27 Ekim 2012 Cumartesi

O gün hayatı boyunca ilk kez kar gördü.

"Görünürde hiçbir değişiklik olmadığı, her şeyin tekdüze yaşandığı günlerde Buck, havanın yavaş yavaş soğuduğunu hissediyordu. Bir sabah geminin pervanesi durdu ve heyecanlı bir hareketlilik başladı. Buck ve diğer köpekler gemideki bu hareketliliğin farkına vardılar. Ne olduğunu anlamaya çalışırken, François geldi, hepsinin boynuna birer ip bağladı, onları güverteye çıkardı. Buck adımını atınca, çamura basmış gibi oldu. Hırlayarak ayağını geri çekti. Yerdeki bu beyaz çamur gökyüzünden dökülüyordu. Buck, anlam vermeye çalışarak başını indirip kokladı, sonra yaladı, dilinde önce soğuk, ardından yakıcı bir etki bırakı ve hemen suya dönüştü. Ne olduğunu bir türlü anlayamadı. Birkaç kez aynı şeyi yaptı. Çevreden izleyenler bu haline çok güldüler; Buck neden güldüklerini anlamadı ve utandı. 
O gün hayatı boyunca ilk kez kar gördü."

- Jack London, Vahşetin Çağrısı.

Vahşetin Çağrısı - Jack London

Bu tatilde biten bir diğer kitap Jack London'dan Vahşetin Çağrısı oldu. Bir diğer Bordo Siyah kitabı, Dünya Klasikleri serisinden.

Kitap Call of the Wild adı ile ilk olarak 1903 yılında yayınlanmış. Valla ben çeviri hakkında falan yorum yapmak istemiyorum da daha baştan kitabın adının çevirisi çok yavan olmamış mı? Ha derseniz sen bir alternatif bul, ben de bulamadım. Ama eleştirmek için illa da elimizde daha iyi bir öneri olmak zorunda değil. Vahşetin Çağrısı kulağıma hoş gelmedi. Her neyse... 

Jack London adını duyunca ben çıtayı çok yükselttim galiba. Kitap kötü mü? Hayır değil. Etkileyici, sürükleyici vs. Bir baş yapıt mı? Maalesef hayır. Neden neden neden demeden önce biraz kitaptan, hatta önce yazardan bahsetmek lazım.

Jack London Griffith Chaney adıyla San Francisco'da 1876 yılında doğmuş. Fakirlik içinde yaşadıktan sonra denizcilik yapmış, ama hep okumuş. Şimdi neredeyse tüm kadınların peşinden koştuğu kültürlü serseri tipinin ilklerinden sanırım. Jack London iyidir özetle.

Kitap, köpek kitabı dostlar kabaca tarif etmek gerekirse. Buck'ın hikayesi. Annesi çoban köpeği, babası St. Bernard. Antartika'da, altına hücum yılları. Neye ihtiyaç var? Çıkarılan altınların yerleştirildiği kızakları çekecek köpeklere. Köpekler kıymetli yani. Buck da onlardan biri. Ancak kızak köpeği olmasının hikayesi farklı. Bir zengin evinden kaçırılıyor, pat bir hengamenin ortasında buluyor kendini. Sonrası olaylar olaylar...

Çok dokunaklı bir kitap. Bu kelimeyi de hiç sevmem ama kullandım işte. Dokunaklı, içiniz cız ediyor vs. Buna rağmen hiç sıkılmadım desem yalan olur. Yalan da iyi bir şey değildir. Aslında kısa da bir kitap. 136 sayfa. Baştan sona karlar içinde, köpeklerin hikayesini dinlemekten sıkıldım desem, sen ne vicdansızmışsın dersiniz. Öyle değil. Ben ki köpeği kedisi, her birini ağızlarından öpen biriyim. Hatta belki bu durum bile yormuştur beni okurken hayvanların çektiği eziyet düşünülünce. Bilemiyorum. Galiba bir şeyleri tahmin ettim kitabı elime aldığımda.

Şöyle ki nasıl tahmin ettim. Nasıl tahmin ettim bilmiyorum da bu kitabın içinde bolca acı çeken köpek olduğunu tahmin etmiştim. Ondan biraz tereddür ettim zaten. Ben hafta sonları aile filmi adı altında yayınlanan, illa ki bir hayvanın da başrollerden birini kapmış olduğu, ve büyük ihtimalle ya o hayvanın öldüğü ya da doğaya geri döndüğü filmleri de hiç izleyemedim. Beni üzen şeylerden kaçma eğilimim var. Maalesef ilişkilerimde geçerli değil bu kural. Ne diyordum, acıklı köpek sahnelerini tahmin ettiydim. Sonra aralarından birinin mutlaka sıyrılacağı da aşikardı ilk on sayfadan sonra. Sonu da ya çok çok acıklı ve aynı zamanda onurlu bir ölümle taçlanacaktı ya da köpek arkadaşımız, Buck, özgürlüğü seçecekti. Çok yanılmadım. Yanılsam daha çok sevebilirdim.

Yine de değinmek istediğim birkaç nokta var. Öncelikle şu Social Darwinism denen meret öylesine aşikar ki bu kitapta. Social Darwinism ne derseniz, ki Darwin'le alakası yok. Esasında var da Darwin'in savunduğu bir görüş falan değil, size şöyle özetlerim: büyük balık küçük balığı yer. Küçükler birleşir büyüğü mahveder derseniz de size gülerim, yok öyle şey. İşte bu Social Darwinism daha çok güçlünün zayıfı yendiği ve bu durumdan kaçış olmadığına inanılan toplumsal bağlamlarda öne çıkıyor. Hani ırklara uygulayalım derseniz, zayıf ırklar her zaman yenilmeye mecburdur gibisinden. Saçmalığını bir yana bırakırsak epey ilginç esasında. Her neyse, işte Vahşetin Çağrısında'da bu doğa kanunları işliyor. Güçlü değilsen ölüyorsun. Bu ne demek oluyor, ortama en hızlı ayak uyduran kazanıyor. Direkt kazanmasa da o gün de ölmüyor. Buck tam da bu duruma uyuyor, bu ortama uyum sağlama ve sonrasında egemen güç oluşuna giden sürece adım adım şahit oluyorsunuz. Soylu bir köpek iken, düştüğü kurtlar sofrasında tam bir vahşi oluyor, bununla da yetinmiyor lider olmak için öldürüyor da öldürüyor. 

Kitap köpeğin ağzından anlatılmıyor. Anlatıcı bir insan. Ancak kitapta anthromorphize tekniği kullanılmış. Yani hayvanlara insani özellikler yüklenmiş. Sanki insanmışlarcasına yorumlar yapılmış roman boyunca. Zaten tüm romandan köpekleri çıkar, isimleri değiştir insanlar yerleştir her şey yine tıkır tıkır işliyor, kızak çeken insanları görmezden gelirsek. 

