28 Haziran 2013 Cuma

Bizim küçük bahçemiz



Başlıktaki Barış Bıçakçı'nın Bizim Büyük Çaresizliğimiz kitabına yaptığım atıf, önümüzdeki günlerde kitaba dair bir inceleme yazısının blogda yer alacağını işaret etmekte. 

Şimdi gelelim bizim arkadaşımla fakültede oluşturduğumuz küçük cam önü bahçemize. Esasında daha fazla çiçek var kahve kaplarında ve diğer bilumum plastik kaplarda ancak ben büyüme hızlarıyla bizi şaşırtan iki taneyi seçtim. 

Üsttekinin cinsi zinya. Böyle cılız göründüğüne bakmayın, üşenmeyip "zinya" yazıp görsellerde aratın. Öyle şahana çiçekleri olacak işte yakın zamanda. Ve büyüme hızı inanılmaz. Arkadaşım 2.5 liralık tohum poşetlerinde almış ve 1 haftada bu hale geldi. Saksının ortasındaki boru gibi olan şey de bir bitki ama ne olduğunu bilmiyorum, arkadaşım da adını hatırlayamadı.


Bu gördüğünüz ise yeni dünya/muşmula çekirdeklerinin toprağa ekildikten yaklaşık 2 hafta sonraki hali. Galiba güneşi ve bol suyu çok seviyorlar, hızları inanılmaz. Ancak daha büyük bir saksıya aktartılmalarının vakti geliyor. Ben de kayısı çekirdekleri ekmiştim ancak onlar tutmadı. Şu an için biraz deneme yanılma yöntemi ile hareket ediyoruz. 

Bir de yoğurt kabında yaşayan bir fesleğenimiz olsa, o zaman hakkını vere vere minik bir bahçemiz olduğunu iddia edebiliriz.


27 Haziran 2013 Perşembe

Death Note'a dair ilk izlenimler


Daha önce hiç anime izlemedim yine de fikri epey hoşuma gidiyordu. Arkadaşımın önerisiyle, sanki yapacak hiç işim yokmuş gibi başladım Death Note izlemeye. Neyse, şimdilik kendimi frenliyorum, yapmam gereken işler bittikçe ödül olarak izliyorum, sirk hayvanı gibi. Ödül sistemi ile daha verimli çalışıyorum. Bu yazıda spoiler (filmler, diziler, kitaplar vs. hakkında ağızdan kaçırılan detay, izleyici ya da okuyucunun hevesini ve merakını kıran şey) olmamasına dikkat ederek, Death Note ile ilgili ilginç gelenleri ve ilk izlenimlerimi paylaşacağım. Öncelikle konusundan biraz bahsedeyim.

Baş kahraman Light adlı lise öğrencisi, Japonya'da yaşıyor. Çok çok başarılı, ulusal sınavların birincisi. Bir gün okul bahçesinde üzerinde 'Death Note' yazan siyah bir defter buluyor. İlk sayfada, bu deftere ismi yazılan kişinin öleceği yazıyor. İsmi yazıyorsunuz, kişinin yüzünü gözünüzün önüne getiriyorsunuz ve ölüyor. Ölüm şekli hakkında detaylar da verebiliyorsunuz, vermezseniz kişi kalp krizinden aniden ölüyor. Kulağa çok garip geldiğinin farkındayım. Önce inanmasa da sonrasında defteri alıyor ve olaylar başlıyor. Şu ana kadar ilk iki bölümü izledim. Maşallah Light yazdıkça yazıyor deftere isimleri. Bakalım gelecek günler ne getirecek.

Dikkatimi çeken birkaç şey:


