28 Temmuz 2013 Pazar

Prag günlüğü yarından itibaren blogda!


Artık duymayan kalmadı ama bir kere daha hatırlatabilirim belki. 
Yarından itibaren 5 gün boyunca Prag seyahatimi blogdan takip edebilirsiniz.
Fotoğraftaki ne diye sorarsanız, pasaport kılıfı (:

Saksı Olmanın Faydaları - Stephen Chbosky


Epeydir hakkında bir şeyler yazmak istediğim ama nedense bir türlü faaliyete geçemediğim kitap, Saksı Olmanın Faydaları. Belki siz onu Perks of Being a Wallflower adıyla çekilen filminden ve ünlü mü ünlü Emma Watson'ın bu filmde oynuyor oluşundan biliyorsunuzdur. 

Öncelikle kitabın adı bana biraz garip geldi, saksı galiba tam karşılığı olmamış wallflower'ın. Wallflower, İngilizce'de şuna denk geliyor, hani olur ya, olmadık yerlerde çıkan çiçekler vardır, her şeye rağmen varolmaya ve büyümeye devam ederler. Ana karakter Charlie tam da böyle aslında; etrafında olan biteni görüyor, duyuyor, anlıyor ama hep sessiz kalıyor. Çok da göze çarpan biri değil, bir orkide değil, dev bir kaktüs hiç değil.

Perks of Being a Wallflower adıyla ilk olarak 1999'da yayınlanmış. 2012'de ise başrollerini Emma Watson, Ezra Miller ve Logan Lerman'ın paylaştığı filmi çekildi, bu sefer Chbosky yönetmen koltuğundaydı. Filmi henüz izlemedim ama epey merak ediyorum. Filmin IMDb puanı 8.1/10.

İçine kapanık, kafasının içindeki sesler bir türlü susmak bilmeyen Charlie'nin hikayesi bu aslında. 90'larda Amerika'nın herhangi bir kasabasında yaşayan bir gençten pek de farklı şeyler yaşamıyor sanırım: kasetlere şarkı çekiyor, orada burada dolaşıyor ve sonuç olarak bir Amerikan gençlik klasiği olarak "lise" karşımıza evrenin en kaotik alanı olarak çıkıyor. Ben bu lise anlatılarını pek sevenlerden değilim belki de bu nedenle kitaptan çok etkilenmedim. Belki de sandığımından daha da yaşlıyım ve kendi lise deneyimlerimi unuttum bile, Charlie ile çok bağ kuramadım. Ama az çok nasıl biri olduğunu anladım Charlie'nin, eminim sizi de çevrenizde böyle insanlar vardır, belki de siz böyle birisinizdir. Charlie genellikle edilgen bir konumda, hep insanları dinliyor, onların rahat etmesi için elinden geleni yapıyor ve tüm bunları gerçekten samimi bir şekilde ortaya koyuyor. Hiçbir zaman ilk adımı atan, gruptaki en sivri lafları eden olmuyor, olamıyor. Ama tabi kafasının içinde hep bir şeyler var, hepimizin var, ama o biraz daha kayıp gibi. Yoksa hepimiz en az Charlie kadar kayıp mıyız? 

Kitap epey Çavdar Tarlasında Çocuklar kıvamında, yazar da farkında ve bu durumdan memnun gibi. Yine o çocukluk ve yetişkinlik arasının orta halli masumiyeti var karakterlerde. 'Gerçek hayat'a atılmadan önceki o son umut patlamaları ve tutunacak bir şey arayışları... Charlie'nin kurtarıcısı edebiyat ve sinema oluyor, İngilizce öğretmeninin tavsiyeleri bu konuda yardımcı oluyor. Hangi kitapları okuyor derseniz, Bülbülü Öldürmek (Harper Lee), Peter Pan (J.M. Barrie), Muhteşem Gatsby (Scott Fitzgerald), Yabancı (Albert Camus), Çavdar Tarlasında Çocuklar (J.D. Salinger), Hamlet (William Shakespeare), Cennetin Bu Yakası (Scott Fitzgerald), Hayatın Kaynağı (Ayn Rand), Walden (Henry David Thoreau), Yolda (Jakc Kerouac). Lise yıllarında keşke bana da okuma ve izleme konusunda yol gösteren birileri olsaydı dedim içimden. 

Kitabın Goodreads puanı 4.16/5. Ben 3 verdim. Okunası bir kitap, hele sonundaki o dönemeç insanı epey şaşırtıyor. Benim olayı idrak etmem uzun sürdü. Yine Çavdar Tarlasında Çocuklar'dan yola çıkarak, Salinger'ı sevdiyseniz Chbosky'i de sevebilirsiniz diyerek bitiriyorum. Lafın kısası, iyi bir kitap. Ben bir süre sonra tekrar okumayı düşünüyorum, sanki bir şeyler eksik kaldı çünkü.

27 Temmuz 2013 Cumartesi

İmkansızlıklar Dedektifi: Martin Mystere


Çizgi romanlar konusunda uzman olduğumu iddia edemem ama sevdiğim serileri de çok severim. Blogda da yer vermeyi düşünüyorum bundan sonra, sırayla hepsine. Bu anlamsız cümleler bütününden sonra size İtalyan Bonelli Comics'in yayınlamakta olduğu, Alfredo Castelli'nin yarattığı, Giancarlo Alessandirini'nin çizdiği Martin Mystere'den bahsetmek istiyorum. Birçok dile çevrilen bu seri, Almanya'da Alan Dark, Amerika'da Martin Mystery, Türkiye'de ise Martin Mystere adıyla yayınlanıyor.

1982'de yayınlamaya başlayan bu çizgi roman serisiyle ilk defa lise 1'de karşılaşmıştım, 8 senedir de severek okuyorum. Wiki sayfasında da yazdığı üzere maceralar mutlaka arkeoloji, edebiyat, bilim kurgu ya da fantastik kurguların etrafında şekilleniyor ve genelde kadınlar gelip yakışıklı ve zeki Martin Mystere'den yardım istiyor. Bu esnada ona her zaman bir macerasında karşılaştığı Neanderthal adam (günümüzden 200.000-28.000 yıl önce yaşamış insan türü) Java yardım ediyor. En çok bu karakteri seviyor olabilirim. Her bir sayı da tahmin edebileceğiniz gibi gizemin çözülmesiyle son buluyor. Daha detaylı bilgi için Türkçe hazırlanmış şu siteye bakabilirsiniz. 

En son okuduğum sayıdan bahsedecek olursam (#134, Gün Batımı Tanrıları), bu macera Mısır'da geçiyor. Adından da anlaşılacağı üzere eski Mısır tanrıları bir bir ortada belirmeye başlıyorlar ve olaylar olaylar... Merak ederek bir solukta okuduğum bu maceranın sonlarına doğru ünlü Fransız antropolog Marc Auge'ın "Yer-Olmayanlar Teorisi"ni karşımda bulunca epey şaşırdım, hikayeyi daha da sevdim. Böyle şaşırtmalacaları bol bol yapıyor Martin Mystere. 