Bir diğer ana tema ise köklere/öze dönüş. Buck evriminin sonunun ormanların içi ve bir kurt sürüsüne dahil olması çok manidar. Yalnız kurt, yalnız kurt olmadan bir süre önce zaten ormanın derinliklerinden gelen sese kulak kesilmeye başlıyor. Bir noktadan sonra da daha fazla karşı koyamıyor. Genelde yalnız avlanıyor, bazen de sürüye geri dönüyor. Biz ne yapıyoruz? Sürümüz nerede, biz neredeyiz? Sürüden ayrılıp sonra tekrar geri dönmemiz kolay oluyor mu? Nasıl karşılanıyor? Zaten bu öz kavramı da ilginç. Mesela okla avlanmak Buck'ı inanılmaz bir biçimde harekete geçiriyor. Kan kokusu da aynı şekilde. Öz dediğimiz avcılık ve toplayıcılık ile geçinen ilk insanlar mı? Buck'ın yerinin süslü ev bahçeleri olmadığı kesin.

Özetle, okuyun. Çocuklara da okutun bence. Nasıl yorumlarlar bilemiyorum ama iyi bir yaz tatili ya da ara tatil kitabı olabilir. Ciddi ciddi okumayı düşünenler varsa, şu Social Darwinism şeysine internetten göz atsınlar. Onu bilerek okumak büyük fark sağlıyor. E tabi bir de, tüm kitabu baştan aşağı yönetilen insan ve getirdikleri, götürdükleri vs. düşünerek de okuyabilirsiniz. Çeşit çeşit okuma denemeleri yapabilirsiniz bu kitap üzerinden, farklı noktalara odaklanarak. Ne demiş London, "Güç eli sopalı olandadır".

26 Ekim 2012 Cuma

Sergüzeşt - Samipaşazade Sezai

"Çerkezü'l-asl, dokuz yaıda kul cinsi bir esireyi ilelü'l-eskamdan salim olarak Harput Mal Müdir-i sabıkı Mustafa Efendi'nin haremine kırk aded lira-yı Osmani mukaabilinde füruht ettiğimi mübeyyin işbu senedim bi't-tahrir hanım-ı mümaileyhaya teslim kılındı. 
Esirci Hacı Ömer"


Tatilin biten ilk kitabı Sergüzeşt oldu. Her ne kadar çok keyif aldığımı söyleyemesem de kesinlikle üzerine söylenecek çok şey olan bir roman.

Bundan herhalde 6-7 sene önce, Migroslarda büyük sepetlerin içinde Bordo Siyah yayınlarının kitapları satılırdı. Biz de annemle birkaç tane almıştık. Bu kitap da onlardan biri işte. Fiyatı da 2.990.000 TL. Dün Twitter'da bir nabız yoklamak istedim, bu yayınevi ile ilgili. Çünkü hakkında çok fazla şey duyuyordum. Anladığım kadarıyla uygun fiyatları bir yana kitaplardaki yazım hataları, çeviri bozukluklarından epey şikayetçi çoğu kişi. Galiba Sergüzeşt ilk okuduğum kitap bu yayınlardan. Ben en çok gerekli gereksiz düşülmüş dipnotlardan rahatsız oldum. "Herif", "adilik", "mizaç" kelimelerinin bile açıklanması bana garip geldi. Her neyse, biz geçelim kitaba.

163 sayfalık bu roman, yayın evinin tercihi üzerine 30 sayfalık bir açıklama ile başlamış. Fena da olmamış bence. Yazar, eser ve dönem hakkında yüzeysel de olsa bazı temel bilgiler ile başlıyor. Buradan da yazarın hayatı hakkında bir şeyler öğreniyoruz. Sezai Bey 1859 yılında İstanbul'da doğuyor, son derece varlıklı bir aileye ve bir konağa. Servet-i Fünun dergisinde yazıları yayınlanmış, 1937'de de İstanbul'da vefat etmiş. Anladığım kadarıyla, hayatına dair çok da fazla bir şey kalmamış geriye.

Çok fazla yazacak şey var, nereden başlasam?

Öncelikle şunu da bir kez daha fark ettim. Ben galiba kitap okumak kadar okuduğum kitap üzerine yazılmış şeyleri okumaktan da zevk alıyorum. İşte bu nedenle, iyi ki Güzin Dino'nun şu yazısı karşıma çıktı. Ama önce kısa bir özet vermek lazım.

Bir aşk hikayesi. Maceralı. Sergüzeşt de zaten macera demekmiş. Kafkasya'dan 9 yaşlarındayken getirilen bir küçük esir. Adı Dilber. Dilber esasında ilk hanımının ona verdiği isim, gerçek adını hiç öğrenmeyeceğiz. Üç farklı evin esiri oluyor. İlki kötü, sonraki iyi. Kendi kızları gibi bakıyorlar. Sonrasında bu evin küçük beyi Celal Bey'e aşık olunca, aşkı karşılık da bulunca Dilber'e yine yol görünüyor. Yolculuk Mısır'da bir sarayda son buluyor. Aşıklar kavuşamayınca ne olur? Ya mecnun olurlar ya da ölü. Celal Bey avare avare dolaşırken bir de beyninde kötü hastalık çıkıyor, Dilber'in ölümü ise daha kısa ve acısız oluor, Nil'in suları onu yutuyor. Sezai Bey Nil'in sularının Dilber'in vücudunu hürriyetine götürdüğünü söylüyor bize. Belki de öyledir. Orasını burasını geçelim de, kavuşamayan aşıklar ölüyor, içimiz rahat olsun. O yüce aşka leke meke sürülmüyor.

Sergüzeşt öyle çok da bilinen bir eser değil bana kalırsa. İlginç olan, buraların edebiyatında bir ilki gerçekleştirdiğine inanılan bu romana gerekli ilgi gösterilmemesi. Gösterilen ilginin ise birazcık sınırlarını aşması. Nedir? Denir ki Sergüzeşt bizim edebiyatımızın realist özellikler gösteren ilk romanıdır.  Diğer bir deyişle, gerçekçiliğe geçişe önemli adımı atandır. Gerçekten öyle mi peki? Dino çok iyi cevaplar veriyor bu argümana karşı. Bu konulara girmeden başka bir şeylerden bahsetmek istiyorum.

Sergüzeşt ya da Sezai Bey denince akla hemen Namık Kemal de geliyor, belki biraz da Ahmet Mithat. Bana kalırsa Sergüzeşt'i okuduktan sonra, daha önce okuduysanız dahi bir kez daha İntibah ya da Araba Sevdası'na göz atmak isteyaceksiniz. Sanki bu dönem romanları yapboz parçaları gibi birbirlerini tamamlıyorlar. 

