31 Aralık 2013 Salı

Hop 2014!


Çok sağlıklı, bol gülmeli, az üzülmeli, epey huzurlu ve pek keyifli yeni bir yıl dilerim!

30 Aralık 2013 Pazartesi

2008'in En İzlenesi Filmleri



Bugünden geçmişe doğru giden film listeleri hazırlayacağımı söylemiştim ve ilk sırada 2008 vardı. Ve işte karşınızda o liste. Listedeki filmlerden bazılarını izledim, bazılarını ise hala izlemeyi planlamaktayım. Filmler arasında eleştirmenler tarafından çok çok beğenilenler de var, epey hayal kırıklığına uğratan da. Br dilmin benim hazırladığım listeye girmesinin en temel sebebi benim kişisel meraklarım elbette (: Umarım siz de kendi zevkinize göre filmleri seçip izlersiniz bu listeden.
  1. Mamma Mia!
  2. In Bruges
  3. Doubt
  4. The Reader
  5. Vicky Cristina Barcelona
  6. Wall-e
  7. The Curious Case of Benjamin Button
  8. The Dark Knight
  9. Slumdog Billionaire
  10. Iron Man
  11. Rachel Getting Married
  12. Let the Right One In
  13. The Karamazov Brothers
  14. Winter in Wartime
  15. Happy-Go-Lucky
  16. The Duchess
  17. The Boy in the Striped Pajamas
  18. Seven Pounds
  19. The Chronicles of Narnia: Prince Caspian
  20. Step Brothers

28 Aralık 2013 Cumartesi

Sanna Annukka tasarımları ve diğer şeyler


Pazartesi günü, hiçbir işim olmamasını fırsat bilerek sırt çantamı alıp, içine Harry Potter serisinin son kitabını, fotoğraf makinemi, not defterimi, kalem kutumu,, telefon ve cüzdanımı atıp, attım kendimi sokağa. Hava kapalıydı, dedim içimden en fazla soğuk olur, kalın giyinirsem çok da üşümeden dolanırım etrafta. Esas hedefim, evime pek yakın olan London Bridge'e gidip fotoğraf çekmekti, daha önce gözüme kestirdiğim minik kafelerden birinde de kahve içerken Harry Potter okumak. Peki ne oldu? Minik bir fırtına çıktı. Önce rüzgar, sonra yağmur, sonra ikisi beraber. Klasik Londra havası ve onun küçük şakaları. Şemsiye de yoktu yanımda, ama inat ettim. Islanmak pahasına yürüdüm, o kafeye de gidip kitabımı okudum. Neden bu kadar uzattım lafı hiçbir fikrim yok. Neyse, sonra erkek arkadaşım geldi yanıma. Bazen aklımıza minik hikaye fikirleri geliyor, bu sefer dedik ki, konuştuklarımız havada kalmasın, bir yere not alalım bunları. Hop hemen bir Waterstones mağazasına girip yukarıda gördüğünüz defteri aldık. Böylece Sanna Annukka tasarımlarıyla yolum kesişmiş oldu.

Geometrik desenler, renkler herkes gibi benim de aklımı başımdan alıyor. Finlandiyalı bir anne, İngiliz bir babanın çocuğu olarak tasarımlarında İskandinav etkilerini görmek çok da zor değil sanırım. Kendisi hakkında yaptığım ufak çaplı araştırmadan da Finlandiya'da geçen çocukluk yılları çıkıyor zaten. Sanna Annukka'nın desenleri bir çok yerde kullanılıyor, özellikle Fin tekstil markası Marimekko için yaptığı çalışmalar epey ünlüymüş. Vogue, Topshop ve Apple da Annukka tasarımlarını kullananlar arasında!

Web sitesi şurada, ama ben pek çözemedim sanırım sitenin işleyişini bu yüzden Google görselleri yardımıma koştu. Siz de tasarımcının adını Google'a, Pinterest'e yazarsanız bir sürü güzel şey göreceksiniz. Ben en çok tahta kuşları sevdim sanırım. Şu sitede de son çalışmalarını, alttaki minik gri oklar sayesinde görebilirsiniz. Ve şurada da kendisiyle yapılmış bir söyleşi var, İngilizce. 

Böyle işte, bazen böyle tesadüfen şahaneli tasarımcılara denk gelince çok mutlu oluyorum. Bu fotoğrafı Instagram'da paylaşınca kalem kutusu merak edildi. Clairefontaine ürünü, basit ve son derece kullanışlı. Erkek arkadaşımda da siyahı var hatta. Cetvel bildiğimiz tahta cetvel, onu da Waterstones'dan almıştım. Minik ayıyı artık birçok insan tanıyor. Ayı ve dolma kalem ise Paperchase ürünleri.

Pek heybetli film listeleri serisi yolda!

fotoğrafın yine konuyla ilgisi yok, Cumartesi sabahına yakışır bir görüntü sadece, Greenwich Park

Çok büyük ve eğlenceli bir fikir var aklımda. 

En son hazırladığım film listesi, hani 50 filmlik olan hem okuyanlar tarafından çok beğenildi hem de ben epey eğlendim hazırlarken. Bundan 5 sene öncesinin bile aslında nasıl da 'geçmiş'e hop diye ait olduğunu gördüm, şaşırdım. Zamanın hızlı geçtiği aşikar, bunu fark etmek biraz zaman alıyor yine de (:

Fikir ne derseniz, 2009'dan başlayarak (çünkü bir önceki listede o yılda kalmıştım) her yıl için, o yıl yayınlanmış filmler arasından izlemeyi planladığım 10-20 filmi seçmek ve böyle böyle geriye gitmek. Esas idealim ise 1900'lerin başına ulaşabilmek. Hatta, her yıl için ayrı bir yazı hazırlamayı düşünüyorum. Listeye ek olarak belki her yazıda biraz da o yılın önemli sinema olaylarından bahsedebilirim.

'Amaan sen de, o kadar filmi listeledin, ömür yetmez izlemeye' diyebilirsiniz ve kesinlikle haklısınız. Hepsini ben izleyemesem de bu listelere bakanlar belki eğlenirler, parça parça o listeler tamamlanır uzun uzun zaman sonra. Olur mu olur (: E tabii bir de belki bu uğraş hem benim hep geriye attığım sinema ilgimi canlandırır hem sizin de hoşunuza gider diye düşündüm. Hepsi bir yana, liste yapmayı gerçekten çok seviyorum.

Her yılın favori filmleri listeleri zaten bolca bulunmakta. Benim yapacağım ise onları iyice inceleyip kendi zevkime göre listeler oluşturmak olacak. Her yıl için 10 mu yoksa 20 film mi seçmeliyim emin olamadım. Genel olarak bu yeni uğraşıma dair fikirlerinizi, önerilerinizi yorum olarak bırakabilirseniz çok sevinirim. Tabii bir de seçtiğim filmlerin afişlerini de eklemeyi planlıyorum. Afişler önemli (:

Böyle işte, inşallah güzel bir şey çıkar ortaya.

2008 filmlerinde görüşmek üzere!

26 Aralık 2013 Perşembe

Yeni yılda izlemeyi planladığım 50 film

Film evreni, sinema hala bana epey uzak. Her sene daha iyi bir izleyici olmak adına kararlar alıyorum ama sonuçta pek değişiklik olmuyor. Neden böyle hiç bilmiyorum. Seviyorum da aslında film izlemeyi. Vakit ayıramıyorum sanırım. Hani olan vaktimi de şahane faydalı değerlendirmiyorum. Her neyse, ben yine bir umut yeni yılda izlemek için koskoca bir liste hazırladım. Biraz değişik bir liste.

Öncelikle, toplamda 50 film olmasını istedim. Son 5 yılın (2009-2013) tek tek en iyi film listelerine baktım. Kendi zevkime göre her yıldan onar tane seçtim. Farklı türleri dahil etmeye çalıştım. Ben sonuçtan epey memnunum.

Kim bilir, belki yine çok başarılı olamam film izleme konusunda ama listenin sizin işinize yaraması ihtimaller arasında. Olur da içlerinden izlediğiniz varsa yorum bırabilirseniz filme dair, pek sevinirim.

Yeni yılda hep mutlu sonla bitmeli, bol gülmeli, üstteki şekerler tadında filmler izlemeniz dileğiyle.

2013
  1. The Hobbit
  2. Star Trek into Darkness
  3. Despicable Me 2
  4. The Great Gatsby
  5. Oz: The Great and Powerful
  6. Gravity
  7. The Best Offer
  8. Stoker
  9. Side Effects
  10. The Conjuring

2012
  1. Frankenweenie
  2. Tiny Furniture
  3. Moonrise Kingdom
  4. Silver Linings Playbook
  5. Amour
  6. The Cabin in the Woods
  7. Prometheus
  8. Les Miserables
  9. The Perks of Being a Wallflower
  10. Ruby Sparks

2011
  1. We Need to Talk About Kevin
  2. Cafe de Flore
  3. In Darkness
  4. The Adventures of Tintin: The Secret of the Unicorn
  5. Melancholia
  6. Hugo
  7. Hanna
  8. Jane Eyre
  9. Sherlock Holmes: A Game of Shadows
  10. Footnote

2010
  1. Black Swan
  2. How to Train Your Dragon
  3. The King's Speech
  4. Toy Story 3
  5. Winter's Bone
  6. The Kids are All Right
  7. Despicable Me
  8. The Social Network
  9. Tangled
  10. Easy A

2009
  1. Up
  2. Avatar
  3. Where the Wild Things Are
  4. 500 Days of Summer
  5. Away We Go
  6. Petit Nicolas
  7. The Imaginarium of Doctor Parnassus
  8. Mary and Max
  9. A Serious Man
  10. Whip It

25 Aralık 2013 Çarşamba

Blog tasarımı

Blogun görünüşünde değişiklik yapayım derken var olanı da mahvettim sanırım. Bu işleri bilen, anlayan biri bana yardımcı olabilirse çok mutlu olurum. Yorum bırakabilirsiniz belki. Teşekkürler (:

21 Aralık 2013 Cumartesi

Bu hafta Instagram

Bundan sonra Instagram'da paylaştığım fotoğrafları bloga da koymaya karar verdim. Belki hoşunuza gider bol Londralı kareler (:

Burada sevdiğim peyniri bulmakta epey zorlandım. Sonunda çocuklar için epey süslü paketlerde satılan bu yuvarlakları buldum. Kaşar ve krem peyniri arası bir tadı var. Paketleri tadından daha leziz bana kalırsa.

Şeftalili ürünlere her zaman zaafım oldu. Bu duş kremi ise bugüne kadar en başarılı bulduğum şeftali kokusu taklidi sanırım. Hani epey eskiden şeftalili Spice Girls lolipopları vardı, içinden çıkartma çıkardı. İşte o kokunun aynısı.

Neredeyse iki gün aralıksız mektup yazdım. Yılbaşı tebrikleri de eklenince neredeyse bir tükenmez kalemi yarıladım. Yoruldum ama sonuçtan memnunum.

Bu aralar yine çok fazla çay ve kahve içiyorum. Geçen sene kahveye koyduğum şekeri pat diye sıfırladığımdan beri içim rahat bir şekilde içiyorum ama içmemeliyim. Bu konuda kendimden şikayetçiyim. Sanırım tek 'kötü' alışkanlığım kahve ve bazen çay.

Bu hafta güzel gezdik tatili fırsat bilip. Havada bir değişiklik yok, gri ve soğuk. Karşınızda ünlü London Eye. Binemedik hala, önünden geçip duruyoruz sadece. 

Londra'nın en sevdiğim parklarından biri. St.James Park. Diğer parklara nazaran daha dağınık, daha az planlı. Bu nedenle çok daha doğal. İçinde bir de minik göletler ve yüzlerce sincap var. Ördekler de var hatta. Hava kapalı olmasına rağmen çok güzel dolaştık, keşke yanımızda yiyecek bir şeyler olsaydı da sincapları besleseydik dedik, evet o kadar evcilleşmişler (:

Koca kuyruğuyla tombul bir sincap yine bir şeyler kemiriyor.

Nadir güneşli günlerden birinde uzun yürüyüş sırasında kendimizi şehrin en turistik yerlerinden birinde, St.Paul's de bulduk. Çok heybetli bir bina, bak bak bitmiyor. Güneş tam da burada biraz kemiklerimizi ısıttı.

Waterstones'da bulduğum Matildalı şey. Kitap ayracı ya da duvar süsü, ne olduğundan emin değilim ama ben pek sevdim. Bir şey Matildalı olur da sevilmez mi?

İngiltere'nin en eski, en ünlü şekerci dükkanlarından biri Hardy's. Bir arkadaşımıza yollamak için çikolata aldık buradan. Dükkanın içindeki renkler, kokular her şey o kadar şahane ki, anlatmak epey zor. En kısa zamanda bir daha gitmeyi planlıyorum.

Ve evet, tekrar okuyorum Harry Potter'ın son kitabını. Yanında da sade kahve. Bu kapak tasarımını görmemiştim, ben çok çok beğendim. Bu da bitince ne olacak bilmiyorum, bana acilen yeni seri bulmak lazım. Bu aralar Harry Potterlı, Yüzüklerin Efendisili günlerimi çok özlüyorum. Belki Taht Oyunları'na tekrar başlarım.

Ve Big Ben!

Cumartesi sabahı kahvaltısı. O kadar karanlıktı ki hava sabah olduğuna inanmak zor. Bu kitabı da okuyorum bir yandan, birilerini beklerken okumak için almıştım bir anda, sevdim. Büyük aile kahvaltılarını çok özlediğimi fark ettim.

Ve yine London Eye. Bu sefer daha yakından. London Eye fotoğraflarını çok seviyorum galiba (:

Boşluklar

Bazen oluyor bana böyle. Pek severek ilgilendiğim blogdan uzaklaşıyorum. Hem de bir sebebi olmadan. Artık gündelik işlerin getirdiği bıkkınlık mı, Londra'nın yer yer taammül edemediğim gri havası mı yoksa başka bir şeyler mi bilmiyorum. Daha önce de olmuştu böyle, 1 yıla yakın bloga uğramamıştım. Sonradan da pek pişman olmuştum. Şu an içinde bulunduğum ilgilenmeme halinden de ileride pişman olurum diye ödüm patlıyor. Günlük tutabilen bir insan olmadığımdan, blog aslında benim bir bakıma hatırlarımı bir arada tutan yer gibi gibi.  

Hal böyle olunca bir süredir yazamadım bloga. Bir de sanki artık hep kendimi tekrar ediyorum gibi hissediyorum. Bakalım, kısmet. Belki gelip geçici bir histir, eski tempomu yakalarım.

Umarım güzel kış günleri geçiriyorsunuzdur. Benimki fena gitmiyor ama biraz boğucu gibi. Fotoğraf St. James Park'tan. Azıcık London Eye'ı da görebilirsiniz ortada dikkatli bakarsanız. 

(:

8 Aralık 2013 Pazar

En güzel resimli çocuk kitapları listesi


Bu aralar yine çocuk kitaplarıyla aklımı bozdum. Bu kadar işin içinde kaçış noktam oldu sanırım. Bu nedenle bu listeyi hazırlamam şarttı. Goodreads'de bulduğum şu listeden seçtiğim 20 taneyi listeledim orijinal adları ile. Çoğu benim küçükken çok severek okuduğum kitaplar. Okumadıklarımı da en kısa zamanda okumayı planlıyorum. İnternette arattığınızda mutlaka karşınıza şahane ilustrasyonlarıyla beraber çıkacaklardır. Umarım siz de en az benim kadar seversiniz, döner döner çizimlere bakarsınız.

  1. The Polar Express - Chris Van Allsburg
  2. Animalia - Graeme Base
  3. Stellaluna - Janell Cannon
  4. Owl Moon - Jane Yolen
  5. Rapunzel - Paul O. Zelinsky
  6. Saint George and the Dragon - Margaret Hodges
  7. Madeline - Ludwig Bemelmans
  8. Rumpelstiltskin - Jacob Grimm
  9. The Twelve Dancing Princesses - Marianna Mayer
  10. The Snow Queen - Hans Christian Andersen
  11. Letters from Father Christmas - J.R.R. Tolkien
  12. A is for Annabelle - Tasha Tudor
  13. Gwinna - Barbara Helen Berger
  14. The Tale of Peter Rabbit - Beatrix Potter
  15. The Secret Lives of Princesses - Philippe Lechermeier
  16. Miss Spider's Tea Party - David Kirk
  17. How the Grinch Stole Christmas - Dr. Seuss
  18. Melisande - E. Nesbit
  19. The Complete Book of the Flower Fairies - Cicely Mary Barker
  20. The Vary Hungry Caterpillar - Eric Carle

image

7 Aralık 2013 Cumartesi

Londra'yı mesken tutan kitaplar listesi

Londra'ya geleli neredeyse 3 ay olacak. Bazen çok kalabalık, bazen çok aceleci, bazen de çok soğuk geliyor şehir. Tüm bunlar bu şehrin hayatımda gördüğüm en güzel yerlerden biri olduğu gerçeğini değiştirmiyor.

Bu aralar epey yoğunum, bloga pek vakit ayıramıyorum maalesef. Aklımda birkaç kitap listesi vardı, ilki bu olsun. Londra'yı görmüş sevmiş olanlara şehri hatırlatsınlar, görmemiş olanlara da gelecekleri güne kadar yoldaş olsunlar.

Ben Goodreads'de listeler kısmında "London" diye arattım. Birkaç liste çıktı karşıma, beğendiğim 20 taneyi seçtim. Umarım siz de seversiniz.





  1. İki Şehrin Hikayesi - Charles Dickens
  2. Noel Şarkısı - Charles Dickens
  3. Yokyer - Neil Gaiman
  4. Sherlock Holmes'un Maceraları - Arthur Conan Doyle
  5. London - Edward Rutherfurd
  6. Mrs. Dalloway - Virginia Woolf
  7. Oliver Twist - Charles Dickens
  8. Possession - A.S. Byatt
  9. İnci Gibi Dişler - Zadie Smith
  10. Cumartesi - Ian McEwan
  11. Jonathan Strange & Mr. Norrell - Susanna Clarke
  12. A Bear Called Paddington - Michael Bond
  13. Zaman Makinesi - H.G. Wells
  14. Üçüncü Kız - Agatha Christie
  15. 31 Dream Street - Lisa Jewell
  16. Bridget Jones'un Günlüğü - Helen Fielding
  17. Sweeney Todd: Fleet Sokağının Şeytan Berberi - Stephen Sondheim
  18. Akıl ve Tutku - Jane Austen
  19. David Copperfield - Charles Dickens
  20. Howards End - E.M. Forster

2 Aralık 2013 Pazartesi

Okuyan Kedi Tumblr'a geri döndü


Bu blogu oluşturalı 3 seneden fazla oluyor. Belki de 4. Bloga ilk günlerinden itibaren bir de Tumblr sayfası eşlik ediyordu, orada da takipçiler vardı. Bloga koyduğum yazıları oraya da koyuyordum. Geçinip gidiyorduk. Sonra ne oldu bilmiyorum, tahminen bloga verdiğim uzun aralardan birinin dönüşünde Tumblr unutuldu, daha doğrusu ben unuttum. Birkaç gün önce yeniden canlandırmaya karar verdim. Birkaç değişiklik yaparak.

Okuyan Kedi Tumblr sayfasında sadece görseller olacak gibi gibi bundan sonra. Bazen benim çektiklerim, bazen paylaşılanları paylaşmalar şeklinde. Tumblr nihayetinde iyi bir göz şenlendirici ve ilham verici. 

Umarım seversiniz.

29 Kasım 2013 Cuma

Nerelerdeyim?


Ne alemdeyim? Aslında bıraktığınız yerdeyim ama işler işler, sonu gelmeyen şeyler... Bu yüzden bloga yeni yazılar ekleyemiyorum. Ama Instagram'da tam gaz fotoğraf paylaşmayı ihmal etmiyorum. Yazacak bin tane de şey birikti. Kısa kısa bahsedeyim bu aralar ne yaptığımdan.

  1. Bu aralar hatıra ve biyografi türlerine merak sardım. Boş bulduğum her an daha önce hiç adını duymadığım adam ve kadınların hayatlarını, anılarını okuyorum. Pek keyifli, pek ilginç.
  2. Hava inanılmaz soğudu. Soğuktan dudak, el hatta yanak çatlar ama ayak çatlar mı? Ayaklarım soğuktan çatladı. Ama kar yağmadı, henüz.
  3. Yılbaşını ve büyük Noel tatilini (okullarda 1 aylık bir tatil var, ara tatile denk geliyor) burada geçireceğim. Bu da demek oluyor ki 1 ay az ders, çok gezmek, bol blog yazısı.
  4. Soğuktan olsa gerek, sürekli şekerli şeyler yiyorum. Instagram'da takip edenler durumun ciddiyetinin farkındalar tahminen. Söylemesi ayıp, sabah bir oturuşta 7 tane çikolatalı kurabiye yedim. Ama küçüklerinden. 
  5. Doğumgünüm haftaya Cuma. Sadece 7 gün kaldı (:
Bu kadar.

23 Kasım 2013 Cumartesi

El yazısı kalemleri


British Library gözlemleri


Londra'ya geldiğimden beri en çok gittiğim yerlerden biri British Library. Zaten Instagram'dan beni takip edenler bunun farkındalardır. Sık gitme sebeplerimden biri tahmin edebileceğiniz üzere sürekli çalışmam gereken bir şeyler var. Aslında sadece ders değil, aynı zamanda doktora başvurularını da derleyip toplamaya çalıştığımdan uğraşacak bin tane şey var. Doktora başvuruları nasıl bir şeydir merak edenlere ayrıca bir yazının geleceğinin müjdesini de vermek isterim. İşte hal böyle olunca, bana okula gitmediğim her gün British Library'nin yolları görünüyor. Bir de Pazar günleri hariç, çünkü kütüphane kapalı. Bu yazıda da kütüphaneye dair her yerde bulabileceğiniz bilgilerden çok (ne zaman kurulmuş, kaç kitap varmış vs.) benim görüp, deneyimlediklerimden bahsetmek istiyorum. Madde madde anlatmayı daha çok seviyorum. Ve başlıyorum.

  1. Kütüphane King's Cross St. Pancras istasyonuna (evet, Harry Potter'ın her sene Hogwarts'a gitmek için yola çıktığı tren istasyonu) çok yakın. 2 dakikalık yürüme mesafesinde. Ulaşmak kolay, akşam dönmek de kolay.
  2. Kütüphanede iki farklı çalışma alanı var. Birincisi kütüphaneye kayıt yaptırıp aldığınız kartla girebileceğiniz reading room'lar, yani okuma odaları. İkincisi ise herhangi bir kayıt ya da karta gerek olmadan kullanabileceğiniz, kütüphanenin bir çok yerinde bulunan masalar, tekli koltuklar. Peki farkı ne? Eğer kartınız varsa ve okuma odasına girebiliyorsanız, gün içerisinde sadece bu mekanlarda okuyabileceğiniz kitaplara da erişiminiz oluyor. Diyelim ben A kitabını okumak istiyorum. Sabah gittiğimde bir form veriyorum (bunu internetten de yapabiliyorum) ve kitabın nerede bulunduğuna bağlı olarak kitap bana ya 1 saat içerisinde ya da akşam üstüne doğru ulaştırılıyor. Gün sonunda kitabı iade ediyorsunuz. Dediğim gibi, bu işlem için bir kütüphane hesabınızın ve kartınızın olması gerekiyor. Diğer kartsız seçenekte ise ortak çalışma alanlarını kullanabiliyorsunuz ve kablosuz internetten faydalanıyorsunuz. Eğer ses ve kalabalıktan çok da rahatsız olmuyorsanız çalışırken, ortak alanları da tercih edebilirsiniz.
  3. Benim kütüphane kaydım var. Yaptırmak pek zor da değil zaten. Okuma odalarında çalışmayı tercih etmemin sebebi ise daha sessiz ve kendinize ait koca bir masanızın oluşu. Bir de bazı günler ortak alanlarda kesinlikle yer bulunmuyor.
  4. Kütüphane içinde bir cafe bir de restoran var. Cafe'ye bayılsam da restoranda çok garip bir şey oluyor, kesinlikle yiyebileceğim tek bir şey bulamıyorum. Hadi ton balıklı sandviç yiyeyim diyorum, hop içinde avokado olduğunu öğreniyorum. Bugün çorba içeyim diyorum, turp çorbası çıkıyor. Tamam bugünlük öğle yemeğim pasta olsun diyorum, hayatımda adını duymadığım meyvelerden oluşan pasta çıkıyor karşıma. Şans işte, benim gibi yemek seçenler için zor bir durum. Ama hep kalabalık, demek ki sorun benim damak zevkimde. Bir de maalesef epey pahalı bu restoran. Kütüphane günlerimde ben yine kütüphaneye yakın olan yerlerden birinden sandviç alarak karnımı doyuruyorum.
  5. Okuma odasının katı kuralları var! Okuma odasına girmeden önce zemin katta bulunan kilitli dolaplara neredeyse tüm eşyanızı bırakıyorsunuz. Yanınıza sadece laptop, defter, kitap, cüzdan, telefon ve kurşun kalem alma hakkınız var. Sonra okuma odasına götürmek istediğiniz eşyaları saydam poşetlere koyuyorsunuz. Bu poşetleri kütüphane temin ediyor. Bu denli ciddiye almalarının sebebi okuma odalarında kitaplara bir şey olmasını istememeleri ki bence son derece haklı bir sebep. Hatta koca salonda sürekli dolaşan görevliler bazen gelip elinizdeki kalemin mürekkepli kalem olup olmadığını sorabiliyor. 
  6. Kütüphanenin içinde ayrıca galeriler de var. Mesela şu an İngiltere tarihinin 1714-1830 yılları arasını anlatan bir sergi var.
  7. Şahane güzel bir mağazası var. İki bölümden oluşan bu mağazanın yarısında kitaplar, diğer yarısında ise o an galerideki sergiye dair hediyelik eşyalar var. Mesela şu an Georgians (bunun Türkçe karşılığını bulamadım) sergisi olduğundan, minik parfüm şişeleri, dantel şemsiyeler ve türlü türlü muhteşem şey satılıyor.
  8. Ben genelde sabah erken gidiyorum. Saat 9:30'da açılıyor okuma odaları. Akşam 5'e kadar (sanırım) kitap isteğinde bulunabiliyorsunuz. Sonrasında 6'ya kadar açık kalıyor. Cumartesileri ise daha erken kapanıyor. Pazar günleri ise kapalı.
  9. Kütüphanelerde bence ısıtma/soğutma işine çok dikkat etmek gerekiyor. Özellikle aşırı ısıtılmış kütüphanelerde benim ve tahminen bir çok insanın hemen uykusu geliveriyor. Bu açıdan British Library'den epey memnunum. Ne çok sıcak ne çok soğuk, havalandırma da tam ayarında. 
  10. Okuma odaları da üçe ya da dörde ayrılıyor konularına göre. Büyüklükleri de değişiyor elbette. Benim favorim ikinci kattaki okuma odası. Küçük ve çok kalabalık değil.
  11. Okuma odalarını kullanan kişilerin yaş ortalaması epey yüksek gibi. Üniversite kütüphanelerinde çalışmaya alışan ben, buna epey şaşırmıştım başta. 
  12. Okuma odalarında fısır fısır fısır yanındakiyle konuşan kimse olmuyor.
  13. Koltukları çok çok rahat (:
  14. Okuma odası haricinde ortak alanda tekli koltuklar var. Daha önce hiç görmediğim bu şeyin tasarımına bayıldım. Laptop kullananların tercih ettiği bu koltukta laptop koyma yeri var, priz de koltuğa eklenmiş durumda. Hatta defter koyup not almak için de bir yer var. Pek rahat ve bir laptop kullanıcısının isteyeceği her şey var.
  15. Özetle, çalışmak için gerçekten şahane bir yer. Çok düzenli ve birkaç kere gittikten sonra insan sanki yıllardır gidip geliyormuş gibi hissediyor.
Sitesine bakmak isterseniz, şuradan.

18 Kasım 2013 Pazartesi

Londra'da Hafta Sonu, #6 - Green Park


Yakın zamana bir ödev teslimim var. Ama ben ne yapıyorum, elbette son gün gelene kadar kendimi ödev hariç her şeyle oyalıyorum. Sabahtan beri bin tane şeker yedim, havalara baktım, gelip geçen insanları izledim bir de blog yazısı yazmışım çok mu? 

Bir süredir güzel güzel yerler geziyorum. Hepsini de paylaşıyorum Twitter'dan, Instagram'dan, oradan buradan. Çok iddialı bir laf olacak ama çok samimiyim, 23 yıllık hayatımda gördüğüm en güzel ilk 5 yere girer sanırım Green Park. 

Bu Cumartesi klasik İngiliz havası kıvamındaydı, sabah şahane güzel bir güneşle uyandım. E hadi Hyde Park'a gidelim dedim. Ama bu sefer biraz akıllı davranıp beremi, eldivenimi de alıp çıktım sokağa. Jubilee Line üzerindeki Green Park istasyonunda erkek arkadaşımla buluştum. Ve pat! Park karşımdaydı. Ben biraz yürürüz, metro istasyonun dibinde de değildir herhalde diye düşünürken, bu ülkede 3 dakikada bir metro istsasyonu olduğunu unutmuştum. E tabi hava da kapamıştı o sıralarda, artık söylemeye gerek bile duymuyorum. İngiltere'de güneşin günlük ömrü 3 saat. Her neyse, başladık yürümeye. önce Green Park'ı gezeriz sonra da Hyde Park'a gideriz dedik. Tabii Green Park'ın da epey büyük ve şahane güzellikte olduğunu bilmiyorduk.

Park, bildiğimiz park. Ağaçlar devasa, orada burada sıcak içecek ve waffle satan kulübeler var. Çimler yeşil, üstü silme kahverengi yaprak. Yürü yürü bitmiyor. Bitiyor aslında ama pek de bitmesini istemiyorsunuz. Turistik de bir yer. Çıkışı Buckingham Sarayı'na açılıyor. Kalabalığı tahmin edersiniz. Biz herhalde 1-2 saat dolandık parkta. Sonrasında hem hava karardı (hava 4-5 gibi kararıyor), hem de Hyde Park için pek enerjimiz kalmadı.

Green Park Batı Londra'da. 19 hektarlık bir arazi üstünde. Hyde Park ve St. James Parkları arasında. Parkta sadece çok yaşlı ağaçlar bir de nergisler var. Nergisleri biz göremedik. Söylenene göre, çok çok eskilerde parkın şimdi bulunduğu alan vefat eden cüzzamlı kişilerin gömüldüğü yermiş. 18. yüzyıla kadar da Londra'nın epey dışında, pek de tekin olmayan kimselerin uğrak yeriymiş. 19. yüzyılda havai fişek gösterilerinin yer aldığı bir mekan olmuş.  (Bu bilgiler Wiki'den) 

Batı Londra'ya daha önce hiç gitmemiştim ancak gelir seviyesi epey yüksek kesimin burada yaşadığını duymuştum. Gördüm, öyleymiş. Yüzlerce mağazanın bulunduğu geniş caddeler var. Park haricinde ben pek sevmedim bu bölgeyi, mağazalar arasında bomboş dolaşmak sıkıcı geldi. Ama Noel zamanı tahminen pek ışıltılı olacaktır. O zaman bir daha gidebilirim. Bir de neredeyse tüm konsoloslukların bulunduğu bir yer var, yerin adını tam hatırlamıyorum. Bu sokaklarda da çok güzel minik bahçeler var. Ama özel mülk olduğundan girilemiyor. 

Cumartesi günü park, bahçe dolaşarak geçti anlayacağınız. Sonrasında da İtalyan restoranına gittik. Nasıl acıkmışsam bir dev pizzayı yedim. O günden geriye de bu fotoğraflar kaldı. Blog fotoğraflarında fotoşop var mı diye mail geliyor bazen, yok. Bilmiyorum zaten öyle afilli şeyleri. Konstrast ayarlarını yapıyorum sadece, onun için de bir program kullanmıyorum. Beğeniyorsanız, oley.

Bu arada, bu aralar Instagramı'ı epey aktif kullanıyorum ve gittiğim her yerin fotoğrafını çekiyorum. Bir de bol bol şekerleme fotoğrafı çekiyorum nedense. Kullanıcı adım: okuyankedi


12 Kasım 2013 Salı

Kedisiz hayat neden çok bayat?

"Ev, kedinizin olduğu yerdir."

Londra’ya geliş hikayemi binbeşyüzaltıncı kere tekrar etmeme gerek yok sanırım. Geldim, ve 'tüm' kedilerim (iki tane) geride kaldı. Yaşlı kedim ailemde, genç kedim de erkek arkadaşımın ailesinde. Nasıl özlüyorum bilemezsiniz. Belki de bilebilirsiniz. Kedisiz hayata hiç alışkın değilim. Kedisiz hayat çok bayat! Tam 90ların klişe sloganları gibi oldu. Her neyse, bu bayat ve yavan tadın sebeplerini açıklayayım:

  1. Kedi(leri)nizi özlüyorsunuz. Her şeyini. En çok da oyunları. Benim için en güzel çalışma molası, ben çalışırken bir köşede uyuyakalan kedimi uyandırıp önce burnunu ısırmak sonra da gıdıklamak olmuştur. İşte artık bu yok. Molalarım sıkıcı pencereden dışarı bakmalardan, Candy Crush oynamalardan ibaret.
  2. Kış geceleri soğuk ve acımasız. Yıllar geçiyor ve yaşlanıyoruz, her gün biraz daha üşüyoruz. Kış gecelerinin vazgeçilmezi bir adet kedi, tercihen bol tüylü. Şöyle siz uykuya hazırlanırken battaniyenizin altına girecek, ayaklarınıza sokulacak ve sabaha kadar kum çuvalı gibi hareket etmeden fosur fosur uyuyacak.
  3. Bazı kediler her daim aç. Böyle kediler de en çok yemek vakitlerinde özleniyor. Benim minik kedim Ayı’nın açlık genlerine işlemiş gibidir. Londra’ya geldim geleli ne zaman güzel bir şeyler yesem, ah şimdi burada olsaydı da lokmaları boğazıma dizene kadar gözlerini ayırmadan bana baksaydı diyorum.
  4. Hayatta minik heyecanlar şart. Yaramaz bir kediniz varsa her gün yeni yeni maceralar demek. 10 dakikadır sesi mi çıkmıyor, kesinlikle dolaplardan birinin (kimbilir hangisinin) en ücra köşesinde saklanıyor; aniden şirinlik mi yapmaya başladı, kesin arka odalarda bir işler çevirdi...
  5. Tırmık izleri aslında yaşanmışlıktır ve biraz da korkunç görünümlü eller ve kollar demektir. Birkaç aydır ellerim pürüzsüz, lekesiz ve pamuk gibi. Çünkü gece ben uyurken onları kemiren, masa başında yazı yazarken bunu oyun sanıp ellerime saldıran kimsem yok.
  6. Kedileri şahane zaman tüketicilerdir. Bir tek kendileri değil, tüyleri de yeterlidir bunun için. Diyelim ki kışları kadifeden vazgeçemeyenlerdensiniz. Ve yine diyelim ki o gün bordo kadife pantalonunuzu giymişsiniz ve olur ya, herkes sanki o gün sizi bir yerlerde bekletmeye sözleşmiş. Beklerken ne yapılır? Pantalondan kedinizin tüyleri tek tek toplanır. Var mı bundan eğlenceli aktivite. Şaka. Kitap da okuyabilirsiniz aslında.
  7. Uyuyan kedi, pencereden bakınan kedi, boş boş oturup tahminen içinden “bana neden bakıyor ki şimdi bu böyle?” diyen kedi izlemeyi severim. En çok uyuyan kedinin kıvrım kıvrım kıvrılan patilerini mıncırmayı severim. Uyuyan kediyle uğraşmayı sevdiğim kadar, uyuyan insanı da türlü türlü numaralarla uykusundan kaldırmayı da bilirim.
  8. Tek çocuk olmanın acı gerçeklerinden biri de evde, sokakta canınız sıkıldığında uğraşacağınız birinin olmamasıdır. Kedilerim bu görevi uzun süredir layığıyla yerine getirmekteler. Kendi halinde oturan kediyi hop diye kucağa almalar, burnuna üflemeler, çok çok öpmeler, kendi kuyruğunu ısırttırmalar en sevdiklerimdendir. Bir süredir hayatım bomboş beyaz kağıtlar gibi.
  9. Eğri oturalım, doğru konuşalım. Buraya, bloga, "kedilerimle konuşuyorum ben" yazacak kadar cesur değilim. Konuşmuyorum zaten. Öyle uzun muhabbetler yapmıyorum da hani arada sırada, “nasılsın, naber, kuyruklar nasıl, sen yine şişmanladın ya, oh göbeğe bak” gibisinden şeyler söylüyorum. Sözlü sataşmalarda bulunuyorum. Bunları yapamıyorum bir süredir, çok canım sıkılıyor.
  10. En en çok uzun uzun gıdıkları, kulak arkalarını, göbekleri sevmeyi özlüyorum. Belki onlar da beni özlüyorlardır diye avutuyorum kendimi.

Tüm bu sebeplerden ötürü kedisiz hayatı hiç sevmiyorum. Benim aklıma bunlar geldi. Sizin kedili hayatı sevme sebepleriniz neler? Eğer siz de bir süreliğine kedilerinizden uzaksanız, kedisiz hayatın tatsızlığını paylaşır mısınız?


The Haunted House: A True Ghost Story - Walter Hubbell

Acayip hayaletli olayların mekanı o ev

Yeni edindiğim Kindle'a dair bir yazı şurada paylaşmıştım. Kindle'ı aldıktan sonra indirdiğim ilk e-kitaplardan biri Hubbell'ın bu kısa, 'gerçek olaylara dayanan' hikayesi oldu. Ücretsizdi ve ben de yatmadan önce bir miktar hayalet hikayesinin iyi gelebileceğini düşünmüştüm. Öncelikle birazcık kitaptan bahsedeyim.

Kitabın bildiğim kadarıyla Türkçe çevirisi yok, pek bilindiğini de sanmıyorum açıkçası. Başlığı ben çevirecek olsam, şöyle olurdu: "Hayaletli (Perili) Ev: Gerçek Bir Hayalet Hikayesi" Pek olmadı sanki, neyse. 1888'de basılan ve 55.000 kopya satan bu eserin yazarı Hubbell, kendisi bir aktör. Ben internette yazara dair hiçbir şey bulamadım neredeyse. Sadece Amherst, Kanada'da vuku bulmuş bu olaya merak saldığını, gidip olayı yerinde gördüğünü, 6 hafta orada kaldığını ve sonrasında da bunu yazdığını öğrenebildim. Olay nedir peki?

Kitabın yazıldığı dönemin biraz öncesinde, Amherst'te, kendi halinde yaşayıp giden bir ailenin başına tuhaf şeyler gelmeye başlıyor. "The Great Amherst Mystery" olarak bilinen bu olay yerel halkın ilgisini çekmekle kalmıyor, dört bir yandan meraklıları topluyor. Başlarda ufak tefek eşyaların hareket etmesiyle kendini gösteren 'kötü ruhlar' zaman içinde trampet çalmaya ve hatta bir noktadan sonra iyice kendilerindne geçip evin farklı noktalarında yangın çıkarmaya başlıyorlar. Ancak olayın en başından beri ev ahalisinden kafayı taktıkları tek bir kişi var, o da evin henüz evlenmemiş kızı Esther Cox. Ben en çok neden Esther diye merak ettim. Ne yaptı acaba, gece vakti tırnak mı kesti, ıslık mı çaldı? En son hatırladığım, hayaletler tarafından sırtından birkaç kez bıçaklandığı ve ölmediğiydi bu talihsiz genç kadının. Her neyse, demem o ki, olay zamanında epey duyuluyor, 'uzmanlar' olan biteni açıklamaya çalışıyor ama sonra bir şekilde unutuluyor. Olan Esther'e oluyor.

Açıkçası Goodreads yorumları gerçekten çok acımasız bu kitaba karşı. 209 kişi oylamış kitabı, 5 üzerinden ortalama puanı 2.65. 1880'lerde yazıldığı, dönemin okuyucu kitlesi ve türlü türlü kültürel çerçeve gözden kaçırılmış yorumlarda, sürekli ne kadar da kötü bir kitap olduğundan, karakterlerin ne kadar basit olduğundan söz edilmiş. Ben de hayranı olmadım Hubbell'ın ve eserinin ancak ilginç bir deneyimdi sanırım bu kısa hikayeyi okumak. Sonuçta etrafımızda 1880'lerde yazılmış kaç tane hayalet hikayesi var okunacak. Bence sırf bu ilginç okuma için bile bir teşekkür borçlu olabiliriz yazara (:

E peki nasıl derseniz, çok basit bir dili var. Karakterler tek boyutlu gibi. Zaten onları çok da merak etmiyorsunuz sanırım. Sürekli acaba hayalet şimdi nasıl saldıracak Esther'e diye merak ediyorsunuz. Eğer İngilizce'yi yeni öğrenmeye başladıysanız bence iyi bir okuma pratiği olabilir Hubbell'ın bu kısa öyküsü. Dili basit, çok çetrefilli kelimeler yok dediğim gibi. Ve elbette gerilim ve paranormal türlerini sevenler için bu antik örnek ilginç ve keyifli bir okuma olabilir.

11 Kasım 2013 Pazartesi

Instagram'a derinden ve sessiz geri dönüşüm


Londra'ya geldiğimden beri telefon konusunda yüzüm gülmedi. Sonunda dün pek güzel bir telefon (ve internet bağlantısı) saibi oldum ve Instagram'a geri dönüş yaptım. Ve farkettim ki etrafımda fotoğrafı çekilesi bir sürü şey varmış.

Haberiniz olsun diye söylüyorum (:

Londra'da Hafta Sonu, #5 - The Borough


Bu Pazar hava çok acayipti. Uyandım, pencereden bakıp güneşi görmemle hemen aklıma binbir türlü açık hava gezmesi geldi. Bu mutlulukla kendime mantarlı domatesli omlet bile yaptım. Sonra dışarı çıkmamla anladım ki, bu güneşli hava, hani güneşli gözüküp de soğuktan titreten sinsi soğuk havlardanmış. Neyse, gün boyu etrafta dolanmamızı çok da sekteye uğratmadı soğuk ama akşam 10 gibi 5 dereceye kadar düşünce, bugünü soğuktan çatlamış dudaklarımı kemirmekle geçirtti.


