29 Kasım 2013 Cuma

Nerelerdeyim?


Ne alemdeyim? Aslında bıraktığınız yerdeyim ama işler işler, sonu gelmeyen şeyler... Bu yüzden bloga yeni yazılar ekleyemiyorum. Ama Instagram'da tam gaz fotoğraf paylaşmayı ihmal etmiyorum. Yazacak bin tane de şey birikti. Kısa kısa bahsedeyim bu aralar ne yaptığımdan.

  1. Bu aralar hatıra ve biyografi türlerine merak sardım. Boş bulduğum her an daha önce hiç adını duymadığım adam ve kadınların hayatlarını, anılarını okuyorum. Pek keyifli, pek ilginç.
  2. Hava inanılmaz soğudu. Soğuktan dudak, el hatta yanak çatlar ama ayak çatlar mı? Ayaklarım soğuktan çatladı. Ama kar yağmadı, henüz.
  3. Yılbaşını ve büyük Noel tatilini (okullarda 1 aylık bir tatil var, ara tatile denk geliyor) burada geçireceğim. Bu da demek oluyor ki 1 ay az ders, çok gezmek, bol blog yazısı.
  4. Soğuktan olsa gerek, sürekli şekerli şeyler yiyorum. Instagram'da takip edenler durumun ciddiyetinin farkındalar tahminen. Söylemesi ayıp, sabah bir oturuşta 7 tane çikolatalı kurabiye yedim. Ama küçüklerinden. 
  5. Doğumgünüm haftaya Cuma. Sadece 7 gün kaldı (:
Bu kadar.

23 Kasım 2013 Cumartesi

El yazısı kalemleri


British Library gözlemleri


Londra'ya geldiğimden beri en çok gittiğim yerlerden biri British Library. Zaten Instagram'dan beni takip edenler bunun farkındalardır. Sık gitme sebeplerimden biri tahmin edebileceğiniz üzere sürekli çalışmam gereken bir şeyler var. Aslında sadece ders değil, aynı zamanda doktora başvurularını da derleyip toplamaya çalıştığımdan uğraşacak bin tane şey var. Doktora başvuruları nasıl bir şeydir merak edenlere ayrıca bir yazının geleceğinin müjdesini de vermek isterim. İşte hal böyle olunca, bana okula gitmediğim her gün British Library'nin yolları görünüyor. Bir de Pazar günleri hariç, çünkü kütüphane kapalı. Bu yazıda da kütüphaneye dair her yerde bulabileceğiniz bilgilerden çok (ne zaman kurulmuş, kaç kitap varmış vs.) benim görüp, deneyimlediklerimden bahsetmek istiyorum. Madde madde anlatmayı daha çok seviyorum. Ve başlıyorum.