Sezai Bey'in diline gelecek olursak, süslü, benzetmeler ve tasvirlerle dolu. Ama ona bir kere realizmin bizim buralardaki babalarından biri demişiz, bu benzetmeleri farlı anlamlar yükleyerek okuyoruz. Gözüme romantizmin laf kalabalığından farklı bir şeyler gibi görünüyor. Peki gerçekten o kadar farklı mı? Buna da birazdan değineceğim, Dino'dan yardım alarak. 

Sergüzeşt acıklı bir hikaye. Nokta atışı gibi hüzünlendiğiniz yerler. Yani sanki yazar oturmuş da demiş, hop şimdi ağlatıyorum, hop şimdi şurada gözler dolsun. Bilmiyorum, acıklı geldi acıklı gelmesine de bir türlü dahil olamadım ben bu hikayeye. Belki bu iki farklı dönem Tanzimat romanlarında sıklıkla görülen iyinin kötüyle savaşı beni sıktı. Çünkü nedir, iyi insanlar vardır, kötü insanlar vardır. Ama kötüler diğer tüm kötülerin kopyasıdır. İyiler de aynı şekilde. Misal, alın Dilber'in ilk hanımını koyun onun yerine esirciyi, hiçbir şey değişmez. Çok şematik ve tektiplerdir çünkü. 

Dilber neden esir oldu? Özlediği annesi ölü mü diri? Bu sorular hiç yanıt bulmuyor, benim gibi okuyucuların da aklına akılıp kalıyor. Bir de bence epey ilginç bir anlatıcı var romanda. Hani nasıldır, dışarıdan bir göz olan anlatıcı genelde anlatır, olan biteni iletir biz okuyucuya. Sezai Bey'in öyle bir anlatıcısı var ki, coşkulu mu coşkulu, aferin denecek yerde ilk o diyor. Birine kızılacaksa sövgüye ilk o başlıyor. Dilber'in hali ise onu mahvediyor. Hadi size bir görev, bir soru: Böyle anlatıcaların yeri var mı realist romanlarda? Üstüne düşünmesi iyi bir nokta bu.

Tanzimat romanlarının aceleciliği (belki de acemilik demeli buna) dikkatimi çeker hep. Yazar heveslidir, artık yeni bir anlatım türü olan romana sahiptir. Yazmak büyü bir tutkudur, yazmasa delirecektir. Ama bir türlü dengeyi tutturamaz. Ya tasvirlerden geçilmez, başınız döner konakların bilmem kaçıncı Louis dönemine ait koltuklarından ya da İstanbul'un tepelerinden izlenen mehtaplardan fenalık gelir. Bana diyaloglar hep az gelir. Bu insanlar hiç mi konuşmaz yahu? Hadi bakışıyorsunuz anladık, haremlik-selamlık, edep, örf adet de azıcık da dile gelin be dostlar. Köşk, konak, manzara tasvirleri karın doyurmuyor. 

Adettendir, gelin bir de bu romanda kadının yerine, yurduna, adına, sanına bakalım. E tabi marksist-feminist bir bakış açısı, söylem beklemiyordunuz değil mi Sezai Bey'den? Ben de beklemiyordum. Kadınımız düşmüş, kadınımız yine yine çaresiz. E zaten kör göze parmak dercesine bu kadın, Dilber, bir köle, esir. Daha ne diyelim. Aslında birazcık daha bir şeyler denebilir. Şöyle ki, hani aşk yüceydi, leke sürülemezdi, Celal Bey tüm o asaletine soyluluğuna rağmen tevazü gösterip, lütfedip bir esire aşık oluyordu ya, e zaten bu demek değil mi annesinin kuzusu Celal evin bir eşyasına aşık oluyor? Sezai Bey'in de hakkını yemeyelim, sık sık Dilber'in Celal'in oyuncağı olduğuna parmak basıyor. Kınıyor mu? Sanmıyorum. Dediğim şu ki, Celal çok aşık, Celal aşkından ölüyor. E peki Dilber'in evin hanımı tarafından esirciye geri verildiğini duyduğunda neden hemen acaba o şimdi kimin oldu diye düşünüyor? Birinin olmak, yeni sahipler, mülkiyet... Kadın burada eşya değil de ne? Ama o köle diyebilirsiniz. Ben de size derim ki, kim köle değil yahu? Ha, bir de komik bir şey söyleyeyim size, Dilber ki bir esir, bir köle, Celal Bey'in ona taktığı lakap şahane: Kleopatr.

Kadın dedik, erkeklerden bahsetmezsek olmaz. Ben biraz şeye değinmek istiyorum. Bu bizim romanlarda, filmlerde sevdiği kadına kavuşamayınca (bu kavuşmak da problemli bir terim. kavuşamadığından mı mahvoluyor yoksa sahip olamadığından mı?) delirme ritüeli epey tanıdık. Erkek adam neden deliriyor bu durumda? Deliriyor ama nasıl? Aklın kaybı geliyor benim hemen aklıma. Bir kayıp. Bir iktidar alanının kaybı. Kadınının kaybı ilk kayıp ise bunu ikinci bir iktidar alanının kaybı izliyor. Darbe üstüne darbe. Nedense akıl kaybı güç kaybı ile hiç ilişkilendirilmiyor gibi geliyor bana. Nedense.

Romana birazcık daha geri döneceksek, Sezai Bey'in bir taktiğini sevdim. Şimdi Celal Bey neden delirdi? Çünkü Dilber başka bir yere yollandı, ortadan kayboldu. Nerede olduğunu bilememek, hiçbir şey yapamamak da delirtti Celal Bey'i. Bu noktada biz okur olarak sadece Celal Bey'in ona buna saldırmalarına şahit oluyoruz. Biz de onun gibi Dilber'den hiç haber almıyor, ve merak ediyoruz. İşte bence bu Sergüzeşt'i döneminin diğer eserlerinden birazcık da olsa farklı bir noktaya koyuyor.

Şimdi Güzin Dino'ya ve onun incelemesine geri dönelim.

Dino'nun da belirttiği gibi, iki ana konu var bu romanda. Birincisi kölelik. ikincisi ise evlilik özellikle de farklı sosyal sınıflara ait bireylerin izdiviçları ki bu izidivaçların gerçekleştiğine pek şahit olamıyoruz. Bu iki konuyu bir yana bırakalım, Dino'nun sorusuna dönelim. "Sergüzeşt bizdeki realist romanın başlangıcı mı?" Sezai Bey bir konakta yaşamış, onların da esirleri olmuş. Şahit olduklarını yazmış bu romanda bir bakıma. Peki gerçekleri görüp bir şekilde onları kağıda dökmek, realist yazar olmaya yetiyor mu? Bence önemli diğer bir soru da bu. Dino bazı örnekler veriyor romanın romantik akımdan nerelerde ayrıldığına dair. Mesela Celal Bey ve Dilber birbirlerine ilk görüşte aşık olmuyolar, biraz zaman geçiyor. Evet çok tasvir var bu romanda ancak belirli bir amaca hizmet ediyorlar. O tasvirleri alıp attığınızda, bir şeyler eksik kalıyor. Dino da diyor ki, bu romanın realist bir roman sayılması zor çünkü esaslı eksikleri var, "şeyler" realist bir biçimde ortaya konmuyor. Ancak bu eserin Edebiyat-ı Cedide'nin yolunu hazırladığı da bariz. 