Bu seri hakkında sevdiğim bir başka şey ise sayı sonlarında konuyla ilgili ansiklopedik bilgilerin yer alması. Mesela benim en son okuduğum bu macerada okuyucunun gerçek ve kurgu arasındaki farkı daha iyi görebilmesi adına Alfredo Castelli tarafından üç sayfa hazırlanmış, "Mısır Çılgınlığı" seçilmiş konu olarak da. Benim çok işime yaradı, burada karşıma çıkmasa hayatta öğrenemeyeceğim şeyler okudum.

Martin Mystere serisini kimler sevebilir? Macera türünden hoşlananlar, çizgi roman dünyasına yeni adım atacak olanlar ve en çok da farklı kültürler, ülkeler hakkında okumaya ilgisi olanlar sevebilir.

Nerede bulabilirsiniz? Çoğu kitabevinde var, ben Kadıköy'deki bir çizgi romancıdan alıyorum genelde, adını şu an hatırlayamadım ama bu şahane yer hakkında da meraklıları için ayrıca bir yazı hazırlamayı düşünüyorum.

Merak edenler 1982-1994 yılları arasındaki sayıların listesine şuradan ulaşabilirler.

25 Temmuz 2013 Perşembe

Prag'da nereleri görmeli?


Pazartesi günü Prag'a doğru yola çıkıyorum, 5 günlüğüne. Küçük ama bir o kadar da güzel bir şehir olduğunu göz önüne alırsak, çok çok gezmek istiyorum. Şimdilik şöyle minik bir liste yaptım internet üzerinden. Bu listeye ne kadar bağlı kalırım, önüme gelen ve gözüme hoş gözüken her yere dalar mıyım bilmem. Daha önce gitmiş olan, gitmemiş ama gezenleri dinlemiş olanlardan öneri bekliyorum. Karşılığında ben de size geziyi gün gün anlatırım (:

21 Temmuz 2013 Pazar

Bir Psikiyatristin Gizli Defteri - Gary Small & Gigi Vorgan

Tahinli kurabiye ve kuru kayısı, enerjiden havalara uçmak isteyenler için
 
Geçen haftalarda psikolojiye, psikiyatriye ilgim bir anda artmıştı. Bu merak geldiği hızla geri gitti, bu esnada okuduğum kitaplar yanıma kar kaldı. 2010 yılında The Other Side of the Couch adı ile yayınlanan ve bu yıl NTV Yayınları tarafından basılan Bir Psikiyatristin Gizli Defteri son derece ilginç bir kitap. 15 hasta hikayesinden oluşan kitap psikiyatrist Gary Small'un otuz yıllık meslek hayatının en ilginç kısımlarını yakalamış, düzenlenip yayına hazır hale getirilmesinde ise eşi Gibi Vorgan yardımcı olmuş.
 
ABD'de her yıl tahmini dört yetişkinden biri, yani aşağı yukarı 60 milyon insan zihinsel bir hastalık yaşıyormuş. Dr. Small'un kitabı biraz da böylesine yaygın bir durumun tedavisinden, yani psikiyatriden korkan insanları rahatlatmak. Galiba bunu "bakın ne ilginç vakalar gördüm ben, hepsinin de vardı bir çözümü" diyerek yapıyor. Şaka bir yana, gerçekten çok çok ilginç durumlar var kitapta. Doktor tarafından bir dedektif edasıyla her biri tek tek çözülürken, insan kendi 'garip' davranışlarını sorgulamadan edemiyor.
 
Kitabın en sevdiğim yanı şu oldu: en sonda her vakada Dr. Small'un faydalandığı makalelerin, kitapların yani kaynakların ismi verilmiş. Hatta sadece yazılı kaynaklar değil, sadece bahsi geçen bir olayın bile detayları var. Vakti ve ilgisi olanların epey hoşuna gideceğini düşünüyorum. Kitaba dair pek de hoşuma gitmeyen ise Dr. Small'un tanıyı koymasıyla beraber hastaların sıkıntılarının pat diye ortadan kalkıvermesiydi. Yani hikayelerin sonlarının bağlanma şekli biraz yavan ve havada kalmış geldi bana. Buna rağmen ben epey yeni şey öğrendim konuya dair bu kitap sayesinde: katatonik şizofrenlerin gerekli tıbbı bakımı almadıklarında bakımsızlıktan hayatlarını kaybedebileceklerini, gereğinden fazla su içersek zehirlenip Alzheimer belirtileri gösterebileceğimizi, çocuk sahibi olmayı çok isteyen ama olamayan kadınlarda hamileliğin 'bebeksiz' bir halinin görülebileceğini...  
 
Kitabın Goodreads puanı 3.61/5. Ben 3 verdim, neden 4 değil bilmiyorum, ama 5 olmadığından eminim. Sherlock Holmes hikayelerini sevenler, psikiyatriye başlangıç seviyesinde ilgi duyanlar, parçalardan bütüne doğru gidip gizem çözme sevdalıları bu kitabı çok çok sevebilir. Dilinin tıbbı terimlerle dolu olmadığını, hatta son derece kolay anlaşılır olduğunu belirtmekte fayda var.

 

20 Temmuz 2013 Cumartesi

Koralin - Neil Gaiman




Gereğinden fazla karışmış masamda bir Koralin'lik yer açtım fotoğraf için
Bir yazarı sevip sevmediğime çok kolay karar verebilen biri değilim. Buna rağmen bir süredir Neil Gaiman’ı epey sevdiğimi söyleyebilirim, en az Terry Pratchett’ı sevdiğim kadar. Şimdi size Koralin’den bahsedeceğim, Gaiman’ın kızı Holly için yazmaya başladığı kitap, aynı zamanda yazarın en fazla zamanını aldığını iddia ettiği eser. Bir de çok gurur duyuyormuş Koralin ile, ki haklı.
2002 yılında Coraline adı ile yayınlanan bu kitap, 2009 yılında İthaki Yayınları tarafından basıldı. Öncelikle bu kitabın son derece esrarengiz bir yanından bahsetmek istiyorum. Şöyle ki, Koralin’e küçükler, çocuklar bayılıyor, maceranın peşinden sürükleniyorlar; büyüklerin ise uykulrını kaçırıyor ve son derece garip, ürkütücü, karanlık bir hikaye olduğu düşünülüyor. Neden peki? Bilmiyorum ama benim de rüyalarıma girdi, huzursuz etti. Önce biraz konusundan bahsedeyim.
Koralin Jones, yanlış hatırlamıyorsam, on yaşlarında bir kız. Ailesiyle yeni taşındıkları evde sürekli keşiflere çıkıyor, sıkıntıdan. Annesi de babası da kendi küçük dünyalarında kaybolmuş gibiler ve Koralin her tek çocuk gibi oldukça yalnız ve sıkılgan. Bu keşifler sonucu evin odalarından birinde paralel bir hayata açılan kapı buluyor. O hayatta da anne ve babası var ama gerçek ebeveynlerinden oldukça farklılar, çok da korkunçlar. Ve iki dünya arasında macera başlıyor, tüm bunlara konuşan bir kedi, oyuncu fareler ve kanatlı köpekler eşlik ediyor.
Hep konuşulan bir konu, çocuklara okuma alışkanlığı kazandırmak. Bana kalırsa heyecanlı seriler bu iş için biçilmiş kaftan. Bir seri kitabı olmasa da Koralin de bu iş için son derece uygun bana kalırsa. Çünkü Koralin çok sıradan bir çocuk. Canı hep sıkılıyor, yemek seçiyor, merak ediyor, sorular soruyor... Yaşımız kaç olursa olsun, kendimize benzer karakterleri okurken sanki biraz daha rahat hissediyoruz, sanki kalabalıkta bir tanıdığı görmüş gibi. Galiba bu nedenle çocuklar seviyor ama büyükler korkuyor, biz büyüklere maceraların hep mutlu sonla bitmeme ihtimalini hatırlattığı için.
Yaklaşık bir ay önce Penguen Kitabevi’nden almıştım bu sert kapaklı, minik kitabı, hatta indirim vardı ve 3 lira daha ucuzdu. Esas güzel olansa kitabın içindeki Dave McKean’a ait çizimler... Sırf onlara bakmak için bile alınabilir Koralin. 2008’de Harper Collins tarafından bir de graphic novel’ı hazırlanmış Koralin’in, merak edenler şuradan bakabilir. Bir de Henry Selick'in yönetmenliğini yaptığı filmi var! Ben izleyeli epey oldu, unuttum bile. Ancak renkleri, çizimleri pek sevmediğimi hatırlıyorum. Yine de merak ederseniz, IMDb sayfasına buradan gidebilirsiniz.
Koralin’in epey sevildiğini biliyorum. Bu nedenle Goodreads’in Koralin severlere önerdiği birkaç kitabı da paylaşmak isterim. Maalesef son iki tanesinin Türkçe çevirisi yok, ya da ben bulamadım.
  • Gökyüzü Dolu Şapka – Terry Pratchett
  • Un Lun Dun – China Mieville
  • Yürüyen Şato serisi – Diana Wynne Jones
  • Clockwork – Philip Pullman
  • House with a Clock in Its Walls – John Bellairs