  1. Kütüphane King's Cross St. Pancras istasyonuna (evet, Harry Potter'ın her sene Hogwarts'a gitmek için yola çıktığı tren istasyonu) çok yakın. 2 dakikalık yürüme mesafesinde. Ulaşmak kolay, akşam dönmek de kolay.
  2. Kütüphanede iki farklı çalışma alanı var. Birincisi kütüphaneye kayıt yaptırıp aldığınız kartla girebileceğiniz reading room'lar, yani okuma odaları. İkincisi ise herhangi bir kayıt ya da karta gerek olmadan kullanabileceğiniz, kütüphanenin bir çok yerinde bulunan masalar, tekli koltuklar. Peki farkı ne? Eğer kartınız varsa ve okuma odasına girebiliyorsanız, gün içerisinde sadece bu mekanlarda okuyabileceğiniz kitaplara da erişiminiz oluyor. Diyelim ben A kitabını okumak istiyorum. Sabah gittiğimde bir form veriyorum (bunu internetten de yapabiliyorum) ve kitabın nerede bulunduğuna bağlı olarak kitap bana ya 1 saat içerisinde ya da akşam üstüne doğru ulaştırılıyor. Gün sonunda kitabı iade ediyorsunuz. Dediğim gibi, bu işlem için bir kütüphane hesabınızın ve kartınızın olması gerekiyor. Diğer kartsız seçenekte ise ortak çalışma alanlarını kullanabiliyorsunuz ve kablosuz internetten faydalanıyorsunuz. Eğer ses ve kalabalıktan çok da rahatsız olmuyorsanız çalışırken, ortak alanları da tercih edebilirsiniz.
  3. Benim kütüphane kaydım var. Yaptırmak pek zor da değil zaten. Okuma odalarında çalışmayı tercih etmemin sebebi ise daha sessiz ve kendinize ait koca bir masanızın oluşu. Bir de bazı günler ortak alanlarda kesinlikle yer bulunmuyor.
  4. Kütüphane içinde bir cafe bir de restoran var. Cafe'ye bayılsam da restoranda çok garip bir şey oluyor, kesinlikle yiyebileceğim tek bir şey bulamıyorum. Hadi ton balıklı sandviç yiyeyim diyorum, hop içinde avokado olduğunu öğreniyorum. Bugün çorba içeyim diyorum, turp çorbası çıkıyor. Tamam bugünlük öğle yemeğim pasta olsun diyorum, hayatımda adını duymadığım meyvelerden oluşan pasta çıkıyor karşıma. Şans işte, benim gibi yemek seçenler için zor bir durum. Ama hep kalabalık, demek ki sorun benim damak zevkimde. Bir de maalesef epey pahalı bu restoran. Kütüphane günlerimde ben yine kütüphaneye yakın olan yerlerden birinden sandviç alarak karnımı doyuruyorum.
  5. Okuma odasının katı kuralları var! Okuma odasına girmeden önce zemin katta bulunan kilitli dolaplara neredeyse tüm eşyanızı bırakıyorsunuz. Yanınıza sadece laptop, defter, kitap, cüzdan, telefon ve kurşun kalem alma hakkınız var. Sonra okuma odasına götürmek istediğiniz eşyaları saydam poşetlere koyuyorsunuz. Bu poşetleri kütüphane temin ediyor. Bu denli ciddiye almalarının sebebi okuma odalarında kitaplara bir şey olmasını istememeleri ki bence son derece haklı bir sebep. Hatta koca salonda sürekli dolaşan görevliler bazen gelip elinizdeki kalemin mürekkepli kalem olup olmadığını sorabiliyor. 
  6. Kütüphanenin içinde ayrıca galeriler de var. Mesela şu an İngiltere tarihinin 1714-1830 yılları arasını anlatan bir sergi var.
  7. Şahane güzel bir mağazası var. İki bölümden oluşan bu mağazanın yarısında kitaplar, diğer yarısında ise o an galerideki sergiye dair hediyelik eşyalar var. Mesela şu an Georgians (bunun Türkçe karşılığını bulamadım) sergisi olduğundan, minik parfüm şişeleri, dantel şemsiyeler ve türlü türlü muhteşem şey satılıyor.
  8. Ben genelde sabah erken gidiyorum. Saat 9:30'da açılıyor okuma odaları. Akşam 5'e kadar (sanırım) kitap isteğinde bulunabiliyorsunuz. Sonrasında 6'ya kadar açık kalıyor. Cumartesileri ise daha erken kapanıyor. Pazar günleri ise kapalı.
  9. Kütüphanelerde bence ısıtma/soğutma işine çok dikkat etmek gerekiyor. Özellikle aşırı ısıtılmış kütüphanelerde benim ve tahminen bir çok insanın hemen uykusu geliveriyor. Bu açıdan British Library'den epey memnunum. Ne çok sıcak ne çok soğuk, havalandırma da tam ayarında. 
  10. Okuma odaları da üçe ya da dörde ayrılıyor konularına göre. Büyüklükleri de değişiyor elbette. Benim favorim ikinci kattaki okuma odası. Küçük ve çok kalabalık değil.
  11. Okuma odalarını kullanan kişilerin yaş ortalaması epey yüksek gibi. Üniversite kütüphanelerinde çalışmaya alışan ben, buna epey şaşırmıştım başta. 
  12. Okuma odalarında fısır fısır fısır yanındakiyle konuşan kimse olmuyor.
  13. Koltukları çok çok rahat (:
  14. Okuma odası haricinde ortak alanda tekli koltuklar var. Daha önce hiç görmediğim bu şeyin tasarımına bayıldım. Laptop kullananların tercih ettiği bu koltukta laptop koyma yeri var, priz de koltuğa eklenmiş durumda. Hatta defter koyup not almak için de bir yer var. Pek rahat ve bir laptop kullanıcısının isteyeceği her şey var.
  15. Özetle, çalışmak için gerçekten şahane bir yer. Çok düzenli ve birkaç kere gittikten sonra insan sanki yıllardır gidip geliyormuş gibi hissediyor.
Sitesine bakmak isterseniz, şuradan.