  1. Bu anime serisi adalet, suçlu olma, suç vb. kavramları sorgulamanızı sağlıyor Light bu defteri sadece suçluları cezalandırıp (öldürüp) dünyayı daha yaşanılabilir bir hale getirmeye çalışıyor ancak anladığım kadarıyla işlerin zıvanadan çıkmasına çok az kaldı. Bu açıdan bence ilginç bir deneyim sanırım Death Note izlemek.
  2. Ben oldum olası Miyazaki'nin tarzının, çizimlerindeki sevimliliğin hayranı olduğumdan Death Note bana çok karanlık geldi. Görsel anlamda beğendiğimi söyleyemem.
  3. 2003 ve 2006 yılları arasında yayınlanan bu serinin her bölüm 20 dakika civarında, toplamda 37 bölüm var. Bölümlerin kısa oluşu izlemeyi kolaylaştırıyor. Dediğim gibi, daha önce anime izlemediğimden Death Note'da her şeyin hızlı hızlı gelişmesi, uzun diyalogların olmaması başlarda garip geldi, şimdi alıştım.
  4. Dedim zaten, Light elindeki bu defterle suçluları öldürüyor. Şu ana kadar öldürdüğü suçlular arasında hiç kadın olmaması ilginç, belki daha sonra görürüz.
  5. Light'a hep eşlik edense, ölüm meleği Ryuk, onu sadece deftere dokunanlar görebiliyor. Zaten defteri de o düşürmüş insanların dünyasına. Gece 2 cicarında izlediğimde Ryuk biraz korkunç geldi bana ama o benim ödlekliğim de olabilir.
  6. Asya genelinde bizimkine benzer bir lise ve üniversiteye giriş sistemi olduğunu az çok biliyordum, Death Note sayesinde bunu bir kez daha hatırladım. Mesela Light'ın okul sonrası çalışmak için gittiği yer 'dershane' olarak çevrilmiş Türkçe'ye. Sınav stresiyle yoğrulmuş ergenimiz de stresini deftere isimler yazıp insanları ortadan kaldırarak gideriyor gibi.
  7. Serinin wiki sayfasına bakarken Death Note'un bir süre için Çin'de yasaklandığını öğrendim. Sebebi ise öğrencilerin etkilenip ölüm defterleri hazırlamalarıymış. Ve evet, seriden ilham alınıp işlenmiş cinayetler de olmuş ne yazık ki. Bu galiba Pokemon'dan etkilenip "Ben pikachuyum"diye balkondan atlayan çocuğun hazin sonunu andırıyor.
  8. Açılış şarkısını epey sevdim. Jenerik müziği deniyor sanırım buna. Şuradan dinleyebilirsiniz. 
  9. İkinci bölümün sonunda ortaya çıkan L ise heyecanı doruğa çıkarıyor.
  10. Death Note sevip, izleyip bitirenlere Fullmetal Alchemist öneriliyor.


    Bir göz atmanızı öneririm.



    26 Haziran 2013 Çarşamba

    The Container


    The Container'ı yeni keşfettim sanıyordum ki zaten bir süredir lastikli dosyalarını ve minik defterlerini kullanıyormuşum, markaya dikkat etmemişim. Son alışverişim sayesinde tekrar keşfettiğime sevindim. Öncelikle fotoğraftakileri anlatarak başlayayım.

    Bir süredir pasaportum için kılıf arıyordum. Çantadan çantaya, çekmeceden çekmeceye sürüklenirken epey yıprandı. Özellikle uçağa biniş kartlarının da sığabileceği ince uzun bir şey istiyordum ancak bir süre sonra bulamayınca pes ettim, pasaportun kapakları için kılıfta karar kıldım. Sonra da The Container'dan siyah-beyaz-kırmızı şeritliyi buldum. Defter kılıfı olarak da kullanılabilir. Sarı minik zarfımsı şey ise ajandamın arka kapağına yapıştırmak için aldım, böylelikle minik ıvır zıvırları içine koyabileceğim. Defter ise her zamanki ihtiyaç, bunun desenini çok sevdim.

    Pasaport kılıfı ve sarı zarfın yapıldığı materyali daha önce de duymuştum ancak ne olduğunu tam bilmiyordum. Adı "Tyvek". Şurada wiki linki var. Yırtılmayan ve suya, ısıya epey dayanıklı bir madde. Hatta evlerin dış cephe kaplamasında dahi kullanılabiliyormuş. Hem çevre dostu, hem hafif. Geçenlerde de bu maddeden yapılmış bir cüzdan aldım erkek arkadaşıma, şimdilik bir sıkıntı yok, sağlam. 

    The Container yerel bir marka yanlış anlamadıysam, iletişim bilgilerinde adres olarak İstanbul var. Defter, dosya kısacası kağıt ürünleri markası. Ben gerçekten çok beğeniyorum galiba yaptıkları defterleri. İnternet sitelerine bakmadan önce de orada burada gördükçe gözüme çarpıyordu. Sitelerinde "Showreel" tabinin altında ürünlerin tanıtıldığı bir video da var bakmak isterseniz.

