30 Ekim 2011 Pazar

Ben bu aralar...


Sınavlara çalışıyorum.

Bazı hocaları hiçbir zaman sevemeyeceğimi anlıyorum.

Hoca olduğum zaman en azından öğrencilerime "günaydın" demekten vazgeçmemeyi kendime sık sık hatırlatıyorum.

Teslim edilecek kağıtları hep son dakikaya sıkıştırıyorum.

Hala bir tez konusu bulabilmiş değilim.

Paranormal Acitivity 3'e gidebilmek için cesaretimi toplamaya çalışıyorum.

Bana benzeyen, daha doğrusu benim aynım olan adamı kendi kafamda yaratıp yaratmadığımdan emin olmaya çalışıyorum.

Bu adamala çok gülüyorum.

Hep gülüyorum.

Sürekli mandalina yiyorum.

Güzel filmler izliyorum.

Tatil planları yapıyorum.

Okuyorum.

Gündemi takip etmemeye çalışıyorum.

Kedimi özlüyorum.

Güzel sesli insanlarla konuşmanın ne güzel bir şey olduğunun farkına varıyorum.

Kitap yazılarımı bir dosyada biriktiriyorum, bir türlü buraya geçiremiyorum.

Güzel şeylerin sonunun gelmek zorunda olmadığına ikna etmeye çalışıyorum kendimi.

Güzel kitaplar alıyorum.

Güzel kitaplar okuyorum.


Siz neler yapıyorsunuz?

Sıradaki kitap.


Gurur ve Önyargı. Jane Austen

23 Ekim 2011 Pazar

Frankenstein - Mary Shelley


Bazı kitaplar yanlış anlaşılmaya, anlaşılmamaya mahkum sanırım. Frankenstein da bu kitaplardan sadece biri.

Daha önce Twitter'dan duyurmuştum, Sabancı Üniversitesi Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Çalışmaları Forumu'nun (http://genderforum.sabanciuniv.edu/ ) düzenlediği Kadın ve Edebiyat konuşmalarına gidiyorum. Kadın yazarların kitapları üzerinden gidiyoruz, hem bu kadınları hem de yazdıklarını konuşuyoruz. İlk haftanın kitabı, Mary Shelley, hatta tam adıyla Mary Wollstonecraft Godwin Shelley'nin Frankenstein adlı kitabıydı. Konuşmacı, 2 sene önce bir dersini alarak tanıdığım ve büyük olasılıkla dünya üzerindeki en tatlı, nazik ve bilgili kadınlardan biri olan Deniz Tarba Ceylan'dı.

Ben Frankenstein'ı 2 sene önce bir ders için, orijinal dilinde okumuştum ve kendimi o kadar cahil hissetmiştim ki. Bir kere canavarın/yaratığın adını Frankenstein sanan gruba dahildim. Hollywood'un kötü uyarlamalarından tanıyordum bu iblisi. Kitabı okuyunca, belki size biraz cinsiyetçi bir yaklaşım gibi gelecek fakat bir kadının böyle bir metni 1818 yılında yazmasına çok şaşırdım, hayret ettim.

Bir kitabı araya belirli bir süre ki tercihen 1-2 sene en azından koyarak tekrar okumak o kadar farklı bir deneyim ki. Yıllar içinde dikkatinizi çeken şeylerdeki değişimi görmek pek hoş. Ben bu sefer İthaki Yayınları'ndan çıkan Frankenstein'ı okudum. Şimdi de önce biraz yazardan, sonra da kitaptan bahsetmek istiyorum.

Cumartesi günü konuşma esnasında Deniz Hanım, bir kitabı yazarından bağımsız olarak incelemenin kesinlikle doğru olan olduğundan bahsetti ve hemen ardından ekledi, maalesef Frankenstein'de bunu yapmak imkansızdı. Çünkü yazar ve metin arasında öyle noktalar vardı ki, kesişmeleri görmezden gelmek olmazdı. Bu nedenle önce Shelley'nin hayatından bahsetmek istiyorum.

Mary Shelley, İngiliz entelektüel bir aileye doğmuş. Annesi, feminizm ile ilgilenen herkesin bileceğinden emin olduğum Mary Wollstonecraft. Bu ateşli feminist, dönemi için son derece marjinal bir hareketle kızına evlilik bağı dışında hamile kalmış ve ne yazık ki bebeğin doğumundan sadece 10 gün sonra ölmüş. Annesiz büyüyen herkes gibi, bunun izleri oldukça bariz Shelley'nin kitabında. Entelektüel bir aile ve çevre içine doğmuş olsa da Mary klasikleşmiş üvey anne tipinden kaçamamış ve dönemin ünlü anarşist düşünürlerden biri olan babasına sığınmış, onun kütüphanesinden faydalanmış. Daha sonra, kendisi de evli bir adama aşık olup hamile kalmış ve bu hamileliği öğrenen eş, intihar etmiş. Bunun sonucunda Marry Shelley, soyadını aldığı şair Percy Shelley ile evlenebilmiş. Tam emin olmamakla beraber, sanıyorum ki 5 çocuk dünyaya getirmiş ancak bu çocuklardan ancak bir ya da ikisi yaşamış. Bir kadın olarak hayat verdiği çocukların kayıpları da onu derinden sarsmış. Şair eşiyle birlikte, Lord Byron'ın da dahil olduğu entelektüel çevrelerde yer almış ve Frankenstein da böyle bir oturum sırasında ortaya çıkmış. O yıl patlayan bir yanardağ sebebiyle, yaz pek yaz gibi geçmemiş, kötü hava koşulları nedeniyle herkes evlere kapanmış. Eşi ve birkaç arkadaşı ile geçen bu gecelerden birinde herkesin bir korku hikayesi yaratması fikri ortaya atılmış. Mary Shelley'nin başlarda aklına bir şey gelmese de gecesine gördüğü rüya sonucunda Frankenstein, yani ilk bilimkurgu örneklerinden biri olarak kabul gören bu metin ortaya çıkmıştır.

Türkçe baskısında neden kitabın tam adı kullanılmamış acaba? Kitabın tam adı Frankenstein, The Modern Prometheus. Prometheus'un hikayesini bilenler vardır belki aranızda. Benim bildiğim şöyle, Prometheus'un toprağı üfleyerek yaratıklar yaratma kabileyeti vardır. Sonra yarattığı bu yaratıklara ateşi getirmek ister ve getirir. Ancak buna sinirlenen Zeus, Prometheus'u cezalandırır. Cezası ise, bir tepeye bağlanan Prometheus'un kara ciğerini sürekli bir kartal yiyecektir. Ancak her gece karaciğer kendiliğinden büyüyeceğinden, ceza sonsuza dek bu ıstırap içinde devam edecektir. Shelley'nin Modern Prometheus'u kullanmasının sebebi ise bana kalırsa çok açık. Az sonra her şey netliğe kavuşacak.

Frankenstein, yaratığın/iblisin/canavarın artık siz ne demek isterseniz, onun yaratıcısı. Yaratan. Ölü parçalardan son derece canlı, hisleri olan bir şey yaratmış. Ve yalnızlığa mahkum etmiş. Bana kalırsa o ölü kolların bacakların birleşmesi anı değil canavarın yaratıldığı an. O an sadece bir yaratık meydana geliyor. Yalnızlığa terk edildiğinde ise, işte tam da o zaman bir canavar çıkıyor ortaya.

Bu kitap üzerine konuşulacak o kadar fazla şey var ki, maalesef aralarından birkaçını seçeceğim.

Öncelikle kitaptaki kadın karakterlerden bahsedebiliriz, ki zaten sayıca azlar ve pasiflikleri nedeniyle daha da az hissettiriyorlar kendilerini. Genele bakıldığında Safiye haricinde hepsi cinsiyetlendirilmiş kalıplara uygun olarak sakinler, ağırbaşlılar ve en önemlisi sabırlılar. Sorgulamıyorlar, kendilerine verilen bilgi onlara her zaman yetiyor. Safiye de sıradışı bir karakter bana kalırsa. İlk başta farklı geliyor, babasına kafa tutmuş diye ama biraz incelenince onun da çok farklı olmadığı görülüyor. Bir de kitap boyunca aileler hep parçalanmış. Bir zamanlar iyilermiş, mutlularmış, zenginlermiş ama artık durum değişmiş. Burada Shelley'nin kendinden bir şeyler kattığı bariz.

Bana kalırsa bir diğer önemli nokta şu ki günümüzde de buna hala inananlar var... Mesela kadınlar eziliyor diyoruz, hak etmedikleri muamelelere tabi tutuluyorlar diye tepki gösteriyoruz. Ama sanki kaynak tek. Sanki sadece erkekler yapıyor gibi. Bu bence son derece yanlış. Kadının üzerinde çok katmanlı bir denetim/baskı mekanizması var ve buna erkekler, din, devlet vb. birçok yapı dahil. Mesela Justine örneği. Haksız bir suçlamayla karşı karşıya kalıyor. Din adamı suçu kabul etmesini öğütlüyor. Kadının sesini ne devlet, ne erkekler ne de dinin otoriteler duyuyor. O zaman da aynı, şimdi de.

Gelelim yaratığa. Ben hep çok üzüldüm onun için, kitap boyunca. Yalnız kalmak. Hepimizin korkusu değil mi? Ben mesela, çok korkarım yalnız kalmaktan. Yalnızlığın bir yerden sonra tepkiye ve ardından yıkıma dönüştüğünü görebiliyoruz bu kitapta. Ve Victor, Victor Frankenstein. Yaratığın yaratıcısı. O birçok kez uyarılsa da hiçbir şey onu durduramıyor. Tanrı'nın gücünün üstünde görüyor kendini ve yaratan oluyor. Ama gücün kontrolünü kaybetmesi ile beraber onun cezalandırılması da başlıyor. En sona o kalıyor. Ölene dek neredeyse sevdiği herkesin ölümünü izlemek zorunda kalıyor. Acıların en büyüğü. Hak ediyor mu peki? Bilmiyorum.

Bence kesinlikle okunması gereken bir kitap, Hollywood'un kalitesiz yeniden yeniden uyarlamalarına kanmadan.

Sıradaki kitap.


Frankenstein.

17 Ekim 2011 Pazartesi

Kitap Söyleşileri: Londralı Neva ile kitaplar üzerine.


Bu seferki kitap söyleşisinde en yakın ve en eski arkadaşlarımdan biri ile yapmaya karar verdim. Eminim siz de onu en az benim sevdiğim kadar seveceksiniz. Ama her şeyden önce birazcık onunla tanışma hikayemizden bahsetmek istiyorum. Gerçek fotoğraf koyma fikrine alışamıyorum, Neva aşağı yukarı yukarıdaki kıza benziyor ama o genelde bu kadar çok takı takmıyor (:

Yıllardan 1996. İzmir'de bir anaokulu. Bir kız var, elma gibi yanakları, poposuna kadar sarı saçları var. Elbiseleri hep pembe. En sevdiği şey boyama yapmak. En sevmediği, her sabah düzenli olarak serviste kusmak. Diğer kız, esmer, kısacık kıvır kıvır saçları var. En sevdiği çiçek toplamak. En sevmediği ısıran böcekler. Bir oyuncak. Kedi. Paylaşılamıyor. Önce sarışın ağlamaya başlıyor, sonra da esmer basıyor feryadı. Sonra yıllar geçiyor. Artık paylaşamadıkları tek şey, dostlukları.

Okuyan Kedi: Hello Neva, naber?

Neva: Çok resmisin, hayrola?

OK: An itibariyle ciddi bir röportajın baş kişisisin de ondan. Hazır mısın?

N: Hazırım!

OK: O zaman adettendir, kendini tanıtarak başla. Olur mu?

N: Tamam. Öncelikle herkese merhaba! Blogun bir okuyucusu olarak röportajda da yer almak pek hoş, darısı başınıza. Evet başlıyorum. Ben Neva. Londra'da yaşıyorum. Bir şirketin kurumsal iletişim bölümünde çalışıyorum. Antropoloji aslında mezun olduğum bölüm. Kendimi araştırmama vermeden önce biraz özel sektörde çalışmam gerekti çünkü araştırmam bununla ilgili. Bu kadar, sen sor ya böyle zormuş insanın kendini anlatması.