18 Kasım 2013 Pazartesi

Londra'da Hafta Sonu, #6 - Green Park


Yakın zamana bir ödev teslimim var. Ama ben ne yapıyorum, elbette son gün gelene kadar kendimi ödev hariç her şeyle oyalıyorum. Sabahtan beri bin tane şeker yedim, havalara baktım, gelip geçen insanları izledim bir de blog yazısı yazmışım çok mu? 

Bir süredir güzel güzel yerler geziyorum. Hepsini de paylaşıyorum Twitter'dan, Instagram'dan, oradan buradan. Çok iddialı bir laf olacak ama çok samimiyim, 23 yıllık hayatımda gördüğüm en güzel ilk 5 yere girer sanırım Green Park. 

Bu Cumartesi klasik İngiliz havası kıvamındaydı, sabah şahane güzel bir güneşle uyandım. E hadi Hyde Park'a gidelim dedim. Ama bu sefer biraz akıllı davranıp beremi, eldivenimi de alıp çıktım sokağa. Jubilee Line üzerindeki Green Park istasyonunda erkek arkadaşımla buluştum. Ve pat! Park karşımdaydı. Ben biraz yürürüz, metro istasyonun dibinde de değildir herhalde diye düşünürken, bu ülkede 3 dakikada bir metro istsasyonu olduğunu unutmuştum. E tabi hava da kapamıştı o sıralarda, artık söylemeye gerek bile duymuyorum. İngiltere'de güneşin günlük ömrü 3 saat. Her neyse, başladık yürümeye. önce Green Park'ı gezeriz sonra da Hyde Park'a gideriz dedik. Tabii Green Park'ın da epey büyük ve şahane güzellikte olduğunu bilmiyorduk.

Park, bildiğimiz park. Ağaçlar devasa, orada burada sıcak içecek ve waffle satan kulübeler var. Çimler yeşil, üstü silme kahverengi yaprak. Yürü yürü bitmiyor. Bitiyor aslında ama pek de bitmesini istemiyorsunuz. Turistik de bir yer. Çıkışı Buckingham Sarayı'na açılıyor. Kalabalığı tahmin edersiniz. Biz herhalde 1-2 saat dolandık parkta. Sonrasında hem hava karardı (hava 4-5 gibi kararıyor), hem de Hyde Park için pek enerjimiz kalmadı.

Green Park Batı Londra'da. 19 hektarlık bir arazi üstünde. Hyde Park ve St. James Parkları arasında. Parkta sadece çok yaşlı ağaçlar bir de nergisler var. Nergisleri biz göremedik. Söylenene göre, çok çok eskilerde parkın şimdi bulunduğu alan vefat eden cüzzamlı kişilerin gömüldüğü yermiş. 18. yüzyıla kadar da Londra'nın epey dışında, pek de tekin olmayan kimselerin uğrak yeriymiş. 19. yüzyılda havai fişek gösterilerinin yer aldığı bir mekan olmuş.  (Bu bilgiler Wiki'den) 

Batı Londra'ya daha önce hiç gitmemiştim ancak gelir seviyesi epey yüksek kesimin burada yaşadığını duymuştum. Gördüm, öyleymiş. Yüzlerce mağazanın bulunduğu geniş caddeler var. Park haricinde ben pek sevmedim bu bölgeyi, mağazalar arasında bomboş dolaşmak sıkıcı geldi. Ama Noel zamanı tahminen pek ışıltılı olacaktır. O zaman bir daha gidebilirim. Bir de neredeyse tüm konsoloslukların bulunduğu bir yer var, yerin adını tam hatırlamıyorum. Bu sokaklarda da çok güzel minik bahçeler var. Ama özel mülk olduğundan girilemiyor. 