    Siteleri pek hoş. Ancak satış noktaları yazmıyor galiba, ya da ben bulamadım. Ben Homer Kitabevi'nden aldım fotoğraftakileri.

    Siteye şuradan ulaşabilirsiniz. Şuradan da Facebook sayfalarına gidilebilir.

    24 Haziran 2013 Pazartesi

    Kalem kutunun içinde ne var?


    Öncelikle, "YETER ARTIK BURASI KİTAP BLOGUé" diyenler, biliyorum epey ortaya karışık bir yere döndü burası ama çok yakında 4 kitabın yazısı burada olacak. Bir de konuk olarak erkek arkadaşım son günlerin popüler kitaplarından biri hakkında bir şeyler yazacak. Az kaldı yani. 

    Şimdi gelelim bugünkü konuya. 

    Bu aralar neden bilmiyorum sürekli video çekmemin gerekliliğine dair mailler alıyorum (: Evet, ben de çok seviyorum envai çeşit video izlemeyi ama ben yapamam sanırım. Diyecek bir şey bulamam, sesim garip çıkar vs. Ama bilmiyorum, belki bir gün ona da el atabilirim. En çok da kalem kutumun içindekileri merak edenler var. Açıkçası gösterecek çok sıradışı bir şeyim yok. Özellikle şu yoğun çalışma temposunda elime geleni atıyorum kalem kutunun içine. "Yüksek lisansta da kalemkutu mu kullanılırmış!" diyenleri duyar gibiyim. Ama kullanmazsam hayat benim için daha da zorlaşır. Dediğim gibi, herkesin bildiği, kullandığı şeyler var bende de. Ama belki birkaç şey önerebilirim. Çok fazla marka adı geçtit, ben nedense rahatsız oldum. Neyse. Başlıyorum.

    1. Kalem kutusu ve gündelik çanta konusunda Eastpak ve Kipling en çok kullandığım, en rahat ettiğim markalar sanırım. Yapıldıkları malzemeden dolayı epey hafifler. Böylelikle ben içlerini tıka basa doldursam da külçe gibi olmuyorlar. Bu kalem kutusu da en sık kullandığım sanırım. Büyükçe bir şey olduğundan çok şey alıyor. İki gözü var, bir büyük (kalemler için), bir de küçük. Bu küçük göz özellikle çok kullanışlı. Kendi içerisinde de daha küçük 3 gözü var. Desenini çok seviyorum.

    2. Bu renkli, yer işaretleyici post-itlerden kaç set bitirdim son 4-5 senede bilmiyorum. İlk başlarda fiyatları epey fazlaydı, artık normale döndü. Büyük olan Post-it markasının, üzerine kalemle yazılabiliyor. Daha küçük olanın markasını bulamadım, ona kalemle not almak mümkün değil maalesef. Siz de kullanmayı düşünürseniz, Morning Glory markasını da öneririm. 

    3. Elbette post-it. Klasik açık sarı. Bunlardan da çok kullanıyorum. Bir de çok güzel bir koyu mavi rengi var şu an satışta, beğenebilirsiniz. Bazen elim kısmen daha ucuz post-itlere gidiyor ancak aldığıma pişman oluyorum. Ya yapışkanı çok az oluyor, ya da tam tersine o kadar güçlü oluyor ki sayfadan parça parça alıp götürüyor. 

    4.  Pek sevimli kitap ayracım. Sevgilimin hediyesi. Mıknatıslı kitap ayraçlarını bu aralar çok sık kullanıyorum, kayıp düşmemesi, özellikle çanta içinde, işime geliyor. Daha önce şurada tanıttığım markanın bir ürünü. 

    5. Bu dev tutma şeylerinden o kadar çok aradım ki, sonunda buldum. Okunacak makaleleri ya da not alma kağıtlarını bir arada tutma konusunda çok işe yarıyor. Aynı zamanda mutfakta da, ağzı açık paketleri kapamak için de kullanılabiliyor. Farklı boyları var. Aman parmağınıza dikkat edin, ben geçen gün sıkıştırdım ve çok feci bir şekilde kan topladı. 

    6. Elbette silgi ve uç. Genelde çok yumuşak uçları tercih ediyorum. Silgi konusunda ise epey farklı markanın ürününü kullanıyorum. Elde yağlı bir his bırakmayan, kağıdı yırtmayan ve boyamayan her silgiye de kapım açık. Ancak Milan'ın o garip kokusuna ayrı bayılıyorum. 