19 Temmuz 2013 Cuma

La Fontaine masalları defter kapaklarında


Kuzenlerimden biri Eylül'de ilkokula başlıyor. Kendi küçük dünyasını hop diye sarsacak olan bu yenilik onu korkutmasın istiyorum, okulun da eğlenceli olabileceğini erkenden anlasa pek güzel olur gibi. D&R'da bulduğum bu defter serisi bu konuda yardımcı olacak bence. Daha önce şurada da bahsettiğim Fransız defter markası Clairefontaine ilkokul öğrencileri için hepimizin pek iyi bildiği LA Fontaine masallarından (fabllardan) yola çıkarak defterler hazırlamış.

Defterlerin arka kapaklarında hikayeler de anlatışmış ama Fransızca olduğu için ben hiçbir şey anlamadan baktım. Çizimlerden anladığım kadarıyla, soldan sağa, ilk defter tembel ağustosböceği ve çalışkan karınca hikayesi. Onun yanındaki bir başka klasik, yarışan tavşan ve kaplumbağa. Son defter ise altın yumurtlayan tavuk. Ben çizimlere ayrı, fikrin kendisine ayrı bayıldım. Siz de beğenirsiniz umarım.

Kaiken - Jean-Christophe Grange

Jean-Christophe Grange’ın romanlarını ilk defa ne zaman okumaya başladım hatırlamıyorum ancak olması gerekenden erken bir yaşta olduğu ve benim uykusuz haftalar geçirdiğimi iyi hatırlıyorum. O zamandan beri de çıkan her kitabını takip ettiğim yazarlardan. Genelde de yaz dönemlerine denk geldiği için yeni kitapları, yaz okumalarıma mutlaka bir şekilde dahil oluyor. 2013'ün Haziran ayında yayınlanmış 384 sayfalık bu kitabı 1-2 gün önce bitirdim, taze taze bloga yazayım dedim.

Kendimce şöyle bir tespitim var, polisiye-macera türünde yazan Grange’ın kurgularındaki gerilim dozu zaman içinde arttı, hatta Kaiken'de zirve yapıp romanı ele geçirdi. Belki de çok kişisel bir gözlem ama ben özellikle son iki ya da üç romanında (Kaiken de dahil) çok gerildim, çok korktum. Kitabı okumayı planlayanların heveslerini kırmadan, ipucu vermeden Kaiken hakkında birkaç şey söyleyeyim.
Hikaye Fransa’da son derece vahşi cinayetlerin sebebi bir seri katilin peşine düşülmesiyle başlıyor. Başrolde başkomiser Passan ve boşanma üzere olduğu karısı Naoko var. Onlar olayların merkezinde, ancak sonrasında rota değişiyor, olaylar bambaşka hallere bürünüyor. Ben romanı okurken sürekli katil tahminlerinde bulundum, hepsi yanlış çıktı. Son derece sürükleyici olduğunu zaten orada burada her yerde söyledim sanırım ancak bu katilin peşinde koşup tahminler yürütmek bir yerden sonra epey yordu beni, siz yapmamaya çalışın. Gerilim kısmına gelecek olursak, Grange yer yer okuyucuyu benim pek de sevmediğim bir tür olan kan, kesilmiş organlar vs. üzerinden germeye çalışsa da genel olarak çok başarılıydı, diken üstünde kitap okuttu. Sonrasında da tüm geceye huzursuz bir uyku hakimdi zaten.
Grange’ın anlatımını severim, genelde bir oturuşta bitirmek isterim, sonunu çok merak ederim. Sürükleyici kitaplar yazdığı ve son derece ilginç konular seçtiğini kabul etmek lazım. Bugüne kadar çoğunlukla 'derin roman karakterleri' yaratamadığından dolayı eleştirilmişti Grange. Kaiken bu eleştirilere cevap niteliğinde. Birbirinden ilginç karakterler, hayatları ve çok fazla detay var bu romanda kişilere dair. Grange romanlarına dair benim kişisel sıkıntım, romanlarında sürekli cadde, sokak ve bilimum mekan adı vermesi ve neredeyse hepsinin Fransa’da yer alıyor oluşu, benim Fransızca bilmemem, Fransa’yı bilmemem. Bu kitapta da durum farksız değildi, zaten bir yerden sonra alışılıyor. Başroldeki Fransız başkomiser Olivier Passan. Japon kültürüne ve esasında ülkeyle ilgili her şeye derin bir tutku besliyor. Bu açıdan çok sevdim sanırım romanı son zamanlarde bende gelişen Asya merakından dolayı. Yazar tahminen epey emek ve vakit harcamış bu konuda, Japon edebiyatı, kültürel semboller, gelenekler ve çok daha fazlasına yer vermiş ve dahası, dipnotlarda da açıklamalar var, çok merak edenler dipnotlardan yola çıkıp daha detaylı araştırma bile yapabilirler. Japon kültürü meraklılarının epey hoşuna gideceğini düşünüyorum.
Bu roman Japonya severleri, polisiye-macera severleri ve gerilim severleri bir araya getirecek gibi görünüyor. Kitabın Goodreads puanı 3.66/5, ben 4 yıldız verdim.
Kitabın ilk bölümünü okumak isterseniz şuraya bakabilirsiniz, Doğan Kitap böyle bir ön okuma şansı tanıyor. Grange'la son kitabına dair yapılmış çok kısa bir video-röportaj içinse şuraya tıklayabilirsiniz.

16 Temmuz 2013 Salı

Oyuncak Hikayesi 1


Uzun süredir hep bir şeyler yetiştirmeye çalışıyoruz, onu yapmadığımız zamanlarda da yapılacak işler listeleri oluşturuyoruz aklımızda erkek arkadaşımla. Neyse ki, bu işler arasında en önemli ve hacim olarak en çok yer kaplayan “tez yazma” işi geçen hafta bitti, bittiği gibi de normal hayata tekrardan dahil olmaya çalıştık. Hani sonunun geleceği bir diyet sonrası günlerin açlığıyla yemeklere saldırırsınız ve mideniz patlayacak gibi olur ya, bizim  durumuz da buna epey benzerdi, özellikle Cumartesi günü. Güne film izleyerek başladık, büyük bir iştahla önce Oyuncak Hikayesi serisinin ilk filmini sonra da Komşum Totoro’yu izledik. Karnımız acıktı, dışarı çıktık, bir şeyler yedik, Üsküdar dolmuşuna bindik, Üsküdar’dan Beşiktaş’a geçtik. Ortaköy’e doğru yürümeye başladık. Her zamanki yol bilmezliğimle Bebek’in Ortaköy’den hemen sonra geldiğini iddia ettim ve erkek arkadaşım da belki dalgınlığından belki de benim inancımı sorgulamamak adına sorgusuz itaat etti, başladık yürümeye. Bir süre sonra anladık ki Bebek epey uzakmış. Zaten neden Bebek’e gitmek istedik onu bile bilmiyorum. Sonra gerisingeri Kadıköy’e geri döndük. Alışık olduğumuz sokaklarda kahve içtik, tatlı yedik. Tüm bu hikaye, birazdan anlatacağım filmin girişi niteliğindeydi.

Erkek arkadaşım (bininci erkek arkadaşım deyişim sanırım) daha önce hiç Pixar filmi izlememişti, ki bu başlı başına büyük bir kayıptı ve bir yerden başlaması gerekiyordu. İşte o başlangıç için Oyuncak Hikayesi serisinin ilk filmini seçtik ve işte o anda yaşlanmanın ne demek olduğunu anladım. Film 1995 yapımı! Nedense ben 2000’lerin başı gibi hatırlıyorum. Yıllar gerçekten çok çabuk geçiyor. Gelelim benim seri ile olan macerama. Ben ilk çıktığında izlememiştim, zaten 5 yaşında izlesem tahminen pek de bir şey anlamazdım. 7 yaşına kadarki tüm sinema denemelerim ağlayarak salondan kaçmamla sonuçlanmıştı, en travmatik deneyimim ise Alaaddin’in Sihirli Lambası’nın dev ciniyle olmuştu. Ancak hikayeyi az çok biliyordum, çünkü en yakın arkadaşlarımdan biri serinin çok sıkı bir fanatiğiydi, şimdi 23 yaşında, hala da öyle. Bugün lafı çok uzatıyorum galiba.

Oyuncakların canlanma ihtimali hem kült korku filmlerine malzeme oldu hem de bu unutulmaz seriye. Ben canlanışın eğlenceli kısmını daha çok sevdim sanırım. Dediğim gibi, film 1995 yapımı, Pixar Animasyon Stüdyoları'nda hazırlanmış, yazan ve yöneten ise ünlü yapımcı John Lasseter. Pixar'ın ilk filmi olması onu zaten baştan farklı bir yere koyuyor animasyon severlerin kalbinde. Hikaye oyuncakların da aslında “canlı” yaratıklar olduğuna dair, sadece bunu insanlar göremiyor, çok sevdikleri oyun arkadaşları Andy bile. Çeşit çeşit oyuncak var ve daha güzeli, hepsinin birer karakteri var: biraz aksi patates adam, alımlı çoban kız, türlü psikolojik rahatsızlıktan muzdarip dinozor benim aklımda kalanlar ve aynı zamanda en sevdiklerim. Yer yer zıtlaşmalar çıksa da uyum ve huzurun hüküm sürdüğü oyuncaklar için Andy’nin hediye aldığı günler (doğum günü, yılbaşı) her zaman için büyük bir heyecan sebebi, şüphesiz yeni gelen oyuncaklar her zaman merak uyandırıyor. Son doğum gününde ise Andy'e dönemin popüler oyuncağı Buzz Lightyear armağan ediliyor ve Andy’nin o güne kadarki gözde oyuncağı olan Woody ile olan maceraları başlıyor. Yer yer, özellikle sonlara doğru, macera filmlerini aratmayacak nefes kesilmeleri yaşadık biz. Şahane bir bitişi olduğunu söyleyebilirim.

Ben küçükken çok oyuncak seven bir çocuk değildim. Severdim de pek oynayamazdım, tek çocuk olmanın trajidelerinden biri de bu. Film bence çocukların oyuncaklarına olan bağlılıklarını görmek için de iyi bir fırsat, hayal gücünün oyuncaklardan nasıl beslendiğini görmek için de. Bu nedenle yaş ayrımı yapmadan herkese öneririm ben bu filmi, çok keyifli bir 80 dakika geçireceğinizden şüphem yok. Filmin IMDb puanı 8.3/10, ben 8 verdim. Biz çok sevdik, kimseye söylemeyin ama erkek arkadaşımın yer yer gözleri bile doldu. Ama daha çok güldük, bol bol. Şimdi sırada diğer Pixar filmleri var, ama önce Oyuncak Hikayesi serisinin geri kalan filmleri izlenecek.


14 Temmuz 2013 Pazar

The Queen - Stephen Frears

Çok çok sıcak bir başka Temmuz gününü gölgeler ve serin yerlerin peşinde; kitap okuyarak ve film izleyerek geçirdim. Sıcak ve sivri sinekler haricinde halimden gayet memnunum. 

Açıkçası başrollerini Helen Mirren, James Cromwell ve Alex Jennings'in paylaştığı, 2006 yapımı bu filmin varlığına dair herhangi bir fikrim yoktu ta ki bugün elime geçene kadar. Her ne kadar ben kraliçenin hayatı üzerine kurulduğu fikriyle izlemeye başlasam da anladım ki 1997'de Prenses Diana'nın Paris'te bir araba kazasında hayatını kaybetmesinden sonra gelişen olayara odaklanıyor. Kraliçenin tutumu, Prens Charles'ın çabaları, yeni başkan Tony Blair ve üzüntüden ne yapacağını bilemeyen İngiliz halkı...

Prenses Diana'nın cenazesini hatırlıyorum, televizyonlar naklen vermişti. Biz o gün annemle beraber yazlıktaydık, annem de dahil olmak üzere tüm komşu kadınlar kendilerinden geçerek ağlamışlardı. O zaman bir anlam veremesem de, şimdi bakınca kendi hallerinde olan bu kadınların olayı, bahtsız gelin-cadı ve kalpsiz kayınvalide çatışmasına indirgediklerini şimdi net bir biçimde görebiliyorum. Kayınvalideler hep huysuz ve kötü kalpli, gelinler ise hep mazlumdu; İngiliz kraliyet ailesinde bile. 

Leydi Diana'nın hikayesi pek ilgimi çekmese de hakkında binlerce kitap yazıldığını biliyorum. Açıkçası film merakımı canlandırdı, belki araştırıp, göreceli olarak daha elle tutulur bir çalışmayı okumayı düşünebilirim. Bilmiyorum, olayın magazinsel tarafı değil de kraliyetin kendi iç dinamikleri ilgimi çekti daha çok sanırım.

Filme dönecek olursak, İngiliz yakın tarihindeki iki önemli olayı temel alıyor: Tony Blair'in iktidara gelişi ve Leydi Diana'nın ölümü. Sonrasında olayları Kraliçe Elizabeth'in tarafından görüyoruz. Hatırlatmakta fayda var, Diana vefat etmeden önce kraliçenin oğlu Prens Charles'tan boşanmıştı, aile ile arası hiçbir zaman pek iyi olmamıştı. Ancak yer aldığı hayır işleri ve genel sempatikliği sebebiyle İngilizler onu çok seviyordu. Ölümünden sonra kraliyet ailesinin sessiz kalışı halkın büyük bölümünün tepkisini çekti. Sonrasında işler tekrardan dengeye gelse de, epey çalkantılı bir dönemden geçildi. İşte film izleyiciye durumu, birden fazla aktörün dahil oluşu üzerinden veriyor.

Beni en çok etkileyen sanırım Balmoral Kalesi arazisindeki geyik avı oldu. Olayların tam ortasında beliren bu geyik ve sonrasında öldürülüşü sanki kraliçe için duygularını ifade edebildiği alandı, onu sadece burada ağlarken görüyoruz. Geyiğin neyi sembolize ettiğine dair soru sıkça sorulmuş anladığım kadarıyla, alternatif cevaplardan birine şuradan ulaşabilirsiniz. Bu sahne kurguya dayanıyormuş, gerçekte yaşanmamış.

Filmin IMDb notu 7.4/10, sayfasına şuradan ulaşabilirsiniz. Ben filmi beğendim açıkçası, 7 yıldız verdim. Oyunculuklardan ve sinema işlerinden pek anlamadığımı bir kez daha itiraf etmeliyim, sıradan izleyici olarak iyi vakit geçirdim, dahası beni konu hakkında bir şeyler okumaya itti, çoktan saatlerimi Wikipedia'da İngiliz kraliyet ailesi hakkında bir sürü şey okurken geçirdim bile.

image

Afrika dansçı filleri


Kedi yürümeyi bıraktı, oturdu ve Koralin'in varlığının farkında değilmiş gibi, düşünceli düşünceli yalanmaya başladı.
"Biz... biz arkadaş olabiliriz, anlarsın ya," dedi Koralin.
"Bif Afrika dansçı fillerinin egzotik bir türünün nadir örnekleri de olabiliriz," dedi kedi. "Ama değiliz. En azından,"diye ekledi kedice, Koralin'e kısa bir bakış fırlattıktan sonra, "ben değilim."
Koralin içini çekti.
"Lütfen. Adın ne?" diye sordu Koralin kediye. "Bak, benim adım Koralin. Tamam mı?"
Kedi yavaşça, dikkatle esnedi ve şaşrıtıcı pembelikte bir ağız ve dil sergiledi. "Kedilerin isimleri olmaz," dedi.
"Olmaz mı?" dedi Koralin.
"Olmaz," dedi kedi. "Siz insanların isimleri vardır. Çünkü siz kim olduğunuzu bilmezsiniz. Biz kim olduğumuzu biliriz, bu yüzden isimlere ihtiyacımız yoktur."

- Neil Gaiman, Koralin

Hazır kahve taktikleri


Çizmeli Anlatmalı serisinin ilk parçası bu. Kahvelerle ilgili. Hazır kahveden başka seçeneğimin olmadığı zamanlar için hazırlanmıştı. Çok basit şeyler bunlar deyip burun kıvırmayın, uygulandığında gerçekten tat farkı yaratıyor! Umarım sizin de işinize yarar.

Tutam yanlış olmuş, çok çok çok az tuz diye değiştiriyorum (:

13 Temmuz 2013 Cumartesi

İngilizce kitap okumak isteyenlere tavsiyeler

Kedimin konumuzla hiç alakası yok. Ama bu sıcaklarda bu kadar tüylü olmanın ne kadar fena bir şey olduğunu görmenizi istedim. Bkz. sıcaktan bayılmak.


Başlıkta 'İngilizce kitaplar' dedim ama elbette oraya şu an öğrenmekte olduğunuz dili de yerleştirebilirsiniz. Nereden aklıma geldi peki? Dün blogun izleyicilerinden birinden bu konuda bir mail aldım, kısaca diyordu ki: İngilizce öğreniyorum, konuşma ve anlamada çok sıkıntı çekmesem de iş İngilizce kitap okumaya geldiğinde bocalıyorum. Ben de bunun üzerine birkaç şey önerdim kendisine, kendi deneyimlerime dayanarak çünkü çok benzer şeyleri ben de yaşadım 10-15 yıl önce. Tekrar hatırlatmakda fayda var belki; İngilizce öğretmeni değilim, pedagojik herhangi bir eğitim de almadım. Sadece kendi uyguladığım birkaç yöntemden bahsedeceğim, siz yine de birilerine daha danışabilirsiniz, zaten son derece basit şeyler ben bu yazıda sadece bir araya getirdim. Önce biraz kendi durumumdan bahsedeyim.

İngilizce'yi anaokulunda öğrenmeye başladım, dil öğrenme konusunda da hep istekliydim; yeni bir dili 6 yaşımda öğrenmeye başlamama kıyasla bu konuda istekli olmam bence daha büyük bir avantajdı benim için. 3. sınıfta gözüm okulun kütüphanesindeki İngilizce kitaplara gitmeye başladı, bol resimli olanlara. Bunları okumakta çok sıkıntı çekmedim. Sonrasında aklımı daha kalın kitaplar çelmeye başladı. Mesela Roald Dahl. Dahl'ın dili son derece yalın olsa da çok oyunludur ve yerel deyişlere bolca yer verir. 10 yaş civarı, İngilizce'yi yeni yeni öğrenen biri için yorucudur. The BFG'yi okumaya çalıştığımı hatırlıyorum. Hatta tam o dönemde babam yeni çıkan elektronik sözlüklerden almıştı, ilk on sayfada sözlüğü kullanarak, bir satırdaki on kelimeden yedisine bakarak okumaya çalışsam da kısa sürede pes etmiştim. Çünkü yorucu, sıkıcı ve güven kırıcıydı. Böyle keyifsiz okuma deneyimleri yaşamamak için neler yapılabilir?

  1. Dil seviyenizin üstündeki kitaplara göz koymayın. Çok daha çekiciler belki ama her seviye kitabın kelimeleri ve cümle yapıları ayrıdır, bu nedenle boşu boşuna kendinizi karmakarışık işlerin içinde bulabilirsiniz, bu da gereğinden fazla yorucu olur, okuma ve öğrenme isteğinizi kırabilir.
  2. Okumak için sürükleyici kitaplar seçin. Mesela yeni öğrendiğiniz dile hakim olmadan klasik eserleri o dilde okumaya kalkışmayın. Bir de, basitleştirilmiş klasik kitaplar var, hani Victor Hugo'dan yeni başlayan İngilizce seviyesine uygun Sefiller romanını okumayı tercih etmeyin. Her ne kadar şahane bir roman olsa da, daha eğlenceli ve 'hafif' bir şeyler okumaya çalışın. Polisiyeler, macera kitapları, Young-Adult seriler bu iş için çok uygun. Bir 90'lar çocuğu olarak ben Baby-sitter's Club serisi ve R.L. Stine'ın son derece korkunç kitaplarına çok şey borçluyum. Eminim şimdi çok daha fazla seçenek vardır.
  3. Bence kitap okurken yanınızda mutlaka kalem-kağıt bulundurun. Sözlük de bulundurun tabi. Bence elektronik sözlükler bu iş için epey uygun, fiyatları da öyle. Bilmediğiniz kelimelere baktıkça kitabın üstüne not alabilirsiniz. Ya da eski usül adres defterlerinden bir tane edinip, hani kenarında harf bölmeleri olan, ona da not alabilirsiniz. Böylece kendi küçük sözlüğünüz de oluşur. Yazdıkça kelime anlamları aklınızda daha çok kalır.
  4. Biraz daha ileri seviye kitaplara geçtiğinizde, daha önceden Türkçe çevirisini okuduğunuz ya da filmini izlediğiniz eserleri okumak işinizi kolaylaştırabilir. Aklınızda kalanlardan kopya çekerek kitap için kaybolmanın da önüne geçebilirsiniz.
  5. Kitap okumaya ek olarak, dili öğrenmenize yardımcı olacak diğer bir şey ise o dilde müzik dinlemek ve dizi, film izlemek. Özellikle izleme kısmında hem konuşulan dil hem de altyazılar İngilizce olursa, çok çok işinize yarayabilir, hem de sıkılmadan.
  6. Ve unutmamak lazım, yeni öğrendiğiniz dildeki her kelimeyi bilmenizin elbette imkanı yok. Hangi dilde okursanız okuyun, bilmediğiniz kelimeler karşınıza çıkacak, ancak sayıları zaman içinde azalacaktır. Bu yüzden sözlüğe bakmayı bir külfet olarak görmemek lazım.

Kısa bir süre önce blogda İngilizce yeni öğrenen çocuklar ve gençlerin ilgilerini çekeceğini düşündüğüm kitaplara dair bir liste hazırlamıştım. Merak ederseniz şuradan bakabilirsiniz.

Benim aklıma gelenler bunlar. Dil öğrenmeyi sadece dil bilgisi yapılarından ibaret sanmamak lazım sanırım. Bu kuralların dilin günlük ve aynı zamanda edebi kullanımı içinde nasıl şekillendiğini de görmek iyidir. Hem okumak da eğlencelidir.

12 Temmuz 2013 Cuma

Girl, Interrupted - Susanna Kaysen

Winona Ryder ve Angelina Jolie'nin başrollerinde oynadığı, zamanında pek ünlü olmuş Girl, Interrupteed filmini kaç kere izledim bilmiyorum. Her izlediğimde farklı bir şey dikkatimi çekiyor, bir dahaki izleyişimde acaba ne bulacağım merakıyla tekrar tekrar izliyorum, sonsuz bir döngüye giriyor. Nedense bugüne kadar kitabını okumak hiç aklıma gelmemişti.

Otobiyografik bir kitap Girl, Interrupted hatta memoir (anı) da denilebilir. Susanna 18 yaşındayken intihara yelteniyor, 1967 yılında, daha önce hiç görüşmediği bir psikiyatriste götürülüyor ve 15 dakikalık görüşme sonunda McLean Psikiyatri Hastanesi'ne 2 haftalığına yatırılmasına karar veriliyor. O iki hafta, iki yıla evriliyor, Susanna bu kitabında hastaneyi, diğer hastaları ve yaşadıklarını anlatıyor. Esasında daha çok kendi yaşadıklarını, konulan tanıyı ve tüm olan biteni anlamaya çalışıyor gibi. Film, kitaptan esinlenilerek çekiliyor, büyük farklar var kurguya dair.

McLean Psikiyatri Hastanesi gelir düzeyi yüksek ailelerin maddi olarak karşılayabilecekleri bir yer, ücretler epey yüksek. Burada kalmış, ara ara gidip gelmiş ünlüler de var. Sylvia Plath, Ray Charles, Anne Sexton benim aklıma gelenler. Ama biz yine de işi magazinleştirmekten uzak duralım bence çünkü işin özü, yaşananlar epey tatsız. Susanna'ya Personality Disorder tanısı koyuluyor, Türkçe'ye sanırım Kişilik Bozukluğu olarak çevriliyor. Hastanede şizofreni tanısı konmuş Georgina ile aynı odayı paylaşıyor. Yan odalarda ise kendini yakmış ve yüzünün yarısını yara izi kaplayan Polly ve sosyopat olduğu düşünülen Lisa (filmdeki Angelina Jolie) var.  Karakterleri hastalıkları üzerinden tanımlamak pek hoş olmadı biliyorum, ancak genel olarak bir fikir vermesi için belirtmek istedim. Yer yer atışmalar ve kavgalar olsa da, bir arada yaşayabiliyorlar ve ilginç olan, her biri kendilerinkinden çok arkadaşlarının rahatsızlıklarının farkındalar. Bir şekilde hayat devam ediyor yine de.

Kitap Susanna hastaneden çıktıktan 25 yıl sonra yazılıyor. Olan bitene geri dönüp bakılarak yazılan bu kitapta, hastane yaşamı, acıklı ve komik olayların anlatımının yanısıra Kaysen'ın sıklıkla kendine konulan tanıyı, 'akıl hastası/deli' olma kavramını sorguladığını görüyorsunuz. Yazarın kendisinin de ifade ettiği gibi, onun durumunu ilginç (belki de sıradan) kılan gerçekliği farklı algılayışının ve yer yer bu gerçeklikten kopuşunun dahi son derece farkında olması. Bu tür bir bilinçle içinde bulunduğu McLean Psikiyatri Hastanesi anıları, kitabı farklı ve özel bir yere koyuyor bana kalırsa. Kitabı 3 saat gibi kısa bir sürede bitirsem de sonrasında saatlerce düşünmeye iten bu oldu zaten. Psikoloji'ye giriş dersleri almışlığım vardır ama ciddi anlamda merak etmemiştim hiç bugüne kadar tüm bu kavramları, hastalık adlarını ve tedavi yöntemlerini. Şu an ise 3 farklı kitabı aynı anda okuyorum, hepsi de psikolojik rahatsızlıklar ve terapi yöntemleri ile ilgili. Bir süre daha bu konuda okuyacağım gibi görünüyor. 

Son olarak bana ilginç gelen bir noktadan bahsetmek istiyorum. İlki, hemşire ve doktorlara zaman zaman son derece kırıcı ve agresif davanan McLean sakinlerinin hastanede görev alan genç intörnlere olan tutumlarına dair. Polly, Lois ve Georgina'nın kendi yaşlarındaki bu 'normal' insanlara tutumu o kadar sevecen ki... Susanna durumu şöyle yorumluyor, "onlara 'normal' davranıyorduk, onlar bizim dışarıda 'normal' hayatlar süren proxylerimizdiler (vekil, temsilci ya da kopya anlamında). Onların hastanede bulunuş sebebi psikiyatri konusunda bir şeyler öğrenmekti, işin komik yanı biz onlara 'normal' davrandıkça onlar hiçbir şey öğrenemiyorlardı ama arkadaş oluyorduk". Bu direkt bir alıntı değildi, aldığım notlardan böyle bir çeviri yaptım. Kitabı geri verdim çünkü kütüphaneye nedense erkenden.

Ben sanırım biraz fazla hızlı okudum bu kitabı, son derece akıcı olmasının ve 3-4 sayfalık anekdotlar şeklinde kurgulanmış olmasının da etkisi oldu. Şimdi keşke biraz daha yavaş okusaymışım diyorum. Halihazırda epey yorucu bir kitap işlediği konu sebebiyle. Bu kitabı okuyanlara ve beğenenlere, Joanne Greenberg'in Sana Gül Bahçesi Vadetmedim romanını öneririm, ki o çok daha karışık ve dikkatli bir okuma gerektiren bir kitaptır. Aklınızda bulunsun.

Goodreads'de 3.82 / 5 almış bu kitap. Benim değerlendirmem 4 yıldız oldu. Kitabın Türkçe çevirisi yok sanırım, en azından ben bulamadım. İngilizce okumak istemezseniz ama çok da meraklandıysanız size aynı isimli filmini öneririm. Kitap da film de ayrı ayrı ilginç bence, bu nedenle klasik kitap-film kıyaslamasını yapamayacağım.

9 Temmuz 2013 Salı

Güzel ve Çirkin, Noel Özel - Walt Disney

 
 
"Yaz günü Noel de nereden çıktı!" diyebilirsiniz, haklısınız da. Zaten ben de bu dvd'yi yanlışlıkla ödünç aldım, almışken de izleyeyim dedim. Yapmam gereken işler geçen gün son bulunca, epey rahatladım ama yorgunluğu hala üzerimdeydi. Canım da bir şeyler izlemek istiyordu, yorucu olmamak şartıyla. E bir de bir süredir aklımda Disney filmlerini tekrar izlemek vardı, şansımı Güzel ve Çirkin'den yana kullanayım dedim, isabetli bir seçim olmadı aceleyle alınca. Amacım esas hikayeyi izlemekti, Noel için özel hazırlanmış olanı değil. Yine de yazısını yazayım istedim, blogu takip eden çocuklu insan sayısı azımsanacak gibi değil (:
 
Bahsedeceğim film bir "midquel" yani esas hikayenin arasında kalan bir mini-hikaye. Eğer Güzel ve Çirkin'i izlediyseniz hatırlarsınız, Belle'e kurtların saldırma sahnesi vardı ve sonrasında da sonlara doğru Canavar ona şatonun kütüphanesi hediye ediyordu. İşte benim izlediğim film de bu iki olay arasında yer alan bir midquel. 72 dakikalık bu animasyon 1997 yapımı, Disney Toon Stüdyoları'nda hazırlanmış ve zamanın 180 milyon dolarına mal olmuş. Alaaddin'den sonra geliyor bütçe sıralamasında. Canavar her zamanki huysuzluğu ile bu sefer de Grinch'in rolünü kapıp Noel kutlamalarını yasaklıyor. Sonrasında Belle ile aralarındaki gelgitli aşk hikayesinde kazanan Belle oluyor ve Noel de bu arada kutlanıyor.
 
Eleştirmenler pek beğenmemiş bu filmi, ben de aynı fikirdeyim. Öncelikle izleyici kitlesi ve Noel ruhu göz önüne alındığında gereğinden karanlık ve karamsar bir animasyon. Tek artısı sanırım esas hikayede Prens'in canavara dönüşme hikayesinin detaylarını öğreniyoruz. İlk filmi sevenlerin ilgisini çekebilir bu detay. Müzikler fena sayılmaz, Paige O'Hara'nın seslendirdiği "Stories" ve Tim Curry'nin seslendirdiği "Don't Fall in Love" şarkılarını dinlemenizi öneririm. Benim neden pek sevmediğime bu animasyonu tekrardan dönecek olursak, esas filmi yarım yamalak hatırlıyor da olsam sanki Canavar bu kadar kötü kalpli değildi. Evet aksi ve hırçındı ama bu filmde bildiğiniz ukala adamın teki. O açıdan sevemedim. Ama ruhları olan, hareketli fincanlar, saatler ve diğer ev eşyalarını yine severek izledim. Zaten çocukların kalbini oradan çaldılar çaldılarsa. Özellikle şatonun dekoratörü Angelique'e ve Fransız aksanına bayıldım. Hatırlatalım, peri Prens'i lanetleyip canavara dönüştürürken esasında tüm şatoyu lanetlemişti, bu sebeple şatonun çalışanları da çeşitli ev eşyaları formunda hayatlarını sürdürmekteydiler.
 
Diyeceklerim bunlar, her ne kadar esas filmi izlemesem de bu Noel özel filmi Güzel ve Çirkin'in en sevdiğim Disney filmi olmadığını anlamamı sağladı. 

Okurken gülen kedi


Hevesle blog yazmamın sebeplerinden biri de, takipçilerden gelen mailler. Nasıl anlatsam ki, sanki her yer yeşil erik oluyor ben o mailleri okuduğumda. Yeşil erik hayatta en sevdiğim şeylerden biridir. Çiko Vos geçen gün pek sevimli bir şeyler yazıpyollamış, bir de bu çizimi eklemiş. Ba-yıl-dım. Buradan da bir kez daha teşekkür edeyim (:

Anime Röportajları #2

Anime Röportajları serisi beklediğimden de fazla ilgi gördü, çok sevindim. Serinin ikinci röportajını bir diğer Twitter arkadaşım Unicorn (@_unicorn_) ile yaptım, sonuç bir harika oldu. Ve karşınızda o röportaj! 
Yukarıdaki görsel ise yakında başlamayı planladığım Rozen Maiden'a ait, Unicorn önerisi.

1. İlk olarak bize biraz anime tarihinden, bu kültürden bahseder misin?
Anime 'animasyon' anlamına gelen Fransızca kökenli, Japonca bir kelimedir. Animeler, genelde Japon çizgi romanları dediğimiz mangaların televizyona ya da sinemaya  uyarlanmasıdır. Animeler, el çizimi veya bilgisayar yapımı olabilir.

2. Anime merakın nasıl, ne zaman başladı? 
Animeye olan merakım ilk olarak ilkokul yıllarında Trt 3'te yayınlanan 'Sihirli Kurdele'yi izlediğimde başladı diyebilirim. Daha sonra da Lady Oscar, Georgie, uçan tekmeyle topa vuran Tsubasa, bir klasik haline gelen Sailor Moon ve Dragon Ball ile devam etti. 

3. Haftada yaklaşık ne kadar vakit geçiriyorsunuz animelerle?
Haftalık olarak belli bir süre ayırmam, genelde bölümleri biriktirip ardı ardına izlemeyi severim. Bir kez başlayınca zaten saatlerim geçiyor bir anime serisinin başında..

4. Sadece anime mi izliyorsun yoksa manga da okuyor musun?
Manga da okurum ama animeyi daha çok seviyorum. Victoria döneminde geçen bir aşkı konu alan Emma, Kayıp Ruhlar Kasabası ve Gakuen Alice okuduğum mangalar arasında yer alıyor. Bu ara en çok merak ettiğim manga ise Yana Toboso'nun eseri olan Black Butler..

5. Animeler belli başlı türlere göre ayrılıyor bildiğim kadarıyla. Sen en çok hangi türü seviyorsun?
Ben en çok süper güçleri olan genç kızların yer aldığı Mahou Shojo türünü,  aşçılık konulu animeleri, tercihen Victoria döneminde geçen tarihi ve duygusal animeleri, bir de gizem ve fantastik türünü seviyorum.