Cumartesi günü park, bahçe dolaşarak geçti anlayacağınız. Sonrasında da İtalyan restoranına gittik. Nasıl acıkmışsam bir dev pizzayı yedim. O günden geriye de bu fotoğraflar kaldı. Blog fotoğraflarında fotoşop var mı diye mail geliyor bazen, yok. Bilmiyorum zaten öyle afilli şeyleri. Konstrast ayarlarını yapıyorum sadece, onun için de bir program kullanmıyorum. Beğeniyorsanız, oley.

Bu arada, bu aralar Instagramı'ı epey aktif kullanıyorum ve gittiğim her yerin fotoğrafını çekiyorum. Bir de bol bol şekerleme fotoğrafı çekiyorum nedense. Kullanıcı adım: okuyankedi


12 Kasım 2013 Salı

Kedisiz hayat neden çok bayat?

"Ev, kedinizin olduğu yerdir."

Londra’ya geliş hikayemi binbeşyüzaltıncı kere tekrar etmeme gerek yok sanırım. Geldim, ve 'tüm' kedilerim (iki tane) geride kaldı. Yaşlı kedim ailemde, genç kedim de erkek arkadaşımın ailesinde. Nasıl özlüyorum bilemezsiniz. Belki de bilebilirsiniz. Kedisiz hayata hiç alışkın değilim. Kedisiz hayat çok bayat! Tam 90ların klişe sloganları gibi oldu. Her neyse, bu bayat ve yavan tadın sebeplerini açıklayayım:

  1. Kedi(leri)nizi özlüyorsunuz. Her şeyini. En çok da oyunları. Benim için en güzel çalışma molası, ben çalışırken bir köşede uyuyakalan kedimi uyandırıp önce burnunu ısırmak sonra da gıdıklamak olmuştur. İşte artık bu yok. Molalarım sıkıcı pencereden dışarı bakmalardan, Candy Crush oynamalardan ibaret.
  2. Kış geceleri soğuk ve acımasız. Yıllar geçiyor ve yaşlanıyoruz, her gün biraz daha üşüyoruz. Kış gecelerinin vazgeçilmezi bir adet kedi, tercihen bol tüylü. Şöyle siz uykuya hazırlanırken battaniyenizin altına girecek, ayaklarınıza sokulacak ve sabaha kadar kum çuvalı gibi hareket etmeden fosur fosur uyuyacak.
  3. Bazı kediler her daim aç. Böyle kediler de en çok yemek vakitlerinde özleniyor. Benim minik kedim Ayı’nın açlık genlerine işlemiş gibidir. Londra’ya geldim geleli ne zaman güzel bir şeyler yesem, ah şimdi burada olsaydı da lokmaları boğazıma dizene kadar gözlerini ayırmadan bana baksaydı diyorum.
  4. Hayatta minik heyecanlar şart. Yaramaz bir kediniz varsa her gün yeni yeni maceralar demek. 10 dakikadır sesi mi çıkmıyor, kesinlikle dolaplardan birinin (kimbilir hangisinin) en ücra köşesinde saklanıyor; aniden şirinlik mi yapmaya başladı, kesin arka odalarda bir işler çevirdi...
  5. Tırmık izleri aslında yaşanmışlıktır ve biraz da korkunç görünümlü eller ve kollar demektir. Birkaç aydır ellerim pürüzsüz, lekesiz ve pamuk gibi. Çünkü gece ben uyurken onları kemiren, masa başında yazı yazarken bunu oyun sanıp ellerime saldıran kimsem yok.
  6. Kedileri şahane zaman tüketicilerdir. Bir tek kendileri değil, tüyleri de yeterlidir bunun için. Diyelim ki kışları kadifeden vazgeçemeyenlerdensiniz. Ve yine diyelim ki o gün bordo kadife pantalonunuzu giymişsiniz ve olur ya, herkes sanki o gün sizi bir yerlerde bekletmeye sözleşmiş. Beklerken ne yapılır? Pantalondan kedinizin tüyleri tek tek toplanır. Var mı bundan eğlenceli aktivite. Şaka. Kitap da okuyabilirsiniz aslında.
  7. Uyuyan kedi, pencereden bakınan kedi, boş boş oturup tahminen içinden “bana neden bakıyor ki şimdi bu böyle?” diyen kedi izlemeyi severim. En çok uyuyan kedinin kıvrım kıvrım kıvrılan patilerini mıncırmayı severim. Uyuyan kediyle uğraşmayı sevdiğim kadar, uyuyan insanı da türlü türlü numaralarla uykusundan kaldırmayı da bilirim.
  8. Tek çocuk olmanın acı gerçeklerinden biri de evde, sokakta canınız sıkıldığında uğraşacağınız birinin olmamasıdır. Kedilerim bu görevi uzun süredir layığıyla yerine getirmekteler. Kendi halinde oturan kediyi hop diye kucağa almalar, burnuna üflemeler, çok çok öpmeler, kendi kuyruğunu ısırttırmalar en sevdiklerimdendir. Bir süredir hayatım bomboş beyaz kağıtlar gibi.
  9. Eğri oturalım, doğru konuşalım. Buraya, bloga, "kedilerimle konuşuyorum ben" yazacak kadar cesur değilim. Konuşmuyorum zaten. Öyle uzun muhabbetler yapmıyorum da hani arada sırada, “nasılsın, naber, kuyruklar nasıl, sen yine şişmanladın ya, oh göbeğe bak” gibisinden şeyler söylüyorum. Sözlü sataşmalarda bulunuyorum. Bunları yapamıyorum bir süredir, çok canım sıkılıyor.
  10. En en çok uzun uzun gıdıkları, kulak arkalarını, göbekleri sevmeyi özlüyorum. Belki onlar da beni özlüyorlardır diye avutuyorum kendimi.

Tüm bu sebeplerden ötürü kedisiz hayatı hiç sevmiyorum. Benim aklıma bunlar geldi. Sizin kedili hayatı sevme sebepleriniz neler? Eğer siz de bir süreliğine kedilerinizden uzaksanız, kedisiz hayatın tatsızlığını paylaşır mısınız?


The Haunted House: A True Ghost Story - Walter Hubbell

Acayip hayaletli olayların mekanı o ev

Yeni edindiğim Kindle'a dair bir yazı şurada paylaşmıştım. Kindle'ı aldıktan sonra indirdiğim ilk e-kitaplardan biri Hubbell'ın bu kısa, 'gerçek olaylara dayanan' hikayesi oldu. Ücretsizdi ve ben de yatmadan önce bir miktar hayalet hikayesinin iyi gelebileceğini düşünmüştüm. Öncelikle birazcık kitaptan bahsedeyim.

Kitabın bildiğim kadarıyla Türkçe çevirisi yok, pek bilindiğini de sanmıyorum açıkçası. Başlığı ben çevirecek olsam, şöyle olurdu: "Hayaletli (Perili) Ev: Gerçek Bir Hayalet Hikayesi" Pek olmadı sanki, neyse. 1888'de basılan ve 55.000 kopya satan bu eserin yazarı Hubbell, kendisi bir aktör. Ben internette yazara dair hiçbir şey bulamadım neredeyse. Sadece Amherst, Kanada'da vuku bulmuş bu olaya merak saldığını, gidip olayı yerinde gördüğünü, 6 hafta orada kaldığını ve sonrasında da bunu yazdığını öğrenebildim. Olay nedir peki?