    7. Garip ama uçlu kalem kullanmaya çok yeni başladım. Kendimi bildim bileli klasik kurşun kalem kullanıcısıyımdır hala da mekanik kalemlere elim çok gitmiyor. Şu aralar ise Legami'nin (yazısı yakında) uğur böceklisini kullanıyorum. Bir sürü, çok sevimli başka deseni de satılıyor. Ve işin güzel yanı tahtadan değil de sanırım atık kağıt benzeri bir maddeden yapılmış. Kurşunu ise çok yumuşak. Diğeri ise hepimizin bildiği, Faber-Castell silgili Mercan. Rengi, silgisi bana ilkokulu hatırlattığından bu kalem hep yanımda oluyor. Kurşunu ne çok sert, ne çok yumuşak. Ve tabi bir de kalem traş.

    8. Ataş olmazsa olmaz. Zımbalanmış kağıtları okumak bana çok zor geliyor nedense. Ataç yazasım geldi ama doğrusu ataş sanırım. 

    9. Ve işte en sık kullandığım kalemler. Ballpoint kalemler. Kaygan oluşları ve mürekkepleri kolay kolay akmadığından ve benzeri sıkıntılara sokmadığından çok kullanışlı geliyorlar bana. Fiyatları da epey ucuz tabi. Şimdi size en sevdiklerimden bahsedeceğim, belki siz de bunu bir öneri olarak görürsünüz. Eğer isterseniz sadece bu kalemler hakkında bir post hazırlayabilirim, uçlarını da görebilirsiniz böylelikle. Neyse, soldan sağa şöyle:
    - Bu mavi kalemin markası "Staedtler stick 430 M". 4-5 tane bitirdim sanırım bundan. Ucu ince uzun ve kesinlikle tıkanma yapmıyor. 
    - Bu markayı ise ilk defa kullanıyorum ve çok beğendim. "Claro Hi-Tec 1.0 mm". Ucu biraz kalın ancak çok kaygan. Özellikle saman kağıdın üstünde yürümüyor, koşuyor.
    - Bu Faber-Castell'in yeni bir serisi sanırım. Çok yeni olmayabilir de aslında, çünkü şu an bu kalemin kırmızısını epey bir süredir kullandığımı hatırladım. "Grip 2020-black". Ucu epey değişik, birazcık daha tombul kalemlerle eli daha rahat edenler için ideal. 
    - Ve elbette gönlümün sultanı "BIC medium". Kimseyi onun kadar sevemeyeceğim sanırım. Hem alçak gönüllü hem de kalplerin sahibi.

    10. Bunlar kulak tıkacı ve onları keşfettiğimden beri daha mutlu bir insanım. Genelde sakin bir insan olsam da bazen seslere karşı çok duyarlı ve bir o kadar da sinirli olabiliyorum. Kualk tıkacı maalesef çok geç aklıma geldi ve bana uygun olanı bulmak hiç de kolay olmadı, bu markayı keşfedene kadar 5-6 farklı ürün denedim. Kimi kulağıma büyük geldi, kimi birkaç saniye içinde pıt diye düşüverdi. Bunlar çok iyi ama. Uyurken de kullanıyorum, çalışırken de eğer rahatsız edici bir ses varsa ortamda. Farklı boyları var, bu iyi bir şey. Azıcık ıslatıp kulağa takınca sabitleniyor. Markası "Otifleks", ben eczaneden almıştım. 

    11. Renkli kalem bu aralar çok fazla kullanmıyorum ama bunları yanımda bulunduruyorum. Pembe olan Paper Mate'in bir ürünü, şurada hakkında daha detaylı bir yazı bulabilirsiniz. Sağındaki ise Muji'den aldığım bir keçeli kalem setinin bir üyesi.