Peki o eksikler ne? Şöyle ki, Dino da diyor bunları, evet böyle şeyler olagelmiştir kesinlikle. Yani evin küçük beyi mutlaka güzel esir kızlardan birine gönlünü kaptırmıştır. Ona eyvallah. Ama sonrasında olaylar böyle mi gelişmiştir? Gerçek hayatta kişiler böylesine yavan ve sinik tepkiler mi vermişlerdir? Dino şöyle diyor, Sezai Bey fikirlerini yaşayan gerçek tiplerle ve olaylarla ortaya koymadı. Hayal ettiği tip ve olaylarla romanesk bir konu meydana getirdi. Ve de ekliyor, Sergüzeşt o devrin canlı vesikası değil.

Gerçekçi bir anlatım var mı bu romanda? Evet var. Ancak esirlerin hayatları tasvir edilirkenki gerçekçilik, Celal Bey ve Dilber'in aşkına gelince aynı oranda gerçekçi kalmıyor, kalamıyor. E tabi bir de tipler, tiplemeler. Dino bu konuda emin, diyor ki Sezai Bey tip yaratma konusunda Namık Kemal ya da Ahmet Mithat'tan öteye gidememiştir. Ancak ilginç olan, Celal Bey'in psikolojik özellikler taşıyan ilk yerli tiplerden biri olması. Dino'ya hak verdiğim bir diğer konu ise şu oldu: Celal Bey'i konak hayatı dışına taşıyamıyor Sezai Bey. Belki bunun sebebi, kendisinin de konak dışında oldukça tecrübesiz olmasındandır. E konak hayatı haricinde bir şeyler anlatamıyorsa bize roman, biz kalkıp da ona nasıl realist roman diyelim?

E sonuç olarak, Dino Sergüzeşt'in kısmen realist bir roman olduğunu söylüyor. Katılıyorum. 

Güzin Dino, Samipaşazade Sezai Bey ve Sergüzeşt


Güzin Dino'u bilir misiniz? Sergüzeşt'i okumuş olun ya da olmayın, bence şu yazıya bir göz atın.

25 Ekim 2012 Perşembe

Sergüzeşt'ten anonim bir türkü



Bugün Samipaşazade Sezai'nin Sergüzeşt'ini okudum. Celal Bey avare bir halde sevdiğini ararken bir rençberin söylediği bu anonim türküye denk gelir. Sözleri şöyle, pek hoş.

Ah! aman küçücüğüm,
Pek geldi göreceğim!
Ahd ettim, aman ettim
Yoluna öleceğim.

Yokuştan yoruldun mu?
Sözüme darıldın mı?
Sen bana yar olalı
Boynuma sarıldın mı?

Şimşir yaprağın dökmez
Muhabbet gönülden gitmez,
Bu gözler seni gördü
Başkasına hayır etmez.

Arka kapak yazıları: Cesur Yeni Dünya - Aldous Huxley


“Cesur Yeni Dünya” bizi “Ford'dan sonra 632 yılına götürür”. Bu dünyanın cesur insanları kapısında “Cemaat, Özdeşik, İstikrar” yazan Londra Merkez Kuluçka ve Şarlandırma Merkezi'nde üretilirler. Kadınların döllenmesi yasak ve ayıp olduğu için, 'annelik' ve 'babalık' pornografik birer kavram olarak görülür. Toplumsal isikrarın temel güvencesi olan şarlandırma hipnopedya -uykuda eğitim- ile sağlanır. Hipnopedya sayesinde herkes mutludur; herkes çalışır ve herkes eğlenir. “Herkes herkes içindir”.

“Cesur Yeni Dünya”nın önemi yalnızca ardılları için bir standart oluşturması ve karamsar bir gelecek tasarımının güçlü betimlemesiyle değil, aynı zamanda 'birey yok edilse de süren macerasının' sağlam bir üslupla anlatılmasıyla da ilgili. Huxley, yapıtını ütopya geleneğinin kuru anlatımının dışına çıkarıp 'iyi edebiyat' kategorisine yükseltiyor.


İthaki Yayınları
349 sayfa
Çeviren: Ümit Tosun

21 Ekim 2012 Pazar

Görme Biçimleri - John Berger

Bazı kitaplar kalıcıdır bazı kitaplar ise değildir. Çok fena bir genelleme mi oldu? Durun o zaman biraz daha anlatmaya çalışayım derdimi. Şöyle ki, daha önce birçok yazımda da bahsettiğim üzere, annemin kütüphanesini pek severim. Onun kitapları bir başkadır. Kitap seçimleri mi demeliydim? Geneli onun üniversite zamanında aldığı kitaplardan oluşur. Daha doğrusu, benim ilgimi çeken kısım o kitaplardan oluşur. Nereden baksak, bu demek oluyor ki 20-25 yıl önce alınmış kitaplar bunlar. Ben ki, yirmilerimin başındayım, bu kitapları hala okuyorum, akademik makalelerimde kullanıyorum, seviyorum, öneriyorum... Bu kitaplarda bir şey var demek ki. Zamana karşı direnme gücü. Bu güç nereden gelir ki?

John Berger'in Görme Biçimleri de bu kitaplardan biri. Girdiğim kitapçılarda ne zaman Metis'ten çıkan yeni basımlarını görsem, aklıma annemin eski ama yılmamış Görme Biçimler'i gelir. İşte, benim elimde bulunan kopya yine Metis Yayınları'ndan, 1986 basımı. Garip bir şekilde, kitap arka kapak yazısı, kitabın ön yüzünde (çünkü arka kapakta görsellere yer verilmiş). Çok okundu ama hala tek parça.

Görme Biçimleri, Berger'in BBC için hazırlamış olduğu televizyon dizisinde bazı parçaların derlenmesinden oluşuyor. Orijinal eser Ways of Seeing adıyla, 1972 yılında Penguin Books tarafından basılmış. Türkçe çevirisi ise Yurdanur Salman tarafından yapılmış. Şimdilerde kitap raflarında yer alan Görme Biçimleri'nin Türkçesi ne alemde bilmiyorum ancak benim elimdeki kitabınki biraz sıkıntılı. Terimlerde özellikle bu sıkıntı. Umuyorum ki tekrar gözden geçirilmiştir.