Kitabın yazıldığı dönemin biraz öncesinde, Amherst'te, kendi halinde yaşayıp giden bir ailenin başına tuhaf şeyler gelmeye başlıyor. "The Great Amherst Mystery" olarak bilinen bu olay yerel halkın ilgisini çekmekle kalmıyor, dört bir yandan meraklıları topluyor. Başlarda ufak tefek eşyaların hareket etmesiyle kendini gösteren 'kötü ruhlar' zaman içinde trampet çalmaya ve hatta bir noktadan sonra iyice kendilerindne geçip evin farklı noktalarında yangın çıkarmaya başlıyorlar. Ancak olayın en başından beri ev ahalisinden kafayı taktıkları tek bir kişi var, o da evin henüz evlenmemiş kızı Esther Cox. Ben en çok neden Esther diye merak ettim. Ne yaptı acaba, gece vakti tırnak mı kesti, ıslık mı çaldı? En son hatırladığım, hayaletler tarafından sırtından birkaç kez bıçaklandığı ve ölmediğiydi bu talihsiz genç kadının. Her neyse, demem o ki, olay zamanında epey duyuluyor, 'uzmanlar' olan biteni açıklamaya çalışıyor ama sonra bir şekilde unutuluyor. Olan Esther'e oluyor.

Açıkçası Goodreads yorumları gerçekten çok acımasız bu kitaba karşı. 209 kişi oylamış kitabı, 5 üzerinden ortalama puanı 2.65. 1880'lerde yazıldığı, dönemin okuyucu kitlesi ve türlü türlü kültürel çerçeve gözden kaçırılmış yorumlarda, sürekli ne kadar da kötü bir kitap olduğundan, karakterlerin ne kadar basit olduğundan söz edilmiş. Ben de hayranı olmadım Hubbell'ın ve eserinin ancak ilginç bir deneyimdi sanırım bu kısa hikayeyi okumak. Sonuçta etrafımızda 1880'lerde yazılmış kaç tane hayalet hikayesi var okunacak. Bence sırf bu ilginç okuma için bile bir teşekkür borçlu olabiliriz yazara (:

E peki nasıl derseniz, çok basit bir dili var. Karakterler tek boyutlu gibi. Zaten onları çok da merak etmiyorsunuz sanırım. Sürekli acaba hayalet şimdi nasıl saldıracak Esther'e diye merak ediyorsunuz. Eğer İngilizce'yi yeni öğrenmeye başladıysanız bence iyi bir okuma pratiği olabilir Hubbell'ın bu kısa öyküsü. Dili basit, çok çetrefilli kelimeler yok dediğim gibi. Ve elbette gerilim ve paranormal türlerini sevenler için bu antik örnek ilginç ve keyifli bir okuma olabilir.

11 Kasım 2013 Pazartesi

Instagram'a derinden ve sessiz geri dönüşüm


Londra'ya geldiğimden beri telefon konusunda yüzüm gülmedi. Sonunda dün pek güzel bir telefon (ve internet bağlantısı) saibi oldum ve Instagram'a geri dönüş yaptım. Ve farkettim ki etrafımda fotoğrafı çekilesi bir sürü şey varmış.

Haberiniz olsun diye söylüyorum (:

Londra'da Hafta Sonu, #5 - The Borough


Bu Pazar hava çok acayipti. Uyandım, pencereden bakıp güneşi görmemle hemen aklıma binbir türlü açık hava gezmesi geldi. Bu mutlulukla kendime mantarlı domatesli omlet bile yaptım. Sonra dışarı çıkmamla anladım ki, bu güneşli hava, hani güneşli gözüküp de soğuktan titreten sinsi soğuk havlardanmış. Neyse, gün boyu etrafta dolanmamızı çok da sekteye uğratmadı soğuk ama akşam 10 gibi 5 dereceye kadar düşünce, bugünü soğuktan çatlamış dudaklarımı kemirmekle geçirtti.