    12. Ve basmalı kalemler. Bunlar en sık kullandıklarım sanırım. Onları da soldan sağa anlatayım:
    - Bu çok sevimli kalemin bir hikayesi var ama sonra anlatmak istiyorum. Bir Morning Glory Kalemi. Ucu ince uzun ve 0,5.
    - Bu kalemi yeni aldım ve hala alışamadım sanırım. Biraz fazla ağır tutma yerindeki metalden dolayı ancak şöyle güzel bir yanı var. Yumuşak ya da sert yazım için ayarlayabiliyorsunuz. Esasında çizim kalemi zaten, ben öyle biliyorum. "Faber-Castell TK-FINE VARIO L 0.7".
    - Bu kalemi pek kullanan görmüyorum ama ben çok seviyorum. Kalem tutuş yeri ince olunca daha mutlu olanlardansanız, sizin için ideal. "Faber-Castell, TK-FINE EXECUTIVE 0.5"
    - Ve klasik tombul Faber-Castell. Bu kalemlerden de o kadar çok alıp kaybettim ki. Kullanımı kolay geliyor bana. Bu kalemi sevenlere aynı tasarımın ballpoint (tükenmez kalem) olanını da öneririm. Mürekkepleri satıldığından, yenileyip yenileyip kullanabilirsiniz uzun süre. Epey hesaplı oluyor o zaman.
    - Ve en sevdiğim, uğurlu kalemim. Zaten o kadar eski ki. Ama bir aralar çok popülerdi ve bütün güzel kızlarda olurdu. Başına bir şey gelirse çok üzülürüm, umarım gelmez. "Tombo SV-0.5 LX"

    13. Yanlış hatırlamıyorsam bir diğer "That Company Called If" ürünü. Minik mıknatıslı sayfada yer işaretleyicilerden. Bir paketten 6 tane çıkıyor sanırım. Mektup içlerine minik hediyelik olarak koymak için alıyorum bunlardan, nasıl olduysa bana da kalmış bir tane. 

    14. Ve minik bellek. Bugüne kadar 7 tane kaybettim bunlardan. Rekor sanırım bende. Bunun da kapağı yok zaten bir süredir ortalarda. Ama bunun rengi çok güzel, umarım kayıplara karışmaz.

    15. Şimdi ortadaki kalan grubu (5 numaralı dev klipsin altında) numaralandırmayı unutmuş olduğumu farkettim. Onlardan da bahsedeyim, soldan sağa:
    - Asistan olarak derslere girdiğimden tahta kalemi mutlaka oluyor yanımda, bu Edding marka. Arada da çıkarıp gizli gizli kokluyorum.
    - Stabilo'nun bu serisini gerçekten çok seviyorum. Özellikle makale okurken işaretleme ve alt çizmede çok işime yarıyor. En sevdiğim rengi ise bu koyu bordo. Uçları bir süre sonra yumuşuyor ama ben o halini de seviyorum sanırım. "Stabilo Pen 68" yazıyor üstünde, zaten her yerde satılıyor.
    - Stabilo ile babamın Almanya seyahetleri sayesinde tanışmıştım yıllar önce. Hala da severim. Bu fosforlu kalemlerine ise bayılıyorum. Bilirsiniz, fosforlu kalemlerin rengi ve parlaklığı illa azalır bir süre sonra. "Stabilo Luminator XT"de ise öyle bir durumla karşılaşmıyorsunuz. Arka haznede ıslak mürekkep olduğundan, renkler hep canlı. (Tam bir reklam cümlesi oldu). Her neyse, özellikle klasik sarı fosforluyu denemenizi öneririm. Bu mavi biraz fazla koyu geldi bana. 
    - Siyah ince uzun ise Pentel'in çizim yapanlar için hazırladığı bir seriden. Serinin adını hatırlamıyorum ama kalemin üstünde şöyle yazıyor "Color Pen Fine Point #S360-101". Uçlarda hiçbir bozulma olmuyor, ben çok beğeniyorum. 

    Her şeyden kısa kısa bahsetmeye çalıştım, umarım sıkıcı olmamıştır. Eğer severseniz belki çantamın içini de ortaya dökebilirim. 

    22 Haziran 2013 Cumartesi

    Sarı kedi

    Merhaba,

    Daha önce hiç böyle bir amaç için kullanmamıştım blogu.

    Arkadaşım bugün iki gözü görmeyen, yavru sarı bir kedi bulmuş. Ağlayarak koşuyormuş. Başına daha kötü bir şey gelmemiş iyi ki. Acaba bu yakışıklıya evini açmak, onun uzun uzun sevmek, geceleri beraber uyumak isteyen olur mu? Benim bugüne kadar tanıdığım tüm sarmanlar hep çok iyi huylu, bol bol gırıldayan kedilerdi. Bu da eminim öyledir. Eğer biri çıkar da "tamam, benim kedim olabilir, beraber yaşayabiliriz" derse, sarı yavrudan belki daha çok ben müteşekkir kalırım.

    Gözleri görmeyen bir kediyle beraber yaşamak nasıldır bilmiyorum. İsterseniz sizin için öğrenebilirim, siz de yakınınızdaki bir veterinere sorabilirsiniz. Dünyanın en zor işi olacağını sanmıyorum.

    Eğer imkanınız varsa lütfen bunu bir düşünün.

    Teşekkür ederim.

    Happily Ever Paper

     



    Yeni keşfettiğim bir markadan bahsetmek istiyorum size, Happily Ever Paper. Bahsettim, geçen gün psikologa gittim. Ofise girmeden önce farkettim ki yanımda defter yok. Bir şey yazacağımdan değil de, bana defter almak için bahane olsun yeter ki. Koştum hemen birkaç saniye içinde minik bloknot benzeri bir şey aldım. İncelemek için sonradan açıp baktığımda ise ba-yıl-dım!


     Kırtasiye yazıları yazmayı pek çok pek çok seviyorum. Yeni bir marka ararken iyi ki Happily Ever Paper çıktı karşıma. İlk olarak isimlerine bayıldım zaten. Sonra sitelerine girince gerçekten çok çok iyi bir iş çıkardıklarını anladım. Anladığım kadarıyla 'çevrecilik' en esaslı ilkelerinden biri bu markanın. Yaratıcılık ise hemen beraberinde geliyor. Kullanıcıların kendilerini farklı ve özel hissetmemeleri imkansız gibi. Sitelerine ise şuradan gidebilirsiniz, onun da tasarımı pek hoş. Ne demişler hemen karşınıza çıkan ilk sayfada?

    "A notebook is not a mere collection of some papers. It is not an organization of wandering
    random sheets. A notebook is something to think about and to write about. Not just to write in. Happily Ever Paper gives a clear answer to the question: When creativity comes together with craftsmanship, is it possible to change the definition of notebooks?"


    Hemen tercüme etmeye çalışayım. Pek güzel bir çeviri olmazsa da kusura bakmayın.

    "Bir defter sadece sayfaların gelişi güzel bir araya getirilmesi demek değildir. Başıboş kağıtların bir düzen dahilinde toparlanması değildir. Defter, hakkında düşünülesi ve yazılası bir şeydir. Sadece yazmak için varolmamıştır. Happily Ever Paper şu soruya son derece net bir cevap verir: Yaratıcılık el işçiliği ile bir araya geldiğinde, defterin tanımını değiştirmek mümkün müdür?"
     
    Tasarım konusunda pek bir şey bilmem, anlamam da. Buna rağmen Happily Ever Paper defterlerini görünce bu sefer konunun yine defter olmasına rağmen bir şeylerin değişmiş olduğunu görebiliyorum. Sorularına cevabım "evet" bu yüzden.
     
    Peki neler var koleksiyonlarında ve ben en çok neleri beğendim? Öncelikle kendi defterini kendin tasarladığın "selfbook" fikri çok hoşuma gitti. "Renew All" serisi ise çevreciliğinden ötürü en asil duyguların en insanlarına hitap ediyor, benim aldığımda minik defter de onlardan biri. Ve elbette "Incognitio"lar. Onlar çok ayrı ilginç. Ben sanki bu defterlerden İstanbul Modern'in mağazasında görmüştüm. Ama pek emin de değilim, belki karıştırıyorum.

    Siteden alışveriş yapabiliyorsunuz hem de nerelerde bu defterlerden bulabileceğinizi öğrenebiliyorsunuz. Markaya dair bir röportaja ise şuradan ulaşabilirsiniz.


    20 Haziran 2013 Perşembe

    Psikologa gitmek ya da gitmemek


    Bugün hayatımda ilk defa psikologa gittim. 'Psikologa' mı yoksa 'psikoloğa' yazılır ondan da emin değilim bu arada. Her neyse, sebebim ise, kısaca, uzun süredir devam eden sürekli endişe haliydi. Daha önce de buna benzer sıkıntılı ve garip dönemler geçirmiştim ancak sanırım ilk defa kendimden bu kadar bezmiş olacağım ki birilerinden yardım alma ihtiyacı hissettim. Bu yazının amacı da kendi sorunumdan bahsetmek değil, 'psikologa gitme eylemi' üzerine birkaç şey söylemek.