Berger ilk sayfalarda, tahminen ilk olarak dizinin sonrasında da kitabın hazırlanmasında yatan amacı bir sorular süreci başlatmak olarak açıklıyor. Peki ne hakkında bir sorular süreci? Kitap öncelikle ve belki de temelde bakma eylemi üzerine yoğunlaşıyor. Bakmak, görmek, imgeler... Benim aklımda en çok kalan bölüm ise sanırım erkek ve kadının tarih boyunca farklı kültürel sunumları oldu. Bu farklı kültürel sunum biçimlerinin kaynakları, uygulama alanları ve içselleştirdiklerimiz... İçselleştirdiğimizden ötürü gözümüze çarpmayan ayrıntılar, göremediklerimiz...

"Bakmak bir seçme edimidir" diyerek söze başlıyor Berger. Ve ardından imgeler geliyor. İmgeler ki yeniden yaratılmış ya da yeniden üretilmiş görünümler. Tüm imgelerin insan tarafından meydana getirildiğinin altını çizmekte de fayda var. Bu da demek oluyor ki, her imgede bir görme biçimi yatıyor. 

Bu kadın-erkek meselesinin üzerinde biraz daha duracak olursak, anahtar kelimemizin "gaze" olduğunu öne sürebilir ve gaze kavramını Türkçe'ye kabaca bakış olarak çevirebiliriz sanıyorum. İşte bu iki cinsin birbirlerine bakışlarındaki farklılıklarını Berger sanat tarihi ve sanat eserleri üzerinden iredelemeye çalışıyor. Bu iyi oluyor, çünkü okuyucu somut örnekler üzerinden ilerleyebiliyor Berger'in argümanı boyunca.

Bu argümanın en can alıcı kısmına dalmak isterseniz, size kadın ve erkeğin birbirlerini inceleme hallerinden bahsedebilirim. Bu incelemede iktidar kimde? Kim kendisine izin verildiği ölçüde karşısındakini inceleyebiliyor? Berger'e göre, erkek kadını daima izliyor, farklı haller ve konumlarda tahayyül ediyor. Her şeyden önce bunu yapma hakkı ve imkanı var. Kadın ise erkeğe baktığında ancak kendisinin izlenmesini seyredebiliyor. "Erkekler davrandıkları gibi, kadınalrsa göründükleri gibidirler. Erkekler kadınları seyreder, kadınlarsa seyredilişlerini seyreder." (s. 47) Kadın neden karşısındaki erkeği izleyip de ardından yargılayamıyor? Berger kitap boyunca, kadın ve erkeği kültürel varlıklar olarak ele alıyor. Bu nokta önemli. İzleme eylemi esnasında bu ön koşul daha da önem kazanıyor.

Bu izleme eylemi de oldukça ilginç elbette. Pencerinizden sokaktaki insanları izlemek de izlemek, birebir birine daha dikkatli bakıp belirli yargılara varmak da izlemek. Bu esnada kendimizi ne olarak ve nerede konumlandırdığımız önem kazanıyor. 

Benim Berger'in bu çalışmasında ilgimi çeken diğer bir kısım ise çıplaklık ve nü karşılaştırması oldu. Kitapta görüşlerine yer verilen Kenneth Clark, çıplaklığı giysisiz olmakla bir tutuyor. Nü ise, bir sanat biçimi, çıkış noktası değil. Ve elbette resmin ulaştığı bir görme biçimi. Mesela Avrupa sanatında  kadın çıplaklığı ve bu tasvir edilişin altında yatanlara kafa yoruyor Berger. Bakmanın ve görmenin farklı halleri üzerine odaklanıyor, soruların ardı arkası kesilmiyor. Kadın erkek arası eşitliksiz, cinsiyetçi ilişki ile de sınırlı kalmıyor, reklamların renkli dünyasına dek uzanıyor.

Reklamlara gelecek olursak, kitabın büyük bir bölümünü kapsamıyor bu konu. Ancak tarihte daha önce insanın bu denli kalabalık imge ve mesaj yapmuruna tutulmadığına dikkat çekiliyor. Ve elbette reklam bir isyasal olgudur deniyor. Öyle bir siyasal olgu ki ele geçirme gücünden başka bir güç tanımıyor. 

Siyaset, edebiyat ve estetik kavramları arasındaki çarpık ilişkiye kafa yoran bir akademi emekçisi olarak, sanırım Berger'in şu sözü bir süre daha kafamı kurcalamaya devam edecek. "Geçmişin tüm sanatı bugün siyasal bir sorun olarak karşımızdadır."





10 Ekim 2012 Çarşamba

Kütü kütü kütüphane.

Merhaba herkese,
Esasında bu yazıyı geçen hafta yazmıştım ancak sonra bin türlü iş sebebiyle bloga pek bakamaz oldum. Zaten koyduğum görseldeki yazılar da okunmuyormuş. Sevgili Mimosa şu linki yollamış, orada da bir liste var. Hürriyet gazetesi şu kütüphaneleri ilk ona yerleştirmiş:

1. Atatürk Kitaplığı / İSTANBUL
2. İSAM / İSTANBUL
3. Milli Kütüphane / ANKARA
4. Boğaziçi Ü. Kütüphanesi / İSTANBUL
5. Bilkent Ü. Kütüphanesi / ANKARA
6. Süleymaniye Kütüphanesi / İSTANBUL
7. Beyazıt Devlet Kütüphanesi / İSTANBUL
8. İnebey Eski Yazma Eserler Küt. / BURSA
9. Kadın Eserleri Kütüphanesi / İSTANBUL
10. Bölge Yazma Eserler Kütüphanesi / KONYA


Siz kütüphaneye gidiyor musunuz?

6 Ekim 2012 Cumartesi

Mavi Tilki - Sjón

Dedim ya, ağır gribim bu aralar. Bir an iyi oluyorum, sonra yine başlıyor tatsız, boğazımı acıtan bir öksürük. Az da uyuyuorum bu aralar. Hem zamankinden daha az. Beş saatlik uyku fazla gelir oldu. Anlamıyorum neden. Bana çok vakit kalıyor, orası doğru da bir an gelecek de bu birikmiş yorgunluk çok fena patlayacak diye de korkuyorum bir yandan. İşte yine bu az uykulu gecelerin sabahından birinde taa geçen sene Ekim’de okumaya başlayıp yarım bıraktığım bir kitabı bitirdim.

İtiraf etmek lazım. Ben bu kitabı kapağına bayıldığım için aldım. Ne yazarı duymuştum öncesinde ne de kitapla ilgili bir şey çalınmıştı kulağıma. Sonra ne oldu, Doğan Kitap da bu kapak tasarımlarının beğenildiğini anlamış olacak ki, aynı tür ve çizgide devam etti. Mesela bu aralar elimden düşürmediğim Akşam Yemeği de bu tasarım serisinden. Tasarım ise Geray Gençer’e aitmiş. Ben sadece neden kapakta Björk’ün “Büyüleyici bir roman” yorumuna yer verilmiş onu anlamadım. Tamam, Björk ile bir geçmişi var yazarın da, bilmem, bana biraz gereksiz geldi. Basım yılı ise 2011. İngilizce’den çeviren ise Omca A. Korugan. Çeviri ortalamaydı bana kalırsa.