İşte ilk üç fotoğraf o güneşli anlara ait güzel fotoğraflardan. İlk fotoğrafta solda gördüğünüz bisikletleri ücret karşılığında kiralayabiliyorsunuz. Şehrin neredeyse her yerinde bu 'bisiklet garajları'ndan var. İkinci fotoğrafta gördüğünüz yer ise epey eski bir pub, adı The Roebuck. Zamanında ikinci katında Charlie Chaplin'in sahne aldığına dair rivayetler var. Ve evet, tepesinde o sarı şey bir gülen surat (: Üçüncü fotoğrafta görünen kilisenin adı da St. George the Martyr Southwark. Pek güzel bir kulesi var ve fotoğrafta göründüğünden daha büyük.



Peki buralar nereler? İlk üç fotoğrafın çekildiği yerin birçok adı var. Bankside, The Borough benim bildiklerimden. Southwark'a bağlı. Southwark'ı belediye olarak düşünebiliriz sanırım. Borough metro istasyonundan çıktığınızda, birazcık dolandığınızda görebileceğiniz yerler bunlar. 'Borough' tam İngiliz aksanıyla, baraa diye okunuyor bu arada. Son a'nın ucu epey açık (: Biraz ilerisi London Bridge, yani Londra Köprüsü, ve yine aynı adla anılan metro istasyonu var. Biraz karışık anlattım farkındayım, kusura bakmayın. Tüm bu semte genel olarak Bankside deniyor bildiğim kadarıyla. Thames nehrinin güneyinde, altında kaldığı için.

Bu bölge gündüzleri gezmek için son derece keyifli. Sürekli bahsettiğim bir türlü yazısını hazırlayamadığım ünlü Borough Market'a da pek yakın. Öyle çok turistik değil, daha çok ofisler var. Bir de yürümesi pek güzel yollar, minik parklar var. Londra'nın her yerinde sıklıkla karşıma çıkan yemek zincirleri burada da var. Ama ben (eğer açıksa) Borough Market'tan yemek almayı tercih ediyorum. Hem epey değişik tatlar denemiş oluyorum hem de sokak yemeği her zaman daha keyifli bence.

Pazar gününün güneşli kısmı daha çok Borough'da geçti işte. Sonra birkaç alışveriş için daha merkeze, Oxford Street'e gittik. Her zamanki gibi aşırı kalabalıktı. Yılbaşı süslemeleri başlamış bile! İşte buna çok şaşırdım. Günü zirvede kapattık, kebap yedik söylemesi ayıp (: Açıkçası özleyeceğimi tahmin ediyordum ama bu denli bir yemek hasreti beklemiyordum. Pek mutlu oldum. Belki biraz abarttığımı sanabilirsiniz bu yemek konusunu ama gerçekten bu konuda zor zamanlar geçiriyorum. Yemek seçen biri ve aynı zamanda yemek yemeyi çok seven biri olmamın sonuçları sanırım bunlar. 1.5 aydır ton balığı ile besleniyorum ve bu durumdan hiç memnun değilim. 



Her neyse, ne diyordum. Hah işte biraz Borough, biraz Oxford Street, biraz da Golders Green'deydik dün. Bu kadarla yetinmemiş bir de arkadaşlarımızı görmek için Doğu Londra'ya gitmişiz, şu an farkettim ama Doğu Londra'dan bambaşka bir yazıda bahsetmek istiyorum. Yukarıda gördüğünüz binalar da Golders Green'den.

Bu hafta da ne çok turistik bir yer anlattım ne de şahane Londra tüyoları verdim. Sadece gezip gördüğüm yerleri anlattım, bir turist gibi değil de artık Londra'da yaşayan, havasından bunalmış biri gibi (: Bundan sonra belki de daha detaylı notlar almalıyım. En azından fotoğrafları beğenmişsinizdir diye umuyorum.

9 Kasım 2013 Cumartesi

Josie Shenoy İlustrasyonları


Uzun süredir aklımda bu yazıyı yazmak, kısmet bugüneymiş.

Geçen haftalarda bir Cuma akşamı Thames üstündeki köprülerden birinin ayakları altında dolanıyorduk, tam olarak neredeydik hatırlamıyorum, pek de bilmiyorum açıkçası. Sonra minik tahta kulübelerden oluşan bir yer gördük, 10-15 minik dükkan, neredeyse hepsi dükkan sahipleri tarafından hazırlanmış ürünlerini satıyordu. Ben tabi koşarak ilk gördüğüm yere girdim, erkek arkadaşım da peşimden geldi.

En çok Londralı sanatçı Josie Shenoy'un çalışmalarının satıldığı dükkanı sevdim. Tahminen başka sanatçıların da eserleri vardı, ben hemen Shenoy tarafından tasarlanmış bir kart kaptım. Paketini bile açmaya kıyamıyorum. Sitesinden tüm çalışmalarına baktım. Saatlerce de bakabilirim. Gerçekten gözlerimi alamıyorum. Böyle güzel işler yapan insanlara çok özeniyorum galiba bir yandan da. Aslında ben de işimi seviyorum ama bu iş bir başka (:

Sanatçının sitesine şuradan gidebilirsiniz. Alışveriş seçeneği var ancak sadece büyük boy baskılar satışa sunulmuş sanırım şu an için.

Bahsettiğim dükkanların tam yerini de öğrenir öğrenmez söylerim size de. Umarım siz de beğenmişsinizdir.

Londra'da Hafta Sonu, #4 - Golders Green


Maalesef geçen haftanın 'Londra'da Hafta Sonu' yazısını anca bugün yazabiliyorum, kusura bakmayın. İşler güçler arasında öyle bir kayboldum ki kendim bile anlayamıyorum.

Geçen hafta, bir de şuraya gidelim bari diyerek Golders Green'e gittik. Hani Londra'nın en bilinen, en popüler yeri mi? Hayır değil ama ben çok çok sevdim. Kendimi tekrardan İstanbul ya da İzmir, ama galiba özellikle İzmir'in tanıdık mahallelerinden birinde gibi hissettim.

Golders Green, 3. Zone'da (Londra, metro haritasında zone'lara ayrılmış durumda), Northern Line üstünde. Benim kaldığım yere metroyla yarım saat uzaklıkta. Metro yolculuğunu Heidi okuyarak değerlendirdim, çok da güzel oldu (: Ama işte metroda bir şeyler okumanın da en fena yanı dalıp, ineceğiniz istasyona geldiğinizi anlayınca koşarak metrodan atlamanız.

Golders Green'i bu kadar sevmemin sebebi sanırım yavaş yavaş içimde büyüyen memleket hasreti ve Golders Green'i aşina olduğum mahallere benzetmemdi sanırım. Eski binalar, dar kaldırımlar, butik benzeri dükkanlar bana 23 yıl boyunca yaşadığım yerleri hatırlattı. Ama tam istediğimiz gibi gezemedik çünkü hava aşırı soğuktu. Mesela çok güzel parklar var, oralar bir sonraki Golders Green gezimize kaldı. Bir de o kadar fazla ikinci el eşya datan dükkan var ki. Çoğu da hayır kuruluşları için satılıyor. Yılbaşı gibi hediye alma dönemlerinde tahminen epey kalabalık oluyorlardır.


Kimler sevebiliri burayı? Sakin bir muhit Golders Green, epey eski bina var. Benim gibi bina fotoğrafı çekmeyi sevenler için bir cennet. Çok sayıda kafe ve restoran da var. Biz mesela dolaşmadan önce bir kafede oturup İtalyan kahvaltısı yaptık. Bir de çok sayıda kuaför var. Adım başı var hatta. Tüm gününüzü Golders Green'e ayırmak ister misiniz bilemem ama güzel havada gidip, yanınıza da atıştırmalık ve okumalık bir şeyler alısanız, bence Golders Hill Park'ta epey güzel bir gün geçirebilirsiniz.

Burada havalar iyice bozdu. Hem soğuk, hem yağmurlu, hem rüzgarlı. Daha kötü nasıl olabilir bilmiyorum. Bu kötü hava da insanın kursağında bırakıyor tabii hafta sonu gezmelerini. Bakalım, yarın biraz daha güzel olursa hava belki size epey güzel ve ünlü bir yerlerin yazısını yazarım (:

27 Ekim 2013 Pazar

Londra'da Hafta Sonu, #3 - British Library


Bugün çok güzel bir gündü. Gerçekten. Her ne kadar yarın Londra'yı vuracak olan dev fırtınanın alametleri yavaştan kendini belli etse de, ayaklarımız yer yer yerden kesile kesile erkek arkadaşımla dolandık durduk. Fotoğraflarla anlatayım.

Bugünkü planımız, istasyonda buluşup British Library'e gidip kütüphane kaydını yaptırmaktı. Nedense ben açıktır diye tahmin ettim ama tahmin edilebilir bir şekilde kayıt ofisi kapalıydı, ama olsun. Çok çok güzel gezdik, bir de bonus olarak şahane bir sergi yakaladık. Neyse ben en baştan anlatayım. 

British Library'e, pek ünlü kütüphaneye gidebilmek için (metro kullanacaksanız eğer) Northern Line üzerindeki King's Cross St. Pancrass istasyonunda inmeniz gerekiyor. Ben daha önce hiç bu taraflara gitmemiştim, şahane güzelmiş. Metro istasyonundan çıkıp sağa doğru yürüdüğünüzde yukarıda gördüğünüz devasa bina ile karşılaşıyorsunuz, otel. Sonra 1-2 dakika daha yürüdüğünüzde işte karşınızda British Library. 



Çok da güzel bir bahçesi, var. Avlu gibi olan bu yerin ortasında "The Last Word (Son Söz)" adlı cafe bulunuyor. Hem havanın serinliğinden hem de günün Pazar olmasından dolayı çok kalabalık değildi. Güneşli günlerde, çalışmaya ara verip portakal suyu içmek için şahane bir yere benziyor.



Biraz buralarda dolandıktan sonra içeri girdik, gerçekten çok çok büyük bir yer. İçeride fotoğraf çekemedim pek, birinin çıkıp "Yasak!" demesinden korktum sanırım. Dediğim gibi, kayıt ofisinin kapalı olduğunu öğrenince biz de birazcık dolaşalım madem dedik. İyi ki de demişiz, son zamanlarda gezdiğim en minik, en sevimli sergiye denk geldik.

Serginin adı, "Picture This: Children's Illustrated Classics (Bunu Resmet: Çocuk Klasikleri İlustrasyonları)". 4 Ekim'de açılmış, 26 Ocak'a kadar devam edecekmiş, giriş ücretsiz. The Folio Socety'nin katkılarıyla hayata geçirilen bu sergide 20. yüzyılın en popüler 10 çocuk klasiğinin ilustrasyonlarının ilk hazırlandıkları zamanki halleri ve yıllar sonra, bugün, günümüz ilustratörleri tarafından nasıl yorumlandıkları gözler önüne seriliyor. Çok afilli cümleler kurdum ama başka nasıl anlatılır bilemedim. Peki bu 10 kitap hangileri?
Hobbit, Peter Pan, Paddington Bear, The Wind in the Willows, Just So Stories, Charlie and the Chocolate Factory (Charlie'nin Çikolata Fabrikası), The Railway Children (Demiryolu Çocukları), The Secret Garden (Gizli Bahçe), The Borrowers (Minik Kahramanlar), The Iron Man. Benim en sevdiklerim elbette The Borrowers ve Charlie and the Chocolate Factory oldu. Erkek arkadaşımsa Iron Man'in başından ayrılamadı. Bir de şey çok hoşuma gitti, küçük bir sergi olmasına rağmen, 3-4 tane minik ekran ve bu ekranlara bağlı kulaklıklar vardı. Klasik çocuk hikayelerini günümüzde tekrar resimleyenlerin deneyimlerini kendi ağızlarından dinleyebiliyordunuz. Dil seçeneği var mıydı tam hatırlayamıyorum.


Fotoğraf çekmek bu bölümde özellikle yasak olduğundan maalesef size gösterecek bir şeyim yok, ama şuradan serginin sitesine gidebilirsiniz. Şuradan da neredeyse bizim sergide gördüğümüz tüm çizimleri görebilirsiniz (sayfanın sağındalar). Burada da The Telegraph'da sergiye dair yayınlanmış bir yazı var (İngilizce), buradan da çizimleri inceleyebilirsiniz. 

Sergi çok kalabalık değildi, gezenler genellikle orta yaş ve üzeri insanlardı. Nostalji herkesin hoşuna gidiyor demek ki (: Bir de sergiye annesiyle gelen, yere uzanıp kitap ilustrasyonlarına bakıp bakıp kendi defterine bir şeyler çizen bir kız vardı, bayıldım. Kütüphanenin satış mağazasında sergiye özel ürünler de satılıyor. Yüksek fiyatlar (ya da bizim kısıtlı bütçemiz) nedeniyle biz sadece acıklı gözlerle uzaktan bakabildik. Olur da yolunuz Londra'ya, bir de British Library'e düşerse Ocak sonuna kadar, mutlaka gidin bir bakın derim bu sergiye. Hatta gidecekseniz birazcık da para biriktirin ve Winnie the Pooh'lu seramik tabak-kupa takımından satın alın, benim yerime de demli bir çay için, yanında da poğaça yiyin.

Londra'daki bir başka Pazar günü de böyle geçti. Güzel geçti. Umarım sizin de hoşunuza gitmiştir. Belki kütüphane içinden fotoğraf bekleyenler hayal kırıklığına uğradı, kusura bakmayın. Kaydımı yaptırıp içeri girebilsem fotoğraf çekecektim ama kısmet değilmiş. Belki de çekemeyecektim, izin veriyorlar mı bilmiyorum. Her neyse, daha önümde bir sürü gün var, kütüphaneli gün hem de. 

Umuyorum siz de güzel bir Pazar geçirmişsinizdir. Sizi bugün gördüğümüz sincaplardan biriyle uğurluyorum.