    Bugün olaylar şöyle gelişti. Randevum 11'deydi. Uyandım, kahvaltı ettim. Hiç gerilmedim, kafamın içinde olası sorulara kendimce cevaplar vermedim. Düşünmemeyi bile düşünmedim. Garip bir şekilde sanki her günkü bir şeymiş gibiydi. Bence bu iyi oldu, gerilmedim. Psikolog genç, pek sevimli bir kadındı. Önce benden form benzeri bir şey doldurmamı istedi. Genel bilgilerin yanı sıra, 1-5 skalasında değenlendirmem gereken bazı ruh halleri ve sosyal ilişki durumları vardı. Son zamanlarda hissettiklerim üzerinden tamamlamam gerekiyordu. Bu arada dikkatimi benim oturduğum koltuğa yakın duran selpak kutusu çekti. Ağlamak garipsenmiyordu demek ki bu odada.

    İlk soru geliş sebebimle ilgiliydi, kısaca cevapladım. Sonraki 45 dakika boyunca çoğunlukla ben konuştum, psikolog hiç yorum yapmadan sadece seansa yön veren sorular sordu. Tavrı, mimikleri yargılamaktan ya da şaşırmaktan çok uzaktı. Kendimi çok rahat hissettim. Bundan sonra bir süre boyunca her hafta buluşup 45 dakika konuşmaya karar verdik.

    Aslında bu yazıyı, orada bir yerde okuyan ve canı herhangi bir şeylere sıkkın olanlar için yazdım. Sorun ne olursa olsun, insan bazen kendisinden de yoruluyor. Bu durumda bırakın kendimize yardım etmeyi, farkında olmadan daha da çetrefilli hale getiriyoruz işleri. Eğer imkanınız varsa, çok vakit geçirmeden psikolojik destek ihtimalini de düşünün derim ben. Belki çevreniz anlayışlı ve sizi her an dinlemeye hazır insanlarla dolu. Benim öyle esasında, ancak aranızda herhangi bir bağ olan kişiye ne tarafsız bir şeyler anlatmanız mümkün, ne de onların tarafsız bir şekilde size yorum yapmaları. Her şeyden önce, bu işin eğitimini almış, davranış bilimi konusunda uzman birileriyle konuşmak kendi kendinize doğru soruları sormanızı sağlıyor.

    Ben bugünkü 45 dakikalık konuşmadan sonra tüm kaygılarımda kurtulup yepyeni bir insan oldum mu? Elbette hayır. Ama eğer devam edersem işe yarayabileceğine inanıyorum ve biraz da bunu yapabildiğim için kendime aferin diyorum.  Umarım bu kısa yazı, psikologa gitmek konusunda varsa çekincelerinizi biraz da olsa azalmıştır. Psikologlar siz konuşurken içinden "salağa bak, ahaha ne de komik şeyler anlatıyor" demek için değil, sizi yoran şeylerle baş edebilmeniz için varlar. En azından ben böyle düşünüyorum.

    Umarım çok didaktik bir yazı olmamıştır. 

    17 Haziran 2013 Pazartesi

    Plastik kaplardan bahçe yaratmak


    Galiba tez yaza yaza tamamen aklım gitti. Her gün yeni bir uğraş buluyorum kendime. Bulduklarım arasında en sevdiğim, en gelecek vaat eden bu mini bahçe oldu. 

    Nereden esti peki? Kavurucu yaz sıcakları öncesinde bahçelerin en güzel vakti şimdi. Bizim okulun bahçesinde ortancalar kendilerinden geçtiler, ağaçlar yemyeşil, beton çatlakları arasından bile turuncu minik çiçekler çıkıyor. Etkilenmemek imkansızdı. Ben de yemekhanede meyve konulan plastik yuvarlağa, bir de plastik bardağa bir şeyler yerleştirdim. Ekmedim, yerleştirdim. 

    Soldaki yuvarlak plastikte çok değişik bir kaktüs türü var. Çok etli, elips şeklinde yapraklardan oluşuyor. Bir saksıyı çok hızlıca doldurabiliyor. Ona komşu olarak yol kenarında bulduğum, yoncanın biraz daha etlisi bir şey var. Pembemsi gövdesi var. Sağ bardakta ise ortanca. Çok çok iştahlı pembe ortancadan minik bir dal çaldım. Ondan pek umudum yok açıkçası, bardak da çok dar zaten. Bakalım, tutarsa bir mucize olur. 