Yazar Sjón, asıl ismi ise Sigurjón Birgir Sigurðsson. Postmodern yazar olarak biliniyor. İzlandalı. Bu arada İzlanda ne yapıp edip günün birinde gideceğim ülkeler listemin ilk sıralarında yer alıyor. Sjón epey ünlü anladığım kadarıyla. Doğan Kitap’ın sitesinde dediğine göre, yazar Mavi Tilki ile Nordic Council Edebiyat Ödülü’nü kazanmış. Björk’ün rol aldığı Karanlıkta Dans’ın şarkı sözlerinin de yazarıymış aynı zamanda. Bunla da kalmamış, film Oscar’a aday gösterilmiş. İzlanda edebiyatının önde gelen isimlerinden biri olduğunu eklememe gerek yok herhalde.

İlk olarak şunu söylemeleyim, kitap mükemmel. Ben çok sevdim. Peki neden bir yıl ara verdim okumaya? Çünkü başlarda hiç ilgimi çekmedi, tempo düşüktü ve beni sarmadı. Keşke birazcık daha sabretseymişim. Bir kırılma ve çözülme noktası var ki ortalarda bir yerde, şaşırıp kalıyorsunuz. Esasında incecik bir roman bu. Hemen bitiveriyor, keşke bitmese diyorsunuz.

Av ve avcı. Tarihin ilk ve en eski oyunu. Kurallar belli. Kovalamaca nefes kesici. Ve son. Yeni oyun başlayana dek verilen kısa ara.

Avcının adı, Peder Baldur Skuggason. Av ise mavi tilki. İzlanda’nın soğuk düzlüklerinden ikisi de ilerliyor. Baştan aşağı karla kaplı bir roman. Burada böyle bir kovalamaca devam ederken diğer tarafta ise Fridrik ve Abba var. İşte galiba en etkileyici olan da onların hikayesi. Biliyoruz ya çeşit çeşit aşk var, bir de onlarınkini okumak çok iyi geldi.

Anlatıcı, mekan sıklıkla değişiyor. Zaman ise birkaç gün atlıyor, geri dönüyor, tekrar ilerliyor. Bir bakıyorsunuz dişi tilkinin zihninin içindeyken hoop bir anda olmuşsunuz peder. Bu ilginç bir okuma deneyimi yaşatıyor, ilk başlarda biraz alışma zorluğu çekerseniz, normal. İlk on sayfadan sonra seyre kaptırıyorsunuz kendinizi. Hani “şiirsel bir dil” tabiri vardır ya ve birileri bunu tanımlamanızı istese sizden, çok da başarılı olamazsınız çünkü kelimeler her zaman o kadar da yardımcı olmazlar. Ancak Mavi Tilki’yi okuduktan sonra şiirselliğin ne demek olduğunu hissediyorsunuz.

Iceland Review’da yer alan incelemede ise ilginç bir detayın altı çizilmiş. “Sjón engages in intricate wordplay such that much must be lost in translation. The original title, for example, is Skugga-Baldur, which is a malicious creature from Icelandic folklore, half cat, half fox, but in the story it is also the name of one of the main characters, Rev. Baldur Skuggason, the fox hunter.” Şuradan tam metne ulaşabilirsiniz.

Bana ilginç gelen bir diğer nokta ise olay yılı olarak 1883 verilen bu romanda avlanmak için yola koyulan pederin kıyafetleriydi. Soğuk memleketlerde yaşamak böyle bir şey olsa gerek. Siz de bir okuyun. “Peder Baldur sıkı giyinmiş olduğu için şanslıydı. Annesi, Nal Valdimarsdottir giydirmişti onu tilki avı için. Giydiği kalın, el dokuması iç çamaşırlarının kumaşı öyle sıkıydı ki çamaşırlar kendi başlarına ayakta durabilirdi; bunların üstüne giydiği iç gömleği tavşan derisindendi; iki yün kazağından biri ince, diğeriyse çok kalındı; Danimarka malı pantalonun altında üç çift örgü çorap vardı; ve ayakkabıları tıraşlanmamış fok derisindendi. Bütün bunların üstüne de deri pantalon ve çift sıra balina kemiği düğmeli deri palto giymişti.” (s.85)

Kitabın geneli bir yana, sonu öyle akıllıca getirilmiş ki, takdir ediyorsunuz.

Kıssadan hisse, bence bu kitabı alın bir okuyun. Hem sizinkinden bambaşka bir kültür ile karşılaşacaksınız hem de ilginç bir iki hikayeye şahit olacaksınız. Ve evet, hala oralarda bir yerlerde iyi şeyler yazanlar var.


Gülümseyişiyle dünyanın mutluluğunu ikiye katladı

"Enfiyeyi burun deliklerindne birine götürüp bütün gücüyle içine çekti. Konuşma da böylece sona ermiş oldu. Aşçının oğlu hapşırıklarla uğraşırken Fridrik sundurmaya doğru gitti. Çömelip kapağı açtı ve içeri baktı. İçerisi loştu ama yaz gecesi Fridrik'in gözlerini karanlığa alıştırmasına yetecek kadar ışık yolluyordu çatıdaki tahtaların arasından. Tutuklu kadının siluetini bir köşede seçebildi.

Toprak zemine oturup bacaklarını dosdoğru ileri uzatmış, bir bez bebek gibi bükülüp kucağındaki tepsinin üzerine eğilmişti. Küçük ellerindne birinde tuttuğu patates kabuğunu, balık derilerini ve ekmeği toparlamak için kullanıyor, sonra onları parmaklarıyla tutup ağzına götürüyor ve dikkatle çiğniyordu. Teneke bardaktan bir yudum alıp yüksek sesle iç geçirdi. Fridrik bu bedbaht yaratığa yeterince bakmış olduğu hissine kapıldı o an. Kapağı kapatmak isterken elini büyük bir gürültüyle duvara çarptı. Köşedeki siluet onu fark etmişti. Başını kaldırıp Fridrik'le göz göze geldi; gülümsedi ve gülümseyişiyle dünyanın mutluluğunu ikiye katladı.

Ama daha Frdirik başını eğerek karşılık vermeden kızın yüzündeki gülümseme kaybolup yerini öyle trajik bir maskeye bıraktı ki Fridrik gözyaşlarına boğuluverdi."

- Sjon, Mavi Tilki.

5 Ekim 2012 Cuma

Sylvia Plath'ın Şairliğinin İntiharı Bağlamında Analizi - Nilgün Marmara


“Umarım böylesine emsalsiz ve belirgin bir konuda, şiirlerini ölüm kavramını derinden algılayarak yazmış ve intiharında da sanatındaki kadar başarılı olmuş bir kadının analizini yapabilme konusunda başarısız olmam.”