İşte ilk üç fotoğraf o güneşli anlara ait güzel fotoğraflardan. İlk fotoğrafta solda gördüğünüz bisikletleri ücret karşılığında kiralayabiliyorsunuz. Şehrin neredeyse her yerinde bu 'bisiklet garajları'ndan var. İkinci fotoğrafta gördüğünüz yer ise epey eski bir pub, adı The Roebuck. Zamanında ikinci katında Charlie Chaplin'in sahne aldığına dair rivayetler var. Ve evet, tepesinde o sarı şey bir gülen surat (: Üçüncü fotoğrafta görünen kilisenin adı da St. George the Martyr Southwark. Pek güzel bir kulesi var ve fotoğrafta göründüğünden daha büyük.



Peki buralar nereler? İlk üç fotoğrafın çekildiği yerin birçok adı var. Bankside, The Borough benim bildiklerimden. Southwark'a bağlı. Southwark'ı belediye olarak düşünebiliriz sanırım. Borough metro istasyonundan çıktığınızda, birazcık dolandığınızda görebileceğiniz yerler bunlar. 'Borough' tam İngiliz aksanıyla, baraa diye okunuyor bu arada. Son a'nın ucu epey açık (: Biraz ilerisi London Bridge, yani Londra Köprüsü, ve yine aynı adla anılan metro istasyonu var. Biraz karışık anlattım farkındayım, kusura bakmayın. Tüm bu semte genel olarak Bankside deniyor bildiğim kadarıyla. Thames nehrinin güneyinde, altında kaldığı için.

Bu bölge gündüzleri gezmek için son derece keyifli. Sürekli bahsettiğim bir türlü yazısını hazırlayamadığım ünlü Borough Market'a da pek yakın. Öyle çok turistik değil, daha çok ofisler var. Bir de yürümesi pek güzel yollar, minik parklar var. Londra'nın her yerinde sıklıkla karşıma çıkan yemek zincirleri burada da var. Ama ben (eğer açıksa) Borough Market'tan yemek almayı tercih ediyorum. Hem epey değişik tatlar denemiş oluyorum hem de sokak yemeği her zaman daha keyifli bence.

Pazar gününün güneşli kısmı daha çok Borough'da geçti işte. Sonra birkaç alışveriş için daha merkeze, Oxford Street'e gittik. Her zamanki gibi aşırı kalabalıktı. Yılbaşı süslemeleri başlamış bile! İşte buna çok şaşırdım. Günü zirvede kapattık, kebap yedik söylemesi ayıp (: Açıkçası özleyeceğimi tahmin ediyordum ama bu denli bir yemek hasreti beklemiyordum. Pek mutlu oldum. Belki biraz abarttığımı sanabilirsiniz bu yemek konusunu ama gerçekten bu konuda zor zamanlar geçiriyorum. Yemek seçen biri ve aynı zamanda yemek yemeyi çok seven biri olmamın sonuçları sanırım bunlar. 1.5 aydır ton balığı ile besleniyorum ve bu durumdan hiç memnun değilim. 



Her neyse, ne diyordum. Hah işte biraz Borough, biraz Oxford Street, biraz da Golders Green'deydik dün. Bu kadarla yetinmemiş bir de arkadaşlarımızı görmek için Doğu Londra'ya gitmişiz, şu an farkettim ama Doğu Londra'dan bambaşka bir yazıda bahsetmek istiyorum. Yukarıda gördüğünüz binalar da Golders Green'den.

Bu hafta da ne çok turistik bir yer anlattım ne de şahane Londra tüyoları verdim. Sadece gezip gördüğüm yerleri anlattım, bir turist gibi değil de artık Londra'da yaşayan, havasından bunalmış biri gibi (: Bundan sonra belki de daha detaylı notlar almalıyım. En azından fotoğrafları beğenmişsinizdir diye umuyorum.

9 Kasım 2013 Cumartesi

Josie Shenoy İlustrasyonları


Uzun süredir aklımda bu yazıyı yazmak, kısmet bugüneymiş.

Geçen haftalarda bir Cuma akşamı Thames üstündeki köprülerden birinin ayakları altında dolanıyorduk, tam olarak neredeydik hatırlamıyorum, pek de bilmiyorum açıkçası. Sonra minik tahta kulübelerden oluşan bir yer gördük, 10-15 minik dükkan, neredeyse hepsi dükkan sahipleri tarafından hazırlanmış ürünlerini satıyordu. Ben tabi koşarak ilk gördüğüm yere girdim, erkek arkadaşım da peşimden geldi.