OK: İyi gidiyordun aslında. Neyse tamam. Şimdi genel olarak kitaplardan, okuma alışkanlıklarından bahsedelim istiyorum. Bana göre son derece sıradışı bir okur tipisin.

N: Neden sıradışıymışım?

OK: Burada soruları ben sorarım! Bence sıradışı çünkü takip etme, gerilere doğru iz sürme özelliğin var. Sen bahsetsene bundan biraz.

N: Evet orası öyle biraz. Okuduğum kitapta diyelim başka bir kitap ismi geçiyor, genelde hatta her zaman o kitabı da okurum. Resme bir bütün olarak bakmak hoşuma gidiyor sanırım. Bilmiyorum belki de antropoloji eğitimim yüzünden böyle oldum. Hep bir şeyleri birbiri ile bağlamayı istiyorum, bunun önüne geçemiyorum.

OK: Peki sana bir zararı var mı bu alışkanlığın? Okumanın zararlısı olmaz da, olumsuz bir yanı diyelim.

N: Açıkçası biraz fazla yoruluyorum bazen. Mesela çoğu insan eline bir kirap alır, amaç keyifli vakit geçirmektir. Ben de keyifli vakit geçiriyorum fakat farklı olarak kitabı elime almamla birlikte boş beyaz kağıtlar, post-itler, kalemler de beraberinde geliyor. Sanki her kitap olası bir araştırma konusu benim için. Ben mutluyum tabi böyle ama bazen işte bir metinde çok derinlere inip kaybolduğumu hissettiğim de oluyor.

OK:
Ben aslında bu soruların yanıtını elbette biliyorum 15 senedir tanıdığım için ama okurlar da tanısın seni diye sorucam yine de hepsini (: Bu dediklerin üzerine sanki senin okuyacağın kitaplar hep çok dolu dolu olmalı gibi bir izlenim bıraktın. Mesela hiç mi sadece okumuş olmak için bir bestseller almıyorsun? Hep bir şeyler öğretmeli, ufkunu mu açmalı kitaplar?

N:
Doğrudan evet dersem okurlar benden nefret eder sanırım ne didaktik bu kız diye (: Hem evet hem hayır. Sanırım farklı türden kitaplara farklı yaklaşıyorum. Yani mesela kitapçılardaki çok satan raflarındaki kitapların %95'i ile bir Çehov ya da Pavese kitabını bir tutulmasını beklemek mantıklı değil zaten. Yani ben bir kitaba başlarken az çok ne ile karşılaşacağımı biliyorum,  bu yüzden büyük beklentilere boşu boşuna kapılmadığım için de hayal kırıklığına uğramıyorum, pek.

OK: Son derece açıklayıcı oldu bence. Peki şimdi konuyu değiştiriyorum. Bizim gibilerin, hatta bizim kuşağın bile diyebilirim sanırım artık, hele kitap sevenlerin sorunlarından biri de şu. Aslında o kadar büyük ve içinden çıkılmaz sorunların arasında buna sorun demek dahi naiflik oluyor ama olsun. Mesela sen de ben de evimizden uzaktayız. Kitaplıklarımız da bizimle beraber hareket halindeler ama elbette hepsi değil. Senin durumun daha da fena çünkü sen orada bir sürü kitap alıyorsun ama buraya getirmen zor oluyor. Sonra mesela ben bazen aniden sırf aklıma düştüğü için ya da bir yazı için bir kitaba bakmak istiyorum ama o kitapla aramda yüzlerce kilometre olunca bu mümkün olmuyor. Ne diyorsun bu duruma?

N:
Kesinikle tam da senin dediğin gibi. Ülkeye döneceğim zaman bu kadar kitabı ne yapıcam diye şimdiden kara kara düşünmeye başladım bile. Göçebe hayatı sürdürünce insanın her yerde mini kitaplıkları oluşuyor. Bir de bence şu çok ilginç. Hani hayatınızın belirli bir döneminde sadece bir parfümü kullanırsınız, sonra parfüm değiştirirsiniz, e tabi hayatınızda da değişimler olur. Sonra ne zaman o eski kokuyu duysanız, o günleri en baştan yaşar gibi oursunuz. Aynı şey şarkılar için de geçerlidir. İşte bu mini kitaplıklara bakınca ben de aynı şeyi yaşıyorum. Bunalımlar içinde geçen ayların Sylvia Plath'ları, neşeli günlerin fantastik edebiyat örnekleri... Kişisel tarihlerimiz kitap seçimlerimizde, kitaplıklarımızda saklı bana kalırsa. 

OK: Öyle kesinlikle. Londra'da yaşıyorsun, bu mükemmel bir şey olmalı. Geçen sene geldiğimde her şey mükemmeldi. Londra kitapçılarından bahsetsene biraz. Belki okurlarımızdan birinin yolu düşer, rehberleri ol şimdiden.

N: Londra'da yaşamak gerçekten güzel bir şey. Bu yaş için iyi ama 10 sene sonra hala burada olmak ister miyim, bimiyorum. Kitapçılara gelirsek, bu konuda tek kelimeyle cennet gibi bir şehir. Ben genelde pazarları sabah kahvaltı sonrasında çıkıyorum. Sırf vitrin baksam da yetiyor. Detaylı kitap alışverişleri için iş çıkışlarını tercih ediyorum. Bookmarks bu aralar en sık uğradıklarım arasında. Bir de bildiğin gibi bu aralar Cambridge'e çok sık gidiyorum, oradaki küçük ama sevimli kitapçılar da son derece iyi.

OK:
Bu aralar neler okuyorsun? En son bıraktığımda Rus Edebiyatı içinde iyice kaybolmuştun.

N:
Hala öyle. Şu an Elif Batuman'ın Ecinniler kitabını okuyorum. Batuman gerçekten çok başarılı ama nedense Türkiye'de yeteri kadar tanınmıyor. 

OK:
Bence de öyle. Bu soru da adetten oldu artık, şu an masanın üzerinde yer alan kitapları söyler misin?

N: Şu an öğle arasındayım. Yemeğim erken bitti, şimdi bir şeyler okuycam. Ecinniler evde, şimdi A.S. Byatt'ın A Biographer's Tale kitabı var. Evliya Çelebi ile karşılaşmak ayrı hoş oldu bu kitapta. Öneririm size de. Masamda da senin önerin üzerine aldığım Woolf'un Jacob's room var. Bir de bür sürü kalem, kağıt, iş araç gereçleri.

OK:
Kitap alışverişlerininasıl yapıyorsun peki?

N: İnterneti çok zorunda kalmadıkça kullanmıyorum. Türkçe kitapları ise gelirken getiriyorum. Geri kalan her kitabı da elimle özene bezene seçiyorum.

OK: Peki sen kitap okurken nasıl bir ortamı tercih ediyorsun. Biraz Londra'nın o kasvetli havasından bahset bize. Sen seversin zaten öyle havaları, ben de...

N:
Ah evet! Buranın havası suyu tam bana göre. Evimi çok seviyorum. Gördün sen de. Küçük ama sevimli. Sıcak bir yuva adeta (: En sevdiğim yeri de kocaman pencerenin içine yerleştirdiğim yastıklarım. Sessiz yerleri seviyorum ben sanırım. Bir de Geniş kolları olan, içine gömülebildiğim açık mavi koltuğum. Evet sessiz yerlerde çok dinlenerek okuyabiliyorum fakat kafelerde ya da açık havada da okumama engel olan bir şey yok. Hepsinin yeri ayrı.

OK:
Mükemmel bir söyleşi oldu. Hatta devamını getirmeliyiz bence. Sorulacak bir sürü soru var daha! Çok teşekkürler tatlım.

N:
Ne demek, her zaman. Görüşmek üzere!

15 Ekim 2011 Cumartesi

Memleketimden İnsan Manzaraları - Nazım Hikmet


Nazım Hikmet hep okunabilen bir şey benim için. Yer, zaman, içinde bulunulan durumlar benim için fark etmiyor. Her seferinde kaybolabiliyorum kelimeler arasında. 

Memleketimden İnsan Manzaraları'nı 2007'den beri 3 ya da 4 kere okudum.  En son da bu hafta okudum, biraz konuşalım istiyorum buna dair. Size de iyi gelecektir.

Benim kitabım, Yapı Kredi Yayınları'ndan çıkmış, mavi kapaklı, Ara Güler'in çektiği Nazım Hikmet fotoğrafları bulunan.

Sanırım ben bu kitabı, uzun yolculuklara çıkma arzusunu hissettiğimde elime alıyorum. Çünkü bu bir tren yolculuğu ve satırlar sanki bir trenden dışarıya bakarken gözünüzün önünden akıp giden şehirler gibi dökülüyor, ilerliyor. Nazım neden şiir, uzun bir şiir olarak yazmayı seçmiş memleketinden insan manzaralarını? Bence şiir olarak bıraktığı etki, düz yazının yapabileceğinden çok daha güçlü. Durmuyor, tren tıkır tıkır hep ilerliyor. 

Yerel ağızlar, şiveler, nineler, dedeler... Metin kesinlikle ölü değil. Kendine has bir sesi var Nazım Hikmet'inkinden ayrı olarak, kendi başına. Sanki bu insanlar gerçekten konuşuyor, siz de dinliyorsunuz hem de hiç sıkılmadan. 

Zaman akışına bakacak olursak hep ilerliyor gibi, trenin yol alışı gibi fakat kişiler üzerinden geri dönüşler, geçmiş zamana göz atmalar var. Kesişmeler de çok ilginç bana kalırsa. Mesela iki tren var. İçlerinde farklı yaşamlar var. Trenin restoranında farklı masalar, her masada konuşulanlar... 

Nazım Hikmet'in böyle bir amacı yoktu ya da istese de mümkün değildi diyebilirsiniz ama insan sormadan edemiyor, memleketimizdeki tüm insanlar bunlar mı? Geride kalan, unutulan, gözden kaçan, görmezden gelinenler var mı? Bu soruyu cevaplamayı size bırakıyorum.

Bir önceki yazıda (postta) bir alıntıya yer verdim, kirazlarla ilgili olan. Kitabı her okuduğumda tam da orada kilitleniyorum. Eylemin yoğunluğu, hiç beklemediğiniz bir şekilde gelişmesi. İnanılmaz, tek kelimeyle bana kalırsa. Şuradan bakalım. Gerçek hayat yansıtılmaya çalışılmış diye varsayalım. Sizce bu gerçek mi? Evet gerçek ama bana çok sıradışı geliyor yine de. Hani sanki kitap boyunca akış olağan haliyle devam ederken aralarda bu kiraz olayına benzer şekilde kırılmalar oluyor. Hani gerçeklikten uzaklaşma amacıyla değil de sanki sivri uçlar gibi.

Üzerine o kadar çok söylenecek söz var ki Memleketimden İnsan Manzaralarının, birazını da size bırakmak istiyorum. 

Bu kadar.

14 Ekim 2011 Cuma

Kiraz sepeti.


"Şahende Hanım altmış yaşında olmalıydı.
Elleri kınalıydı.

Bir kiraz sepeti sarsılıyordu
rafta, pencereye yakın.
Dikmişti sepete yuvarlak gözlerini
Derince'den binen gebe kadın.
Sepet Şahende Hanımındı.
Gebe kadının solunda oturan Bayan Emine
fısıldadı cesur
ve biraz da emrederek:
"-Bir iki tutam kiraz verin hanım nine,
tazecik aş eriyor..."
Kızardı ufacık kulaklarının memelerine kadar
eski şapkasının altında gebe kadın.
Fakat Şahende Hanım kımıldamadı.
"Kocakarı herhal sağır," diye düşündür Bayan Emine ve tekrarladı ricasını
yüksek sesle, daha cesur
ve daha çok emrederek...
Fakat Şahende Hanım aldırmadı.
Gebe kadın titriyordu utancından.
Bayan Emine
kocakarının sağırlığından artık emin
bağırdı Şahende Hanımı dürtüp:
"-Hanım ninen... hu..."
Şahende Hanım
kalın kemikleriyle yeldirmesinin içinden sıyrılır gibi
ağır ağır kalktı yerinden,
indirdi sepeti kınalı elleriyle rafın üzerinden ve açık pencereden dışarı
döktü kirazları.
Sonra boş sepeti eski yerine yerleştirip
ve tekrar kalın kemikleriyle siyah yeldirmesinin içine girip oturdu.
Eski şapkası sarsılarak ağlıyordu gebe kadın."

- Nazım Hikmet, Memleketimden İnsan Manzaraları.

Ve bir 'ki üç dört.


Salı günü ilk piyano dersim var! Bir arkadaşım veriyor hem de.
Gelişmeleri sizlerle paylaşırım
(:

9 Ekim 2011 Pazar

Piyano dersi aranıyor!


Yeni arayışlar içerisindeyim.

Piyano çalmayı öğrenmek istiyorum.

Parmaklarım ince ve uzun. Bunun için yaratılmışım.

Tercihen Kadıköy civarlarında bir yerler arıyorum ama işi ciddiye alan bir yer olsun istiyorum. Ücretler nasıl hiç bilmiyorum bir de...

Önerilerinizi bekliyorum!

Daracık bir kaldırım.


1920

25 Ekim Pazartesi (kış saatinin ilk günü)


Neden hayat böylesine trajik; neden böylesine bir uçurumun üzerindeki daracık bir kaldırım gibi. Aşağı bakıyorum; başım dönüyor; sonuna kadar nasıl yürüyeceğim, bilemiyorum. Peki neden böyle hissediyorum: bunu bir kere söyledim ya, artık hissetmiyorum. Ateş yanıyor. Dilenciler Operası'nı dinleyeceğiz. Ama gene de etrafımda dönüp duruyor; gözlerimi kapalı tutamıyorum; bir güçsüzlük duygusu bu; didişememe duygusu. Burada Richmond'da oturmuşum ve ışığım bir çayırın ortasına bırakılmış fener gibi karanlıkta yanıyor. Melankoli azalıyor yazarken. Neden daha sık yazmıyorum bunları? Eh, insanın kendini beğenmişliği engel oluyor buna. Kendi kendime karşı bile başarılı görünmek istiyorum. Gene de pek işin aslını araştırmıyorum. Çocuk sahibi olmamak, dostlarından uzakta olmak, iyi yazmayı becerememek, yiyeceğe çok fazla para harcamak, yaşlanmak. Nedenleri, niçinleri çok fazla düşünüyorum; kendimi çok fazla düşünüyorum. Zamanın çevremde kanat çırpmasındna hoşlanmıyorum.


1921

18 Ağustos Perşembe


İşte! Sinirimin yarısını yazarak attım üzerimden. Zavallı L.'nin çim biçme makinesini aşağı yukarı sürdüğünü duyabiliyorum, çünkü insanın benim gibi karısı olursa onuun kilitli kafesi de olmalı. Isırır! Üstelik dün bütün gününü Londra'da benim için dört dönmekle geçirdi. Ama insan Prometheus ise, kaya sertse, atsinekleri de pis kokuluysalar, minnet, şefkat, bütün bu soylu hislerin hükmü yoktur. Böylece bu Ağustos da ziyan oldu.
Yalnızca benden daha çok acı çekenlerin düşüncesi avutabiliyor beni; bu da bencilliğin abartılmış bir biçimi olacak. Bu iğrenç günleri atlatabilirsem kendime bir zaman çizelgesi hazırlayacağım.
Elim kaşınıyor, sırf onu geçirmek için yazıyorum, onun için saçmalasam da fark etmez. Öyle bir şey ki, eşyanın normal boyutlarına en ufak bir müdahele beni rahatsız ediyor. Bu odayı çok iyi tanıyorum - bu manzarayı da, çok iyi - hepsi bulanıklaşıyor gözümün önünde, çünkü içinden geçip gidemiyorum.

- Virginia Woolf, Bir Yazarın Güncesi

8 Ekim 2011 Cumartesi

Mail adresi değişikliği.


Merhaba,

Bir süre mail adresimde bir sorun yaşandığından bahsetmiştim. Yeni bir tane almak zorunda kaldım. okuyankedi@ymail.com.
Maillerinizi beklerim.

Çok yakında.


Woolf'un günceleriyle dönüyorum.
Az kaldı.