Bugün, boş günüm. Yani okula gitmiyorum. Cumaları böyle. Ben de genelde uyuyabildiğim kadar uyuyup sonrasında kalkıp kahvaltıdan sonra elime bir şeyler alıp okuyorum. Bazen tez için bazen de sırf kendi keyfim için. Tez için okuduklarım keyifli değil sanılmasın, sadece biraz daha ciddi okumalar oluyorlar genelde.

Bugün daha önce de bir kere okuduğum, Nilgün Marmara’nın 1985 yılında, Boğaziçi Üniversitesi Batı Dilleri ve Edebiyatları bölümüne lisans mezuniyet tezi olarak sunduğu çalışmayı okudum. Yazılmasından tam yirmi yıl sonra Dost Körpe Türkçe’ye çevirmiş, Everest Yayınları tarafından da basılmış.

Bir aralar dört kadına fena halde sarmıştım. Virginia Woolf, Tezer Özlü, Nilgün Marmara ve Sylvia Plath. Birbirlerinden hem çok farklı hem de benzerdiler bana kalırsa. Hala bu dört isimden birini gördüm mü, biraz durup, düşünmeden edemem. Bu nedenle belki de bu tez benim için önemliydi. Çok merak ettim, buldum, okudum, tekrar okudum. Kafamda sorular belirdi, eleştirdiğim noktalar da oldu. Şöyle ki...

Yetmiş sayfalık bir inceleme bu. Bence kitap tasarımı oldukça başarılı. Daktilo fontunun hem kapak hem de sayfalarda kullanılması, sanki metnin, hatta bir belgenin aslını elinizde tutuyormuşsunuz hissini veriyor. Çeviri iyi. Ancak, bu ve benzeri edebiyat incelemesi/analizi metinlerde de karşılaşıldığı üzere, Türkçe okumak biraz yorucu hatta yer yer kafa karıştırıcı olabiliyor. Bunda elbette benim bugüne dek tüm edebiyat teorisi okumalarımı İngilizce kaynaklardan yapmış olmamın payı büyüktür. Terimlerin, kavramların karşılığını bulmada zorlandım. Bunun haricinde, çeviri konusunda Körpe elinden geleni yapmış bana kalırsa.

Girişte Marmara amacını şöyle açıklıyor: “Bu tez, Syliva Plath’ın şairliğini intiharıyla birlikte ele alır, yani tarihsel açıdan intiharı bağlamında analiz eder.” (s.1) Emin olun ki bir şairin daha doğrusu bir sanatçının eserlerinin yazarın kendisi/yaşamı/eylemleri göze alınarak incelenmesi Rus Biçimcileri çok rahatsız ederdi. (Bkz. Viktor Shklovsky, “Art as Technique”) Tez beş bölümden oluşuyor. Marmara ilk olarak Sylvia Plath’ın şairliğinin dahil olduğunu iddia ettiği Gizdökümcü Tür’ü (Confessional Art) açıklamakla başlıyor. İkinci bölümde, Plath’ın intiharı ile sanatsal yapıtı arasındaki ilişki inceleniyor. Üçüncü bölümde ise kadın şairlerin ortak yönleri ve Plath’ın şiirlerinde bu noktaların ne kadar yer aldığı tartışılıyor. Açıkçası benim teorik olarak en zayıf bulduğum, ve olmaması gereken genellemelere yer verildiğini düşündüğüm bölüm bu oldu. Dördüncü bölümde Plath’ın düzyazıları ve şiirleri karşılaştırılıyor. Sonuç öncesi son bölümde, önceki bölümlerin çıkarımları sonucunda Plath’ın kimi şiirleri inceleniyor.

Açıkçası şeyden emin olamadım, acaba benim elimdeki metin tezin tamamı mı, yoksa basıma uygun hale getirmek adına ya da başka bir sebepten ötürü bir kısaltılmaya mı gidilmiş? Çünkü böylesine bir konu için gereğinde fazla kısa buldum ben bu tezi. Evet lisans tezi ve çok da uzun, detaylı, kapsamlı bir çalışma beklememek lazım ancak yine de sanki bir şeyler çok üstü kapalı geçilmiş, kimi açıklamalar yapılmamış, bazı argümanlar öne sürülmüş ancak örnekleri eksik vs. Diğer bir deyişle, ben eğer lisans tezi yazacak olsam ve bu konuyla gitsem, bölümlendirmem aynen böyle olsa, tez danışmanım büyük olasılıkla önerimi ve fikrimi çok beğenir ancak bir lisans tezi için gereğinden fazla kapsamlı hatta iddialı olduğunu, bu fikirlerimi master, belki de doktora tezi için saklamamı önerirdi.

Bu çalışmada benim ilgimi en çok çekense sanırım intihar kavramı/olgusu/eylemi üzerine teorisyenlerin görüşlerine yer verilen kısımdı. Kendini yok etme eyleminin dinsel ve romantik bileşenleri olduğunu düşünmek ilginçti. Ve elbette, Sartre. “Sartre’a göre ‘intihar dünyada var olmanın başka bir yoludur,’ çünkü kişi eylem olarak ölümü seçtiğinde kendi varlığının farkına vararak, varlığının tanımını hiçlikle yapar” (s.19)

Daha önce belirttiğim gibi, uzun uzadıya incelenmesi gereken kısımlar o kadar kısa tutulmuş ki... Mesela Plath’ın şiirlerinin karşılaştırmaları. İki şiirinin karşılaştırma analizinin iki, üç cümleden daha uzun olması gerektiği görüşündeyim.

Marmara’nın çalışmasında çıkan sonuç şu ki, Palth intiharının haberini çok önceden düzenli olarak şiirlerinde ve bir de Sırça Fanus adlı otobiyografik romanında vermiş (okumamış olanlara kesinlikle öneririm). Plath’ın intiharını bir yana bırakalım. Elimizde neler var? Plath’ın günlükleri, yakınlarına yazdığı mektuplar. Yaşamından izler taşıyan şiirleri ve otobiyografik romanı. Ve acılar çekmiş. Var olmayan bir baba, ilgisiz ve sonrasında terk eden bir koca, bu koca ki aynı zamanda çok yetenkli bir şair (Ted Hughes), bir türlü alışılamayan anne olma hali... Benim sorum şu: Hayatından ve yaşadıklarından bu kadar bunalmış bir insan bunları bu denli yazıya döker mi? Yazıya dökmek ne demek? Saklamak demek. Gitmelerine izin vermemek, unutmaya karşı önlem almak demek. Acılar, hatıralar ve tüm bu yaşanmışlıkardan beslenip ortaya çıkan şiirler. Çok kaba bir tabirle, Plath’ın sonu gelmez melankolisinin ekmeğini yediğini söyleyebilir miyiz? Acı çekmekten zevk alma haline bağımlı yaşamlar var, biliyoruz. Plath, hem duygusal açıdan kendisinde yaralar açan, hem de edebi ün bakımından sürekli bir rekabet içinde olduğu kocası Hughes’tan neden bir türlü kopamamış? Acılardan beslenmek bu olsa gerek. Bilemiyorum, bu konuda benim kafam karışık galiba. Canımızı çok acıtan şeylerden neden vazgeçemiyoruz? Unutamıyor muyuz yoksa unutuyoruz da affedemiyor muyuz? Plath bile bile neden bu kadar acı çekti. Acı çekmeyi neden var olmasının ön koşulu yaptı? Neden partilere gidip, arkadaşlarıyla dedikodu yapıp boş zamanlarında bir şeyler yazmadı? Neden yazdı. Daha mutlu ve tahminen sonu intiharla noktalanmayacak bir hayat yaşamak varken, neden bu yolu seçti? Her şeyin akıl almaz bir hızla kirlendiğini bir o mu fark etti?