En çok Londralı sanatçı Josie Shenoy'un çalışmalarının satıldığı dükkanı sevdim. Tahminen başka sanatçıların da eserleri vardı, ben hemen Shenoy tarafından tasarlanmış bir kart kaptım. Paketini bile açmaya kıyamıyorum. Sitesinden tüm çalışmalarına baktım. Saatlerce de bakabilirim. Gerçekten gözlerimi alamıyorum. Böyle güzel işler yapan insanlara çok özeniyorum galiba bir yandan da. Aslında ben de işimi seviyorum ama bu iş bir başka (:

Sanatçının sitesine şuradan gidebilirsiniz. Alışveriş seçeneği var ancak sadece büyük boy baskılar satışa sunulmuş sanırım şu an için.

Bahsettiğim dükkanların tam yerini de öğrenir öğrenmez söylerim size de. Umarım siz de beğenmişsinizdir.

Londra'da Hafta Sonu, #4 - Golders Green


Maalesef geçen haftanın 'Londra'da Hafta Sonu' yazısını anca bugün yazabiliyorum, kusura bakmayın. İşler güçler arasında öyle bir kayboldum ki kendim bile anlayamıyorum.

Geçen hafta, bir de şuraya gidelim bari diyerek Golders Green'e gittik. Hani Londra'nın en bilinen, en popüler yeri mi? Hayır değil ama ben çok çok sevdim. Kendimi tekrardan İstanbul ya da İzmir, ama galiba özellikle İzmir'in tanıdık mahallelerinden birinde gibi hissettim.

Golders Green, 3. Zone'da (Londra, metro haritasında zone'lara ayrılmış durumda), Northern Line üstünde. Benim kaldığım yere metroyla yarım saat uzaklıkta. Metro yolculuğunu Heidi okuyarak değerlendirdim, çok da güzel oldu (: Ama işte metroda bir şeyler okumanın da en fena yanı dalıp, ineceğiniz istasyona geldiğinizi anlayınca koşarak metrodan atlamanız.

Golders Green'i bu kadar sevmemin sebebi sanırım yavaş yavaş içimde büyüyen memleket hasreti ve Golders Green'i aşina olduğum mahallere benzetmemdi sanırım. Eski binalar, dar kaldırımlar, butik benzeri dükkanlar bana 23 yıl boyunca yaşadığım yerleri hatırlattı. Ama tam istediğimiz gibi gezemedik çünkü hava aşırı soğuktu. Mesela çok güzel parklar var, oralar bir sonraki Golders Green gezimize kaldı. Bir de o kadar fazla ikinci el eşya datan dükkan var ki. Çoğu da hayır kuruluşları için satılıyor. Yılbaşı gibi hediye alma dönemlerinde tahminen epey kalabalık oluyorlardır.


Kimler sevebiliri burayı? Sakin bir muhit Golders Green, epey eski bina var. Benim gibi bina fotoğrafı çekmeyi sevenler için bir cennet. Çok sayıda kafe ve restoran da var. Biz mesela dolaşmadan önce bir kafede oturup İtalyan kahvaltısı yaptık. Bir de çok sayıda kuaför var. Adım başı var hatta. Tüm gününüzü Golders Green'e ayırmak ister misiniz bilemem ama güzel havada gidip, yanınıza da atıştırmalık ve okumalık bir şeyler alısanız, bence Golders Hill Park'ta epey güzel bir gün geçirebilirsiniz.

Burada havalar iyice bozdu. Hem soğuk, hem yağmurlu, hem rüzgarlı. Daha kötü nasıl olabilir bilmiyorum. Bu kötü hava da insanın kursağında bırakıyor tabii hafta sonu gezmelerini. Bakalım, yarın biraz daha güzel olursa hava belki size epey güzel ve ünlü bir yerlerin yazısını yazarım (: