarafından, Jemima Pamukördek ve Tavşan Peter diye de Türkçe adlar vermişler. Bence çok sevimli olmuş.


Özet olarak, bence yazın rahat rahat izlenebilecek epey güzel bir film. Mesela 1900 başlarındaki baskı tekniklerini başka nerede göreceksiniz? Elbette görürsünüz ama belki de bir film uzağınızda değildir.


Beatrix Potter hakkında daha fazla şey okumak için şuraya bakabilirsiniz. 
Bunlar da Potter'ın çizimlerinden bir kolaj. Çok güzel değiller mi?





"There's something delicious about writing those first few words of a story. You can never quite tell where they will take you. Mine took me here, where I belong." - Beatrix Potter

6 Temmuz 2012 Cuma

The Leading Lady.

Arthur Abbott: You know what I've been asking myself all night?
Iris: What? Why I'm bothering you with all these questions?
Arthur Abbott: I'm wondering why a beautiful girl like you would go to a strangers' house for their Christmas Vacation, and on top of that spend Saturday night with an old cock-up like me.
Iris: Well, I just wanted to get away from all the people I see all the time!... Well, not all the people... one person. I wanted to get away from one... guy.
[she sobs]
Iris: An ex-boyfriend who just got engaged and forgot to tell me.
Arthur Abbott: So, he's a schmuck.
Iris: As a matter of fact, he is... a huge schmuck. How did you know?
Arthur Abbott: He let you go. This is not a hard one to figure out. Iris, in the movies we have leading ladies and we have the best friend. You, I can tell, are a leading lady, but for some reason you are behaving like the best friend.
Iris: You're so right. You're supposed to be the leading lady of your own life, for god's sake! Arthur, I've been going to a therapist for three years, and she's never explained anything to me that well. That was brilliant. Brutal, but brilliant. 


- The Holiday.

Love is Blind.

"i've found almost everything ever written about love to be true. shakespeare said "journeys end in lovers meeting." what an extraordinary thought. personally, i have not experienced anything remotely close to that, but i am more than willing to believe shakespeare had. i suppose i think about love more than anyone really should. i am constantly amazed by its sheer power to alter and define our lives. it was shakespeare who also said "love is blind". now that is something i know to be true. for some quite inexplicably, love fades; for others love is simply lost. but then of course love can also be found, even if just for the night. and then, there's another kind of love: the cruelest kind. the one that almost kills its victims. its called unrequited love. of that i am an expert. most love stories are about people who fall in love with each other. but what about the rest of us? what about our stories, those of us who fall in love alone? we are the victims of the one sided affair. we are the cursed of the loved ones. we are the unloved ones, the walking wounded. the handicapped without the advantage of a great parking space! yes, you are looking at one such individual. and i have willingly loved that man for over three miserable years! the absolute worst years of my life! the worst christmas', the worst birthday's, new years eve's brought in by tears and valium. these years that i have been in love have been the darkest days of my life. all because i've been cursed by being in love with a man who does not and will not love me back. oh god, just the sight of him! heart pounding! throat thickening! absolutely can't swallow! all the usual symptoms." 

- The Holiday

The Holiday.

Yıl: 2006
Yönetmen: Nancy Meyers
Senaryo: Nancy Meyers
Oyuncular: Kate Winslet, Cameron Diaz, Jack Black, Jude Law


Bir film yazısı daha. Ancak ilkinden farklı olarak bu filmi özellikle seçip izlemedim. Televizyonda "Tatil" adıyla önüme çıktı, ben de izlemeye karar verdim. Aslında başta biraz önyargılı yaklaştım, romantik anlarla dolu bir film diye. Ama izledikçe, pek de öyle olmadığına karar verdim ve sevdim. 

Ben Noel zamanı filmlerini severim,küçüklükten beri. Hele bu yaz sıcağında karlar içinde geçen bir filmi izlemek pek hoşuma gitti.

Iris (Kate Winslet) ve Amanda (Cameron Diaz). İki farklı kadın. Farklı hayatlarda farklı şeylerden şikayetçiler. Aslında sadece şikayetçiler denemez sanırım. Bir üst seviyedeler, bunalmışlar ve 2 haftalığına da olsa hayatlarını baştan aşağı değiştirmek istiyorlar. Amanda Iris'in İngiltere Surrey'deki evine, Iris de Amanda'nın Los Angeles'taki son derece lüks villasına taşınıyor. hayatlarındaki erkeklerden kaçarken bu sefer de gittikleri yerlerdeki erkeklere vuruluyorlar. Kısacası, erkeklerden kaçış yok demek istiyor sanırım yönetmen bize.

Oyuncusuna göre film seçmek bana biraz yapılmaması gereken bir şey gibi geliyor. Fakat Kate Winslet ve Jack Black olmasa filmi sıkılmadan izler miydim bilmiyorum. 

Cameron Diaz'ın canlandırdığı karakter Amanda her ne kadar sıradışı ve izlenilesi olsa da büyük olasılıkla Diaz'ın binbir işlemden geçmiş suratını incelemekten ben karaktere pek odaklanamadım. Iris'e gelince, yuvarlak hatları ve komplekssiz tavırları çok sevimli geldi. 

Jude Law'a yani Graham'a gelirsek, ben hiçbir zaman bir Jude Law hayranı olmadım, çok da fazla filmini izlemedim ama bilmiyorum, kızlarıyla olan sahneler haricinde bence sıradan bir karakterdi. Kızlara gelirsek, Jude Law bir dul ve evet gerçek hayatta böyle dullara pek rastlanmıyor sanırım, aşırı sevimliler! Amanda, Graham ve kızlar Olivia ve Sophie'nin ev içinde kurulu çadırda yattıkları sahnede aşırı sevimlilik ve mutluluk yüklemesinden komaya girebilirsiniz, dikkat edin (:

Filmin en renkli kişisi elbette yaşlı senaryo yazarı Arthur Abbott (Eli Wallach). Keşke benim mahallemde de bir adet Arthur olsa da her kafam karıştığında gidip ona bir şeyler sorsam dedim içimden filmi izlerken. 

Benim film boyunca en başarılı bulduğum anlar Iris'in hayal kırıklıklarıydı sanırım. Aşık olduğu adamın nişanlandığını öğrendiği bir de yeni yeni hoşlanaya başladığı adamın eski sevgilisine döndüğü anlar. Bu sahneleri görmelisiniz bence. "Ben de yaşamıştım aynen bu anı" diyeceksiniz, başınızdan geçenler farklı olsa dahi. Onun ağzından çıkanlar, içiniz acıtabilir, dikkat! 

Filmde iki ayrı ev olunca insan ister istemez soruyor kendine ben hangisinde yaşamak isterdim diye ve kesinlikle Iris'in Surrey'deki evini tercih ederdim. Hatta tek kelimeyle bayıldım ben o eve. 

Sorun şu ki, hayat filmlerdeki gibi değil. Yeni gittiğiniz kasabada tanıştığınız ilk ve tek erkek Jude Law kadar yakışıklı olmuyor. Canınızı sıkan sorunlarla karşılaştığınızda 2 dakikalık bir chat sonucunda evinizi tamamen yabancı birine bırakıp gidip onun evine yerleşemiyorsunuz. Bilmiyorum. Tamam filmler zaten adı üstünde film de, film karakterlerinin hayatları bu kadar yolunda gidince umutsuzluk ve mutsuzluğum daha da artıyor. Neyse.

Genel olarak filmin bir başyapıt olduğunu falan iddia edeceğim yok fakat romantik komedilerden pek de hoşlanmayan bana bile keyifli zaman geçirtmiştir. Kesinlikle izlenilebilir!

O hissi bilirsin değil mi?

Andrew Largeman: You know that point in your life when you realize the house you grew up in isn't really your home anymore? All of a sudden even though you have some place where you put your shit, that idea of home is gone.

Sam: I still feel at home in my house.

Andrew Largeman: You'll see one day when you move out it just sort of happens one day and it's gone. You feel like you can never get it back. It's like you feel homesick for a place that doesn't even exist. Maybe it's like this rite of passage, you know. You won't ever have this feeling again until you create a new idea of home for yourself, you know, for your kids, for the family you start, it's like a cycle or something. I don't know, but I miss the idea of it, you know. Maybe that's all family really is. A group of people that miss the same imaginary place.

Sam: [cuddles up to Andrew] Maybe. 




Andrew Largeman: Hani hayatının bir yerinde büyüdüğün evin bir noktadan sonra artık senin yuvan olmadığı hissini bilirsin, değil mi? Sahip olduğun her şey bir yerde duruyor da olsa, bir yuvaya sahip olma hissi uçup gitmiştir.

Sam: Ben evimde hala yuvamdaymışım gibi hissediyorum.

Andrew Largeman:Bir gün evinden ayrılıdığında anlayacaksın, bir gün içinde olup biter ve bir bakmışsın gitmiş. Bir daha hiç bir zaman onu geri kazanamayacakmışsın gibi hissedersin. Hiçbir zaman var olmamış bir yeri özlemek gibidir. Belki de bir geçiş ritüeli gibi, bilirsin. Kendi yuvanı kurana kadar bu duyguyu bir daha yaşaman mümkün olmayacak, bilirsin, çocukların, ve ailen için kuracağın bir yuva. Bu bir döngü gibi bir şey herhalde. Bilmiyorum, fakat bu fikri özlüyorum, ne demek istediğimi anlıyorsun değil mi? Belki de aile olmak tam olarak da böyle bir şey. Aynı hayali mekanı özleyen insanlar topluluğu.

Sam: [Andrew'a sokulur] Belki.


Garden State.


not: altyazısız izledim, çeviriyi de ben yaptım.

Garden State.

Yıl: 2004
Yönetmen: Zach Braff
Senaryo: Zach Braff
Oyuncular: Zach Braff, Natalie Portman, Peter Sarsgaard

Şanslıyım. İlk film yazımı rastgele seçtiğim ve izledikten sonra çok beğendiğim bir film üzerine yazmak üzereyim. Garden State, ülkemizde Eve Dönüş adıyla gösterilmiş. Ben sinemada oynadığını hiç hatırlamıyorum. Rastgele seçtim desem de pek öyle sayılmaz sanırım çünkü filmin soundtracki benim çok uzun süredir bıkmadan dinlediklerimden biri (belki Dinleyen Kedi'de buna yer vermeliyim). Önce müziklerini sonra da kendini sevdiğim bu film hakkındakilere geçiyorum şimdi.

Filmin senaryosu benim uzun süre bayılarak izlediğim Scrubs'dan J.D olarak tanıdığımız, Zach Braff'den çıkma. 2005 yılında filmin müziklerinin başarısı nedeniyle Grammy almış. Müzikleri de Braff seçmiş. Başrolde de o var. Kısacası bu bir Braff filmi. Filmin başarılı karakterlerinden Mark'ı canlandıran Sarsgaard ise Stockholm Film Festivali'nde en iyi oyuncu ödülüne layık görülmüş. Sarsgaard'ı ben 2009 yapımı Orphan adlı filmdeki baba rolüyle hatırlıyorum. Sundance Film Festivali'ne de aday olmuş Garden State. Filmin sürprizlerinden biri Big Bang Theory'nin Sheldon'ı Jim Parsons burada karşımıza çıkıyor minicik bir rolle. 

Filmin adı nereden geliyor diye baktığımda, Wiki her zamanki gibi bu soruma da cevap buldu. Braff New Jerseyli. Şair Andrew Marvell da New Jersey için kaleme aldığı şiirinde şöyle yazmış "Such was that happy garden-state,/While man there walked without a mate". Buradan da filmin ismi çıkmış.

Şimdi eğer siz de birgün bu filmi izlemek isterseniz, alacağınız keyfi yok etmeden biraz filmden bahsetmek istiyorum. 

Aslında bu Andrew (Zach Braff) ve Sam (Natalie Portman)'in hikayesi. Rahatsız eden tek bir sahne bile yok. Tek bir diyalog dahi gereksiz değil, yapmacık değil. Sam, o kadar sevimli bir kadarkter ki, sırf onun için bile izlenebilir. Her şey bu ikilinin bir doktorun bekleme salonunda başlıyor. Andrew baş ağrıları için orada, Sam ise kronik bir yalancı. Yani farkında olmadan yalan söylüyor, sürekli ve bu durum artık psikiyatrist ve nörologların işin içine dahil oldukları bir raddeye gelmiş. Bu doktorlu sahnelerde ben bir hastalık hastası olarak epey gerildim. Bilirsiniz belki, bir hastalık hastasının hasta olmaktan sonraki en büyük kabusu, herhangi bir hastalığın belirtisini öğrenmektir. Çünkü öğrenmesinin ardından ilk 5 dakika içinde belirtileri kendinde aramaya ve bulmaya başlar. Çok şükür, belirti falan duymadım, zaten Andrew da turp gibiymiş. Neyse filme geri dönersek, hikaye annesinin ölümü üzere doğduğu eve dönen Andrew'ın hikayesi. Los Angeles'da oyunculuk ve garsonluk yapıyor. Mutlu olduğunu kimse iddia edemez sanırım.

Film eğer yanılmıyorsam 3 gün içerisinde olup bitiyor. O 3 gün Andrew için bir dönüm noktası oluyor, orası ayrı. Yıllar boyunca hiçbir şey hissetmeden yaşamış 26 yaşındaki bu adamın (gerçek anlamda hiçbir şey hissetmiyor, kullandığı sakinleştirici vb. ilaçlardan dolayı) canlanışı ve hislerini tekrar kazanmasını görüyorsunuz.

Bilinçaltı fena bir şey. Ben Zach Braff'ı çok uzun yıllar Scrubs gibi her dakika anırarak güldüğüm bir dizide izlediğimden dolayı, ağlama garantili bu filmde ağla(ya)madım. Bu filme karşı olan beğenimde bir şeyi değiştirmemiş olsa da, bilmiyorum işte... Zach Braff yerine başka biri olsa kesinlikle çok çok daha fazla etkilenirdim, orası kesin. Herhalde oyuncuların sürekli aynı tip rolleri oynamak istememelerinin sebebi bu. Bir de dudakları. O kadar garip ki şekli, yakın çekimlerde gözüm hep dudaklarına kaydı. Beğendiğim için falan değil, hatta rahatsız edici derece büyük bir alt dudağa sahip.

Natalie Portman daha doğrusu Sam'e geri dönecek olursak, kendime benzettim bu karakteri biraz sanırım. Çocukluğundan beri ağlayamayan Andrew yerine ağlayan, salak gibi görünecek olsa da düşündüğü her şeyi *pat* diye söyleyen bu kıza benziyorum ben sanırım çok fazla dedim içimden. 

Benim film boyunca "en sevdiğim" diyebilieceğim bir sürü sahne oldu ama kuyu'nun bahsinin geçtiği yerler ayrı güzeldi. Sonunun olup olmadığını bilmemek ve çevresindekilere günün birinde bir şeyler keşfetme ihtimali veren bu kuyu bana bir şeyleri anımsattı. Çok çok başarılı bir sahneydi.

Bir de filmde orijinal olma meselesi var. Özellikle Sam bu konuda epey takıntılı. Kendini hiç orijinal hissetmediği zamanlarda hiçbir şey yapamazsa kalkıp daha önce dünyada kimsenin çıkarmadığından emin olduğu bir ses çıkarıyor ya da bir dans figürüyle orijinalliğini geri kazanıyor. Bilmiyorum, belki de orijinal olabildiğimiz sürece varlığımız bir anlam taşıyor. Felsefi görüşler için çok uygun bir yer olmasa da, belki de insan anca özel bir şeyler yaptığından kendini özel hissediyor ve her şey daha da bi' anlamlı oluyor.

Filmi sevmediniz diyelim, ilk 15 dakika sonunda kararınız verdiniz, izlemeye devam etmeyeceksiniz. O zaman bence ekrana bakmayın ve sadece müziklerini dinleyin. Tabi eğer filmle beraber dinlerseniz çok daha anlamlı olur. Sahnelerin o kadar içine yedirilmiş ki müzikler, sanki şarkılar olmasa film eksik kalırmış gibi. Bir de mesela şarkı başlıyor, kulaklık Andrew'ın kulağından çıkınca müzik de bitiyor. Bu detaylar çok hoş olmuş bence. 

Filmde bana kalırsa 2 nokta var. Biri düğümse, diğeri de bunun çözüldüğü an. Söylersem, filmin tadı kaçar ama izleyecek olursanız, bunları tahmin etmeye çalışın bakalım. 

İlk film yazımı yazarken ben çok ama çok keyif aldım. Umarım siz de severek okumuşsunuzdur. Nelere de dikkat etmişim diye sevindim! Bu filmi birilerine önerir misin diye sorarsanız, 'kesinlikle evet!' derim. Aranızda filmi izleyenler varsa, sizler neler düşündünüz filmi izlerken ve sonrasında merak ediyorum. Yorum yazarsanız çok sevinirim (:

Filmden bir replikle bitiriyorum.

Sam: That's life. If nothing else, its life. It's real, and sometimes it fuckin' hurts, but it's sort of all we have.