Plath deyince aklıma, hani en dibe vurduğunuzda hissettikleriniz vardır ya, o haller, anlar geliyor. Bir boşluktasınızdır, artık ne yapsanız da çıkışın olmadığı hissi (bu bazen yerli bazen de yersizdir) aslında sizi bir şekilde rahatlatır çünkü daha fazla uğraşmanız gereken bir şey yoktur. Daha kötü ne olabilir ki? Siz de saatlerce kaldığınız yerde ağlayabilir, bağırabilir ya da sadece uyuyabilirsiniz. Mesela bazıları vardır ki böyle durumlarda makine gibi ev temizlerler. Ev temizleme eylemini alın, o kişinin önüne bir adet daktilo yerleştirin. Tulşlar tıkır tıkır çalışır. Plath bence her o delilik anında böyle yaptı. Tıpkı Virginia Woolf’un da yaptığı gibi.
Elbette Plath’ın yazarlığı ve şairliğini bu denli basite indirgememek lazım. Bambaşka olduğu apaçık.

İyi ki okumuşum bu çalışmayı. İlginçti. Öneririm. Ancak yine de Marmara’nın Plath’a duyduğu derin hayranlığın bir akademik çalışmayı - ki akademik çalışmak objektif olma gerekliliğini de beraberinde getirir- bu denli etkilemese daha iyi olabilirdi. 

Su götürmez davacı, savcı ve davalı rolümle...

"Yarının hiçlik olması tehdidiyle mutlu olamam ve olmayacağım. Derin bir hakaret bu... Bu yüzden, beni acı çekmem ve yok olmam için, fikrimi sormadan ve küstahça var eden bu doğayı; su götürmez davacı, savcı ve davalı rolümle, kendimle birlikte mahkum ediyorum... Doğayı yok edemediğim için de, sadece kendimi yok ediyorum, hiçbir suçlunun bulunmadığı bir tiranlığa katlanmaktan bezmiş olarak..."

- Fyodor Dostoyevski, Ecinniler.

1 Ekim 2012 Pazartesi

Hable con ella- Pedro Almodóvar


Bu aralar film izleme performansımda gözle görülür bir artış var. Akşamları özellikle epey sever oldum rastgele bir şeyler seçip izlemeyi. Dün gecenin talihli filmi ise Hable con ella idi.

2002 yılından bir İspanyol filmi. Yönetmen artık hepimizin neredeyse adını ezberlediği Pedro Almodóvar. Komedi-dram olarak geçiyor. Ben dram kısmının daha ağır bastığını düşünenlerdenim. Filmin IMDB puanı 8.

Filmde başlarda ayrık gibi duran iki farklı hikayenin varlığından bahsedebiliriz. Bir noktada kesişiyorlar, sonra iç içe geçiyorlar sonra da bir bütün oluyorlar. Açıkça söylemek gerekirse, daha önce bu filmdeki kadar karışık ilişki ağı ile karşılaşmamıştım. Ancak kafa karıştırıcı ya da gereksiz değildi, çok ilginçti.

Hikaye aşağı yukarı şöyle: Boğa güreşçisi olan Lydia bir boğa tarafından ezilip bitkisel hayata giriyor. Kaldığı hastanede dört yıldır komada olan başka bir hasta daha var, dansçı Alicia. Alicia ile bir erkek hemşire/hasta bakıcı yakından ilgileniyor: Benigno. Lydia’nın ise yanında sevgilisi Marco var. Hikaye’nin de bu dört kişi üzerinden ilerlediğini söylemek mümkün.

İlginç şeyler öğrendim ben bu filmden. Komadaki hastaların bakımı nasıl oluyor? Nelere dikkat ediliyor? Hayat bazen nasıl da değişiveriyor. Diğer bir şey ise boğa güreşleri ile ilgiliydi. İspanya’ya gittiğimde arenaların ihtişamından ağzım açık kalmıştı. Her ne kadar son derece gereksiz bulsam da, bir matadorun arenaya çıkmadan önce hazırlanışını gösteren sahneler mükemmeldi.

Eşcinsellik ise filmin temalarından biri. Pek de güzel işlenmiş. Söze döksem çiğ gelebilir. İzlerseniz ne demek istediğimi anlarsınız.

Filmin en en güzel kısımlarından biri, hatta en güzel kısmı sanırım film içindeki sessiz filmdi. Mükemmeldi.

Alicia’yı Lydia’dan daha az tanıdığımı söyleyebilirim. Hoş, ikisi de tutkuları olan kadınlar. Birisininki dans, diğerininki boğa güreşi. Lydia’yı sevdiğimi söyleyebilirim. Yılan korkusu. Korkusu olan insanlara ve korkularına saygı duyması. Elbette filmdeki favorim Benigno idi. Neden demeyin, filmi izleyin. Marco ise güzellikler karşısında ağlaması ile sevgimi kazandı.

Spoiler vermeden filmden, daha doğrusu aklıma getirdiklerinden bahsedicem biraz da. Böyle filmler iyi. Buna benzer kitaplar da. Böyle filmlerden kastım ne? Halihazırda belirli normlar/değerler/doğrular çevresinde şekillenmiş hayatlar yaşıyor. Hepimizin hayatı da az çok birbirine benziyor. Benzememeye başladığında endişeleniyoruz ve tekrardan hizaya girmeyi biliyoruz. Ama bazı filmler/kitaplar bize kimi kavramları sorgulatıyor. Doğru ne? Yanlış ne? Haklı ne demek? Haksız kim? Haksız her zaman mı haksız? Haklı nereye kadar haklı? Suç ne? Biz nerede duruyoruz?

Doğrusunu söylemek gerekirse, neredeyse filmin ortalarına kadar ben pek bir yere bağlayamadım olan biten hiçbir şeyi. Sonra yavaş yavaş taşlar yerine oturdu. İlginç ve beklenmeyen sonla da son noktayı koydu.

Ve ben şunu fark ettim, iyi filmlerden sonra keşke kitabı olsa da okusam diyorum.

Literary Devices