"Hasan hiçbir şeyden korkmuyordu. Ölüm onun için bir cennet bahçesiydi. Sustalısını elinden almamışlardı. Hasan gibi insanlara, her şeyi göze almış, ölümün öte yanına düşmüş, ölümün tarlasında, ölümde yaşayan yürekli insanlara yaklaşmak, kim olursa olsun, candarma, eşkıya, katil olsun, isterse en yürekli olsun, kolay değildi. Hasana ancak, Hasan gibi yaşamın ötesine, ölüme düşmüş insanlar yaklaşabilirler, onunla aynı ipte oynayabilirlerdi."
-Yaşar Kemal, Yılanı Öldürseler
alıntı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
alıntı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
7 Nisan 2013 Pazar
21 Kasım 2012 Çarşamba
Şeftalinin üzerinde yolculuk yapmak
"Hiçbir yerden tek ses bile duyulmuyordu. Şeftalinin üzerinde
yolculuk yapmak hiç de bir uçak yolculuğuna benzemiyordu. Uçak gökyüzünde
patırtılar, gürültüler çıkararak hareket eder ve o kocaman bulut dağlarına
gizlenmiş duran bir şeyler varsa, uçak gelirken koşup saklanırlar. İşte bu
yüzden, uçakla yolculuk edenler hiçbir şey göremezler."
- Roald Dahl, Dev Şeftali
27 Ekim 2012 Cumartesi
O gün hayatı boyunca ilk kez kar gördü.
"Görünürde hiçbir değişiklik olmadığı, her şeyin tekdüze yaşandığı günlerde Buck, havanın yavaş yavaş soğuduğunu hissediyordu. Bir sabah geminin pervanesi durdu ve heyecanlı bir hareketlilik başladı. Buck ve diğer köpekler gemideki bu hareketliliğin farkına vardılar. Ne olduğunu anlamaya çalışırken, François geldi, hepsinin boynuna birer ip bağladı, onları güverteye çıkardı. Buck adımını atınca, çamura basmış gibi oldu. Hırlayarak ayağını geri çekti. Yerdeki bu beyaz çamur gökyüzünden dökülüyordu. Buck, anlam vermeye çalışarak başını indirip kokladı, sonra yaladı, dilinde önce soğuk, ardından yakıcı bir etki bırakı ve hemen suya dönüştü. Ne olduğunu bir türlü anlayamadı. Birkaç kez aynı şeyi yaptı. Çevreden izleyenler bu haline çok güldüler; Buck neden güldüklerini anlamadı ve utandı.
O gün hayatı boyunca ilk kez kar gördü."
- Jack London, Vahşetin Çağrısı.
O gün hayatı boyunca ilk kez kar gördü."
- Jack London, Vahşetin Çağrısı.
6 Ekim 2012 Cumartesi
Gülümseyişiyle dünyanın mutluluğunu ikiye katladı
"Enfiyeyi burun deliklerindne birine götürüp bütün gücüyle içine çekti. Konuşma da böylece sona ermiş oldu. Aşçının oğlu hapşırıklarla uğraşırken Fridrik sundurmaya doğru gitti. Çömelip kapağı açtı ve içeri baktı. İçerisi loştu ama yaz gecesi Fridrik'in gözlerini karanlığa alıştırmasına yetecek kadar ışık yolluyordu çatıdaki tahtaların arasından. Tutuklu kadının siluetini bir köşede seçebildi.
Toprak zemine oturup bacaklarını dosdoğru ileri uzatmış, bir bez bebek gibi bükülüp kucağındaki tepsinin üzerine eğilmişti. Küçük ellerindne birinde tuttuğu patates kabuğunu, balık derilerini ve ekmeği toparlamak için kullanıyor, sonra onları parmaklarıyla tutup ağzına götürüyor ve dikkatle çiğniyordu. Teneke bardaktan bir yudum alıp yüksek sesle iç geçirdi. Fridrik bu bedbaht yaratığa yeterince bakmış olduğu hissine kapıldı o an. Kapağı kapatmak isterken elini büyük bir gürültüyle duvara çarptı. Köşedeki siluet onu fark etmişti. Başını kaldırıp Fridrik'le göz göze geldi; gülümsedi ve gülümseyişiyle dünyanın mutluluğunu ikiye katladı.
Ama daha Frdirik başını eğerek karşılık vermeden kızın yüzündeki gülümseme kaybolup yerini öyle trajik bir maskeye bıraktı ki Fridrik gözyaşlarına boğuluverdi."
- Sjon, Mavi Tilki.
Toprak zemine oturup bacaklarını dosdoğru ileri uzatmış, bir bez bebek gibi bükülüp kucağındaki tepsinin üzerine eğilmişti. Küçük ellerindne birinde tuttuğu patates kabuğunu, balık derilerini ve ekmeği toparlamak için kullanıyor, sonra onları parmaklarıyla tutup ağzına götürüyor ve dikkatle çiğniyordu. Teneke bardaktan bir yudum alıp yüksek sesle iç geçirdi. Fridrik bu bedbaht yaratığa yeterince bakmış olduğu hissine kapıldı o an. Kapağı kapatmak isterken elini büyük bir gürültüyle duvara çarptı. Köşedeki siluet onu fark etmişti. Başını kaldırıp Fridrik'le göz göze geldi; gülümsedi ve gülümseyişiyle dünyanın mutluluğunu ikiye katladı.
Ama daha Frdirik başını eğerek karşılık vermeden kızın yüzündeki gülümseme kaybolup yerini öyle trajik bir maskeye bıraktı ki Fridrik gözyaşlarına boğuluverdi."
- Sjon, Mavi Tilki.
5 Ekim 2012 Cuma
Su götürmez davacı, savcı ve davalı rolümle...
"Yarının hiçlik olması tehdidiyle mutlu olamam ve olmayacağım. Derin bir hakaret bu... Bu yüzden, beni acı çekmem ve yok olmam için, fikrimi sormadan ve küstahça var eden bu doğayı; su götürmez davacı, savcı ve davalı rolümle, kendimle birlikte mahkum ediyorum... Doğayı yok edemediğim için de, sadece kendimi yok ediyorum, hiçbir suçlunun bulunmadığı bir tiranlığa katlanmaktan bezmiş olarak..."
- Fyodor Dostoyevski, Ecinniler.
3 Eylül 2012 Pazartesi
Edebiyatta gururlu bir şeyler vardı.
"Ama Kraliçe gibi yetişmiş biri için, zevk daima görevden sonra gelirdi. Okumak gibi bir görevinin olduğunu hissederse bu işe temiz bir vicdanla, zevkle girişirdi ve eğer zevk varsa bu rastlantısal bir şeydi. Peki bu iş onu niçin esir etmişti şimdi? Bunu Norman'la tartışmamıştı, çünkü bunun sadece, onun pozisyonunda bulunan birini ilgilendiren bir şey olduğunu hissediyordu.
Kitapların cazibesi, dedi kendi kendine, kayıtsızlığından geliyor; edebiyatta gururlu bir şeyler vardı. Kitaplar onları kimin okuduğuna, yahut okuyup okumadığına hiç aldırmazdı. Kendisi de dahil olmak üzere, bütün okurlar eşitti. Edebiyat, dedi kendi kendine, bir Commonwealth'tir, harflerse bir cumhuriyet. Aslında bu deyişi daha önce duymuştu... harfler cumhuriyeti, daha önce kullanılmıştı bu, mezuniyet törenlerinde, şeref payeleri verilirken falan, fakat o günlerde bunun ne demek olduğunu tam bilmiyordu. O zamanlar, bir şekilde cumhuriyet lafının edilmesini hafiften bir hakaret ve bizzat kendisinin huzurundayken, en azından bir patavatsızlık gibi görümüştü. Bunun ne anlama geldiğini ancak şimdi kavrıyordu. Kitaplar kimseye hürmet etmezdi. Tüm okurlar eşitti ve bu da onu yaşamının başlangıcına geri götürüyordu. Genç bir kızken, hayatının en büyük heyecanlarından birini V-E gecesinde, * kızkardeşiyle birlikte kapılardan dışarı çıkıverip de, hiç tanınmadan kalabalığa karıştığında yaşamıştı. Kitap okurken de böyle bir şeylerin varlığını hissediyordu. Kitap anonimdi, paylaşılan bir şeydi, ortak bir şeydi. Ve herkesten ayrı bir yaşama yöneltilmiş Kraliçe buna can attığını hissediyordu. Bu sayfaların ve bu kitap kapaklarının arasında, tanınmadan yaşayabiliyordu."
-Kraliçe Kitap Okursa, Alan Bennett, Sel Yayıncılık, 2008, s.28.
* 8 Mayıs, İkinci Dünya Savaşında Müttefiklerin Avrupa'da zafer günü (ç.n.)
Kitapların cazibesi, dedi kendi kendine, kayıtsızlığından geliyor; edebiyatta gururlu bir şeyler vardı. Kitaplar onları kimin okuduğuna, yahut okuyup okumadığına hiç aldırmazdı. Kendisi de dahil olmak üzere, bütün okurlar eşitti. Edebiyat, dedi kendi kendine, bir Commonwealth'tir, harflerse bir cumhuriyet. Aslında bu deyişi daha önce duymuştu... harfler cumhuriyeti, daha önce kullanılmıştı bu, mezuniyet törenlerinde, şeref payeleri verilirken falan, fakat o günlerde bunun ne demek olduğunu tam bilmiyordu. O zamanlar, bir şekilde cumhuriyet lafının edilmesini hafiften bir hakaret ve bizzat kendisinin huzurundayken, en azından bir patavatsızlık gibi görümüştü. Bunun ne anlama geldiğini ancak şimdi kavrıyordu. Kitaplar kimseye hürmet etmezdi. Tüm okurlar eşitti ve bu da onu yaşamının başlangıcına geri götürüyordu. Genç bir kızken, hayatının en büyük heyecanlarından birini V-E gecesinde, * kızkardeşiyle birlikte kapılardan dışarı çıkıverip de, hiç tanınmadan kalabalığa karıştığında yaşamıştı. Kitap okurken de böyle bir şeylerin varlığını hissediyordu. Kitap anonimdi, paylaşılan bir şeydi, ortak bir şeydi. Ve herkesten ayrı bir yaşama yöneltilmiş Kraliçe buna can attığını hissediyordu. Bu sayfaların ve bu kitap kapaklarının arasında, tanınmadan yaşayabiliyordu."
-Kraliçe Kitap Okursa, Alan Bennett, Sel Yayıncılık, 2008, s.28.
* 8 Mayıs, İkinci Dünya Savaşında Müttefiklerin Avrupa'da zafer günü (ç.n.)
Gelişigüzel Kitaplardan Rastgele Sayfalar Serisi # 7: Hiç Kimse Sıradan Değildir- Markus Zusak
"Arkamızdaki çimenlerin üzerinde ayak sesleri duydum.
Kalbim duracak gibi oldu
Bir gölge gördüm. Kapıcı dondurmasını yemeye devam ediyordu; iyi bir arkadaş ama berbat bir bekçi köpeğiydi.
"Selam, Ed."
Bu sesi tanıyordum.
Tanıyordum ve duyunca kendi içime büzülüvermiştim.
Bu Sophie'ydi. Yanıma oturmak için izin isterken atletik bacaklarını gördüm.
"Elbette," dedim. "Dondurma ister misin?"
"Hayır, teşekkürler."
"Kapıcı'nınkini paylaşmak istemiyorsun yani?"
Güldü."Hayır, teşekkürler... Kapıcı mı?"
Göz göze geldik. "Uzun hikaye."
Şimdi sessizdik. İkimiz de bekliyorduk. Sonunda kendime büyük olanın ben olduğumu ve dolayısıyla sohbeti benim başlatmam gerektiğini hatırlattım.
Ama yapmadım.
Bu kızı havadan sudan sohbetlerle harcamak istemiyordum."
-Hiç Kimse Sıradan Değildir, Markus Zusak, Martı Yayıncılık, 2012, s.127
Judy Abbott'a teşekkürler.
Kalbim duracak gibi oldu
Bir gölge gördüm. Kapıcı dondurmasını yemeye devam ediyordu; iyi bir arkadaş ama berbat bir bekçi köpeğiydi.
"Selam, Ed."
Bu sesi tanıyordum.
Tanıyordum ve duyunca kendi içime büzülüvermiştim.
Bu Sophie'ydi. Yanıma oturmak için izin isterken atletik bacaklarını gördüm.
"Elbette," dedim. "Dondurma ister misin?"
"Hayır, teşekkürler."
"Kapıcı'nınkini paylaşmak istemiyorsun yani?"
Güldü."Hayır, teşekkürler... Kapıcı mı?"
Göz göze geldik. "Uzun hikaye."
Şimdi sessizdik. İkimiz de bekliyorduk. Sonunda kendime büyük olanın ben olduğumu ve dolayısıyla sohbeti benim başlatmam gerektiğini hatırlattım.
Ama yapmadım.
Bu kızı havadan sudan sohbetlerle harcamak istemiyordum."
-Hiç Kimse Sıradan Değildir, Markus Zusak, Martı Yayıncılık, 2012, s.127
Judy Abbott'a teşekkürler.
29 Ağustos 2012 Çarşamba
"Gelişigüzel Kitaplardan Rastgele Sayfalar Serisi" başlıyor!
Bir Salı gecesinden herkese merhaba. Her ne kadar bana sabahatan beri Pazar günüymüş gibi gelse de. Galiba yarın sabah İstanbul’a
dönecek olmam bu kafa karışıklığını yaratıyor. Evet, maalesef İzmir tatilimin
sonuna geldim. Aslında çok da maalesef değil çünkü İstanbul’u, evimi epey özledim. Pıtı pıtı geri dönüyorum.
Bugün epey keyifli geçti. Hava birden bire soğudu, herkes bu
serinliği nasıl da özlemiş. Tüm gün birkaç post önce bahsettiğim kitap odasını
yerleştirmekle uğraştım. Başlarda epey keyifliydi ancak kolilerden kitap
çıkarmak için eğilip kalkmak, yer yer 3-4 belki de 5 kiloyu bulan dev kitapları taşımak
belimi mahvetti. Bu yazıyı da yatarak yazıyorum. Bir günde yapılacak iş de
değilmiş, bunu da anlamış olduk. 10'a yakın koli vardı, kitap kolileri. Yarısını
belki düzgün düzgün gruplara ayırarak yerleştirdim ancak saatler ilerledikçe
elime geldiği gibi koymaya başladım. Bir dahaki İzmir ziyaretimde tekrar elden
geçirmek gerekecek hepsini. Bu arada bazen kitaplık düzenlemeleri hakkında
mailler alıyorum, özellikle kitapları neye göre grupladığımla ilgili. Yarın ya
da öbür gün, kısacası pek yakında bu konuda epey detaylı bir yazı yazacağım.
Blogda serilerin ardı arkası kesilmek bilmiyor. Yeni seri
ise kitaplık yerleştirirken aklıma geldi. Aslında itiraf da etmem gerek belki, koliden
kitap çıkarıp pat diye rafa dizmedim. Hani rafa bardak dizmek gibi olmadı pek.
Elime aldığım her kitabın adına baktım, şöyle fıırt diye bir sayfaları çevirdim
bakalım arasından bir şeyler çıkacak mı, arka kapağa baktım, ilk sayfaya baktım
(buraya genelde tarih atarım)... Hal böyle olunca iş uzadıkça uzadı. Bir yerden
sonra baktım ben rastgele bir sayfa açıp okumaya bile başlamaşım azıcık azıcık,
işte orada buna bir son vermem gerektiğini fark ettim. Aynı zamanda bu rastgele
sayfa okuma işini de pek sevdim. Sonra aklıma güzel bir seri geldi. “Gelişigüzel Kitaplardan Rastgele Sayfalar Serisi”. Bir de ekşisözlük’te sanki böyle bir şey
vardı. Rastgele bir kitabın bilmemkaçıncı sayfasındaki blabla cümlesi. Pek
anlaşılır olmadı tabi. Her neyse. Aklımdaki şu: Ben ara ara kitaplığımdaki
rastgele bir kitabın bir sayfasından gözüme ilk çarpan noktadan itibaren , paragraf sonuna kadar alıntılayıp post’a yazıcam. Kitap adı, yazar da veriyor
olacağım ki sizi meraklandırdıysa o alıntı, belki kitabı okumak bile
istersiniz. Dahası da var. Diyelim ki ben o kitabın 74. Sayfasına bakmışım. O postun
yorum kısmına siz de elinize geçen ilk kitabın 74. Sayfasından bir alıntı yapıp
yazabilirsiniz. Ben de sizden gelenleri yayınlarım büyük keyifle.
Ne dersiniz? Nasıl
fikir? Bence epey eğlenip meraklanabiliriz.
Bu neşeli, mutlu yazının en büyük sebebi Beril’den gelen
mail. Mailine uzun bir cevap yazmadan önce buradan teşekkür edeyim dedim.
Kelimeler güçlü. Nasıl mutlu oldum bilemezsin.
Son olarak geçen haftalarda gerçekleşen kanaviçe kitap
ayracı çekilişinin kazananlarına İstanbul’a döner dönmez hediye paketlerini
yolluyor olacağım. Tekrar tekrar özür bu sebepli gecikme için.
Sevgiler.
4 Ağustos 2012 Cumartesi
Silaha gerek yok.
"Cemil, genç Cemil'in elinde silah olup olmadığına bakmıştı, çünkü yıllar önce okuduğu Rene Char'ın Seçme Şiirleri'inin önsözünde geçen şu cümleyi unutamıyordu. "Kırk yaşımızda, yüreğimize yirmimizde sıktığımız bir kurşunla ölüyoruz."
Böyle bir cümleyi okuyup yıllarca aklınızda tutuyorsanız zaten ölüyorsunuz demektir.
Silaha gerek yok."
- Barış Bıçakçı, Sinek Isırıklarının Müellifi.
Böyle bir cümleyi okuyup yıllarca aklınızda tutuyorsanız zaten ölüyorsunuz demektir.
Silaha gerek yok."
- Barış Bıçakçı, Sinek Isırıklarının Müellifi.
6 Temmuz 2012 Cuma
The Leading Lady.
Arthur Abbott: You know what I've been asking myself all night?
Iris: What? Why I'm bothering you with all these questions?
Arthur Abbott: I'm wondering why a beautiful girl like you would go to a strangers' house for their Christmas Vacation, and on top of that spend Saturday night with an old cock-up like me.
Iris: Well, I just wanted to get away from all the people I see all the time!... Well, not all the people... one person. I wanted to get away from one... guy.
[she sobs]
Iris: An ex-boyfriend who just got engaged and forgot to tell me.
Arthur Abbott: So, he's a schmuck.
Iris: As a matter of fact, he is... a huge schmuck. How did you know?
Arthur Abbott: He let you go. This is not a hard one to figure out. Iris, in the movies we have leading ladies and we have the best friend. You, I can tell, are a leading lady, but for some reason you are behaving like the best friend.
Iris: You're so right. You're supposed to be the leading lady of your own life, for god's sake! Arthur, I've been going to a therapist for three years, and she's never explained anything to me that well. That was brilliant. Brutal, but brilliant.
- The Holiday.
Iris: What? Why I'm bothering you with all these questions?
Arthur Abbott: I'm wondering why a beautiful girl like you would go to a strangers' house for their Christmas Vacation, and on top of that spend Saturday night with an old cock-up like me.
Iris: Well, I just wanted to get away from all the people I see all the time!... Well, not all the people... one person. I wanted to get away from one... guy.
[she sobs]
Iris: An ex-boyfriend who just got engaged and forgot to tell me.
Arthur Abbott: So, he's a schmuck.
Iris: As a matter of fact, he is... a huge schmuck. How did you know?
Arthur Abbott: He let you go. This is not a hard one to figure out. Iris, in the movies we have leading ladies and we have the best friend. You, I can tell, are a leading lady, but for some reason you are behaving like the best friend.
Iris: You're so right. You're supposed to be the leading lady of your own life, for god's sake! Arthur, I've been going to a therapist for three years, and she's never explained anything to me that well. That was brilliant. Brutal, but brilliant.
- The Holiday.
Love is Blind.
"i've found almost everything ever written about love to be true. shakespeare said "journeys end in lovers meeting." what an extraordinary thought. personally, i have not experienced anything remotely close to that, but i am more than willing to believe shakespeare had. i suppose i think about love more than anyone really should. i am constantly amazed by its sheer power to alter and define our lives. it was shakespeare who also said "love is blind". now that is something i know to be true. for some quite inexplicably, love fades; for others love is simply lost. but then of course love can also be found, even if just for the night. and then, there's another kind of love: the cruelest kind. the one that almost kills its victims. its called unrequited love. of that i am an expert. most love stories are about people who fall in love with each other. but what about the rest of us? what about our stories, those of us who fall in love alone? we are the victims of the one sided affair. we are the cursed of the loved ones. we are the unloved ones, the walking wounded. the handicapped without the advantage of a great parking space! yes, you are looking at one such individual. and i have willingly loved that man for over three miserable years! the absolute worst years of my life! the worst christmas', the worst birthday's, new years eve's brought in by tears and valium. these years that i have been in love have been the darkest days of my life. all because i've been cursed by being in love with a man who does not and will not love me back. oh god, just the sight of him! heart pounding! throat thickening! absolutely can't swallow! all the usual symptoms."
- The Holiday
- The Holiday
1 Temmuz 2012 Pazar
Dünyanın tüm duyguları bir çantanın içine sığar
“Bakalım. Çantasız bir kadına nadiren rastlanır. Salyangoz
için kabuğu neyse kadın için de çantası odur. Tek bir farkla; o da kabuğun
içinde ne olduğunu bilmemizdir. Ve salyangozlar birbirine benzer. Çantalar ise,
küçükleri (tam olması gereken boyuttaki), kocamanları (tüm hayatı çantanın
içinde), sertleri, yumuşakları, omuza asılanları ya da elde taşınanları,
görünüşte derli topluları ya da tartışmasız bir şekilde darmadağınık olanları. Sinir
bozucu çantalar (içinde telefonun saklambaç oynadığı) ya da yıldırım aşklarının
nesnesi olan ve kişisel bir ganimet gibi havaya kaldırılanlar (benim çantam, o
benim). Yani kısa nefret parlamaları ve delicesine aşk. Dünyanın tüm duyguları
bir çantanın içine sığar.”
Çanta, Jean-Claude Kaufmann.
14 Nisan 2012 Cumartesi
En azından bir sincap kadar zarifti.
Gülümsemesi yanaklarında iki gamze oluşturmuştu, bununla
ilgili değil ama bana bir sincabı hatırlattığını anımsıyorum, en azından bir
sincap kadar zarifti. Eğer arkamızda birlikte yaşanmış bir hayat varsa belki de
bir ağaçta iki sincaptık, diye düşündüm ve esrarengiz Portakal Kız’la bir
sincap yaşamı beni hiç de rahatsız etmedi.
-Jostein Gaarder, Portakal
Kız.
4 Nisan 2012 Çarşamba
Ama ölüm her şeyin büyüsünü bozmuştu.
Şimdi bütün yaşamımı karşımda görüyorum duygusuna kapılıp
şöyle düşündüm: “Kutsal bir yalan bu. Son bulmuş olduğuna göre hiçbir şeye
değmezdi hayat. Nasıl gezip tozabildiğimi, kızlarla nasıl kırıştırdığımı
geçirdim içimden: sadece böyle öleceğimi tasarlamış olsaydım, serçe parmağımı
bile kıpırdatmış olmazdım. Hayatım, bir çanta gibi kapalı, sır dolu önümde
duruyordu işte, ama içinde her ne varsa gene de suyunu çekmemişti. Bir an,
hayatım üzerine yargı vermeğe kalktım. Şunu demek istemiş olacaktım: güzel bir
hayattır bu. Ama hayat üzerine yargı verilmezdi, bir taslaktı hayat; zamanımı
ölmezlik yolunda işler çevirmekle geçirmiş, hiçbir şey anlamamıştım. Hiçbir
şeye yanmıyordum: bir yığın şey vardı, manzanillanın tadı ya da Cadix
yakınındaki ufak bir koyda yaptığım deniz banyoları vardı yanabileceğim; ama ölüm
her şeyin büyüsünü bozmuştu.”
-
Duvar, Jean-Paul Sartre.
2 Nisan 2012 Pazartesi
Yine kendim olmak isterim.
"Hala bunu mu anlatıyor?" diyerek odanın karşı tarafındaki Berman'a sevgi dolu bir bakış fırlattı.
"Ama haklı olduğu bir nokta var, kendimi suçlu saymalıyım. Bu rolü bana vereceklerinden ya da benim bunu başarabileceğimden değil. Onlar bana bu rolü vermezlerdi, ben de beceremezdim zaten. Kendimi suçlu saymalıyım, çünkü ben bununla ilgili bir damla bile hayal kurmazken, onun hayal içinde yaşamasına göz yumdum. O zamanlar kendimi geliştirmeye uğraşıyordum. Bir sinema yıldızı olamayacağımı da iyi biliyordum. Bu çok güçtür, eğer akıllı biriysen, çok utandırıcıdır da. Buna yetecek derecede aşağılık kompleksim de yok. Bir sinema yıldızı olmak, aynı zamanda kocaman ve şişman bir benliğe sahip olmak demektir derler. Gerçekte ise hiçbir benliğe sahip olmamak gerekir. Zengin ve ünlü bir kişi olmak istemem demek istemiyorum. Bu benim planlarımda var ve günün birinde buna erişeceğimi umuyorum. Fakat böyle olsa bile, benliğimin peşi sıra gelmesini isterdim. Güzel bir sabah uyanıp da Tiffany'de kahvaltı ettiğim zaman bile yine kendim olmak isterim."
- Tiffany'de Kahvaltı, Truman Capote.
Bir çift güneş gözlüğü.
- Tiffany'de Kahvaltı, Truman Capote.
1 Nisan 2012 Pazar
Sevgili devekuşu.
“Sevgili devekuşu,
Sürekli seni düşünüyorum. Sabah soğukta yürürken seni
düşünüyorum. Seni daha uzun süre düşünebilmek için bilhassa yavaş yürüyorum.
Akşam, senden başka bir şey düşünebilmek için küfelik olduğum partilerde (ama
içki tam tersi etki yapıyor) seni göresim geldiğinde seni düşünüyorum. Seni
gördüğümde ve görmediğimde seni düşünüyorum. Seni düşünmektan başka bir şey
yapabilmeyi o kadar isterdim ki! Ama beceremiyorum. Seni unutmamı sağlayacak
bir şey biliyorsan bana da söyle.
Hayatımın en kötü hafta sonunu geçirdim. Şimdiye kadar
kimseyi bu kadar özlememiştim. Sensiz, hayatım bir bekleme salonu.
Hastanelerdeki, floresanla aydınlatılan, zemini linolyum kaplı bekleme
salonlarından daha korkunç ne olabilir? Bana bunu yapmak insanlık mı? Üstelik bekleme
salonunda yapayalnızım; ne bana derdimi unutturacak kanamalı ağır yaralılar, ne
bir sehpanın üzerine bırakılmış oyalayıcı dergiler, ne de beni bu bekleyişin
biteceği konusunda umutlandıracak, sıra numarası dağıtan makineler var... Feci
karnım ağrıyor ve beni kimse tedavi etmiyor. Aşık olmak bu işte: Senden başka
ilacı olmayan bir karın ağrısı.
Alice. Bu ismin hayatımda bu kadar önemli bit yeri olacağını
nereden bilebilirdim? Mutsuzluktan söz edildiğini duymuştum, ama mutsuzluğun
adının Alice olduğunu bilmiyordum. Alice, seni seviyorum. Birbirinden ayrılması
imkansız iki sözcük. Senin adın Alice değil, ‘Alice-seni-seviyorum’.
Çok çok efkarlı sevgilin Marc.
- Aşkın Ömrü Üç Yıldır, Frederic Beigbeder
26 Aralık 2011 Pazartesi
Belediye Kütüphanesi.
"Ka Frankfurt'tan dakiklik ve düzenlerine hep hayran olduğu Alman trenlerinden birine biner, pencerenin dumanlı aynasından ücra kasabaların narin kilise kuleleri, kayın ormanlarının kalbindeki karanlık ve sırtlarında okul çantalarıyla evlerine dönen sağlıklı çocuklar geçerken gene aynı sessizliği duyar, bu ülkenin dilininden hiç anlamadığı için kendini evinde hisseder, şiir yazardı. Eğer şiir okumak için başka bir şehre gitmiyorsa her sabah sekizde evden çıkar, Kaiserstrasse boyunca yürüyüp, Zeil Caddesi'ndeki belediye kütüphanesine gider kitap okurdu. "Orada bana yirmi ömür yetecek kadar İngilizce kitap vardı." Bayıldığı 19. yüzyıl romanlarını, İngiliz romantik şairlerini, mühendislik tarihi ile ilgili kitapları, müze kataloglarını, canının istediği her şeyi ölümün çok uzak olduğunu bilen çocuklar gibi huzurla okurdu. Belediye kütüphanesinde sayfaları çevirir, eski ansiklopedilere bakar, resimli sayfaların önünde duraklar, Turgenyev'in romanlarını yeniden okurken kulaklarında bir şehir uğultusu duymasına rağmen içinde trenlerdeki sessizliği işitirdi Ka. Akşamları yolunu değiştirip Yahudi müzesinin önünden Main Nehri boyunca ilerlerken de, hafta sonlarında şehrin bir ucundan öbür ucuna yürürken de aynı sessizliği işitirdi."
-Orhan Pamuk, Kar.
Kar tanesi.
"Bu dünyada ne yapıyorum? diye düşündü Ka. Kar taneleri uzaktan ne kadar zavallı gözüküyor, ne kadar zavallı benim hayatım. İnsan yaşıyor, yıpranıyor, yok oluyor. Bir yandan yok olduğunu, bir yandan var olduğunu düşündü: Kendisini seviyordu, bir kar tanesi gibi hayatının aldığı yolu sevgi ve kederle izliyordu. Babasının bir tıraş kokusu vardı, onu hatırladı. O kokuyu koklarken mutfakta kahvaltı hazırlayan annesinin terliklerinin içindeki soğuk ayaklarını, bir saç fırçasını, gece öksüre öksüre uyandıktan sonra kendisine içirilen pembe renkli şekerli öksürük şurubunu, ağzındaki kaşığı, hayatı yapan bütün o küçük şeyleri, hepsinin birliğini, kar tanesini..."
-Orhan Pamuk, Kar.
-Orhan Pamuk, Kar.
25 Aralık 2011 Pazar
Yol kuşları.
Elimi tuttu. Hırsla çektim elimi, cebimde sigara arandım, buldum, çıkardım, yaktım. Sigarasız elimi tuttu bu kez.
"Çok uzadı," dedi. "Hadi gel girelim içeri, Asya kahve yapsın sana. Hem bak yarın bir sürü işimiz var."
Soluk alamıyordum. Soluk alamıyordum.
Avazım çıktığı kadar bağırdım:
"Dünyanın bütün aşıkları birleşin ulaan!"
Bağırır bağırmaz utandım kendimden. Yavaşça koluma girdi. Önce biraz direndim, ama Asya'yı özlemiştim, eve doğru yürüdük.
İçeri girer girmez, tüm güzellikleri ve gençlikleriyle bakıştılar.
"Elbet biter bu gece, biz de yatağımıza döneriz, sızar elbet Şair, biz sevişiriz," diyorlardı.
Ben orada ne arıyordum?
Ağzımı araladım. Bir şiir vardı aklımda, henüz kimsenin bilmediği bir şiir. İlk kez Asya adının geçtiği bir şiir.
"Son sözünü bana söylemek isteyen biri var mı?" diye başladım.
Yüzlerinde gezdirdim gözlerimi. Bana öyle derin bir sıkıntıyla bakıyorlardı ki.
Ama bir dize daha söylemeye cüret ettim:
"Kalbinde yeşil bir kapı açıcam, tüylerinden dönücem...
Söylediğim anda tıkıştı ağzıma kelimeler, ama dayanamadım, devam ettim:
"Çünkü benim aklım yol kuşlarının tüneyip sessiz sedasız terk ettikleri bir harabedir."
-Murat Uyurkulak, Tol.
"Çok uzadı," dedi. "Hadi gel girelim içeri, Asya kahve yapsın sana. Hem bak yarın bir sürü işimiz var."
Soluk alamıyordum. Soluk alamıyordum.
Avazım çıktığı kadar bağırdım:
"Dünyanın bütün aşıkları birleşin ulaan!"
Bağırır bağırmaz utandım kendimden. Yavaşça koluma girdi. Önce biraz direndim, ama Asya'yı özlemiştim, eve doğru yürüdük.
İçeri girer girmez, tüm güzellikleri ve gençlikleriyle bakıştılar.
"Elbet biter bu gece, biz de yatağımıza döneriz, sızar elbet Şair, biz sevişiriz," diyorlardı.
Ben orada ne arıyordum?
Ağzımı araladım. Bir şiir vardı aklımda, henüz kimsenin bilmediği bir şiir. İlk kez Asya adının geçtiği bir şiir.
"Son sözünü bana söylemek isteyen biri var mı?" diye başladım.
Yüzlerinde gezdirdim gözlerimi. Bana öyle derin bir sıkıntıyla bakıyorlardı ki.
Ama bir dize daha söylemeye cüret ettim:
"Kalbinde yeşil bir kapı açıcam, tüylerinden dönücem...
Söylediğim anda tıkıştı ağzıma kelimeler, ama dayanamadım, devam ettim:
"Çünkü benim aklım yol kuşlarının tüneyip sessiz sedasız terk ettikleri bir harabedir."
-Murat Uyurkulak, Tol.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)