    Annemin ailesi toprakla uğraşıyor, ben de kendimi bileli kasabaya gidip geliyorum. Açıkçası kendimi daha bilgili bilirdim bu konularda, yanılmışım. Umarım bu minik bahçe büyük bir fiyaskoyla sonuçlanmaz. Ev bitkileri konusunda deneyimlilerden, komşunun petunyasından en az bir dal çalmışlığı olanlardan yardım bekliyorum.

    13 Haziran 2013 Perşembe

    Alternatif Çalıkuşu okumaları

    Euphoric en son hazırladığım listelerden birine yorum yapınca ve yorumunda Çalıkuşu'ndan bahsedince aklıma geldi. Kütüphanede kendi kendime güldüm. Siz de gülün diye anlatıyorum.

    Epey güzel, büyük kütüphanesi olan bir okulda okudum ilk 8 seneyi. Çok da sevimli kütüphaneciler vardı. Yılların getirdiği deneyimle öğrencilere önerdikleri kitaplar hep çok yerinde ve uygun olurdu. Ben o zamanlar da çok cool bir çocuk olduğumdan liseli abi ve ablaların bölümüne geçer, oradan kitaplar alırdım. Böyle anlatınca da kendimi 50li yaşların ortasında hissettim. Neyse.

    Bu ne çıkarsa bahtıma kitap seçimlerimden birinde Çalıkuşu'nu seçmiştim. Daha önce hiç duymamış değildim. Babaannem onda kaldığım gecelerde nedense hep bana, 10 yaşında bir çocuğun aklının alabileceğinin çok ötesinde, çok acıklı hikayeler anlatırdı. Çalıkuşu da elbette onlardan biriydi. 

    Ben aldım, okuyorum. Zaten tuğla gibi de bir kitap. Yer yer anlamıyorum, atlıyorum derken bitti. Sonra, yıllar sonra, kitaptan bahsederken acı gerçekle yüzleştim. Ben kitabı İnkilap Kitabevi'nin basımından okumuştum. Diliyle epey oynamış olsalar da arada "mamafih" gibi benim o zamanlar anlamından habersiz olduklarım da vardı. Ve bolca vardı. 

    Çalıkuşu'nun hikayesini ben şöyle anlamıştım: Mamafih Çalıkuşu'nun dadısının adıydı. Roman da dadı'ya yazılan mektuplardan oluşuyordu. Hatta romanın en önemli karakteri Çalıkuşu değil de dadıydı. 

    Böyle anlatınca tekrardan komik olmadı. Ama ilk aklıma geldiğinde komikti. Gerçekten.

    10 Haziran 2013 Pazartesi

    Okunası 'kalın' kitaplar


    Kalın kitaplardan gözü korkanlardan mısınız? Korkmayın. Bazı şeyleri açıklaması uzun sürüyor olabilir. Yazar lafı uzatmayı seviyor olabilir. Korkup güzel şeylerden mahrum kalmayın. Benim sayfa sayısına bakmadan tekrar tekrar okuduklarım şöyle, listenin tamamı için şuradan:


    1. Rüzgar Gibi Geçti - Margaret Mitchell
    2. Sefiller - Victor Hugo
    3. Moby Dick - Herman Melville
    4. Monte Kristo Kontu - Alexandre Dumas
    5. Ulysses - James Joyce
    6. Anna Karenina - Leo Tolstoy
    7. Gülün Adı - Umberto Eco
    8. Jonathan Strange & Mr. Norrell - Susanna Clarke
    9. İlahi Komedya - Dante Alighieri
    10. Gülliver'in Gezileri - Jonathan Swift
    11. İlyada - Homer
    12. Altın Defter - Doris Lessing
    13. Ecinniler - Fyodor Dostoyevski
    14. The Magus - John Fowles
    15. Büyük Umutlar - Charles Dickens
    16. Savaş ve Barış - Leo Tolstoy
    17. Candide - Voltaire
    18. Geceyarısı Çocukları - Salman Rushdie
    19. Harry Potter serisi - J.K. Rowling
    20. Yüzüklerin Efendisi serisi - J.R.R. Tolkien