6. Favori anime serilerin hangileri?
O kadar çok var ki! Anime denince akla gelen ilk isim herhalde Miyazaki'dir ve kanımca Studio Ghibli'den çıkan her anime güzeldir. Favori serim Death Note olmakla birlikte, Ruhların Kaçışı, Küçük Cadı Kiki, Yumeiro Patissiere, Komşum Totoro, Howl'un Yürüyen Şatosu, ve Lady Oscar'ı da en sevdiklerim arasında rahatlıkla sayabilirim.

7. Anime izlemeye yeni başlayanlara ne önerirsin?
Yeni anime izlemeye başlayacaklara tavsiyem, bana göre animelerin şahı olan Death Note serisinden başlamaları. Gerisi zaten kendiliğinden gelir diye düşünüyorum :)

8 Temmuz 2013 Pazartesi

Yakın zamanda blogda yer alacak filmler listesi


Bugün yakın zamanda izlemeyi planladığım ve blogda yazılarına yer vereceğim filmleri düzenledim, bir araya getirdim. Bulabildiklerimin Türkçe isimlerini de yazdım. Liste şöyle, bakın bakalım nasıl nasıl. Farklı farklı yönetmenlerden değişik türler seçmeye çalıştım.

Jojo in the Stars - Marc Craste
My Blueberry Nights (Benim Aşk Pastam) - Wong Kar Wai
Beauty and the Beast, Christmas Edition (Güzel ve Çirkin) - Walt Disney
My Neighbour Totoro (Komşum Totoro) - Hayao Miyazaki
Paprika - Satoshi Kon
Mermaid - Anna Melikyan
The Shining (Cinnet) - Stanley Kubrick
Hugo - Martin Scorsese
Princes and Princesses - Michel Ocelot
The Breakfast Club (Kahvaltı Kulübü) - John Hughes

7 Temmuz 2013 Pazar

Online Schreibgeräte

 
Hani dolmakalem bağımlıları vardır, her şeyini bilirler, markaları bilirler, tekniğini bilirler; ben onlardan değilim. Keşke olsam. Hatta herhangi bir şey bildiğimi dahi sanmıyorum. Daha önce hiç dolma kalemim de olmadı zaten. Başlangıç adına, çok pahalı olmayan, günlük kullanıma uygun bu markanın kalemlerinden bir tane alayım dedim ve işte sonrasında dolmakalemle yazı yazmanın ne kadar güzel bir his olduğunu anladım. Elimden bırakamıyorum.

Galiba çok 'ciddi' bir iş gibi geliyordu bana dolmakalemle yazmak. Hani sadece çok önemli kişiler kullanır gibi (önemli kişi kimse artık). Şimdi epey mutluyum dolmakalemimle. Benim aldığım modelin dışı plastik olduğundan ağır da değil. 2 Balık 1 Kedi mesela geçen gün bundan bahsetti, onun gibi birçok kişi bence ağır metal dolmakalemler yüzünden pek de sıcak bakmıyor bu alete. Biraz da bu yüzden yazıyorum bu yazıyı, önyargıları kırmak için.

Markadan bahsedecek olursam, Alman markası olan Online yazı gereçleri üretiyor. Koleksiyonlarını genç-profesyonel olarak ikiye ayırmaları son derece mantıklı olmuş. Hitap ettikleri müşteri profili epey geniş olsa gerek. Kalemler arasında; rollerball, best writer (küt uçlu dolmakalem), solaklar için dolmakalem ve bildiğimiz klasik dolmakalemlerden var. 'Feelings of Love' serisinin liberta modelini aldım ben. Fiyatı 26 liraydı sanırım. İçinden bir adet de lacivert mürekkep çıktı, takması kolay. Hafif ve renkli tasarıma sahip dolmakalem arayanlara öneririm.

Markanın sitesine şuradan gidebilirsiniz.

Bu arada dün gece rüyamda bir dükkana girip Lamy dolmakalemlerin fiyatını soruyordum, 35 lira cevabını alıyordum. Sanıyorum ki o kadar ucuz değiller. Aç tavuk gerçekten de kendini darı ambarında görüyor.


İzlediğimi söylemekten utandığım dizi: Pretty Little Liars

 
Aslında hiç öyle biri değilimdir, hani evinde televizyon olmamasıyla övünen, magazine şüpheci yaklaşımını gözümüze sokan, çoğunluğun ilgilendiğinden uzak duran. Mesela benim de son 6 yıldır televizyonum yok gerek elimde olan gerek olmayan sebeplerden ötürü. Bu beni daha iyi, daha entelektüel biri yapıyor mu peki? Hayır. Magazine bayılırım, günlerce izleyebilirim, evlilik programları deseniz, ortaya çıktıkları bu günden yana izliyorum denk geldikçe. Tatillerde televizyon olan anne evime geri döndüğümde saatlerce kalkmıyorum başından. Hem artık teknoloji devri şu bu derken, televizyona gerek mi var sanki popüler olanla haşır neşir olmak için. Benim Pretty Little Liars (PLL) bağımlılığım bunun en güzel örneği.

E peki neden utanıyorum o zaman? Bilmiyorum. Mesela magazin izlerken eleştirel yaklaşıyorum, türlü türlü sosyolojik tespit yapıyorum kendi çapımda. Evlilik programları derseniz, keza yine öyle. Resmen okullarda öğrendiğimi, bildiğimi bu programlara uyguluyorum. Ama işte nedense PLL'da bu olmuyor, olamıyor. Aklım eriyor gidiyor. Önce biraz diziden bahsedeyim.

Bir kitap serisinden uyarlama PLL. Okulun popüler kız grubunun en kötü kalplisi ölüyor. Sonra da olaylar başlıyor. Gossip Girl çizigisinde, hani güzel kızların kendilerinden de güzel elbiselerle hop orada hop burada dolaştıkları dizilerden. Kurgu ortalama, oyunculuklar vasat. Ama sürükleyici mi? Evet inanılmaz sürükleyici, bu konuda haklarını vermek lazım. Aşk var, cinayet var, korku desen epey var. Daha ne olsun! Hal böyle olunca ben çok fena aklımı kaybediyorum diziyi izlerken. Şu an 4. sezonda, her sezonda da 20 civarında bölüm var. Ah PLL'ı ilk keşfittiğim günler... İlk iki sezonu günlerce uykusuz kalarak izleyişim...

Özellikle erkek arkadaşım epey gülüyor bu duruma. Bana serinin ilk kitabını bile aldı. Ama daha okumadım, daha vakti var. Önce diziyi sindirmem lazım. Eğer merak ederseniz, izlerseniz, gelip bana söyleyebilirsiniz. Dizinin muhabbetini yaparız. Başkaları dalga geçebilir ama ben geçmem, ben sizi anlarım.

6 Temmuz 2013 Cumartesi

Çok yakında, blogda.


Coraline - Neil Gaiman
Saksı Olmanın Faydaları - Stephen Chbosky
Kıyamet Kitabı - Connie Willis
Bizim Büyük Çaresizliğimiz - Barış Bıçakçı
Yeniden Doğan - Susan Sontag
Filmozofi - Daniel Frampton
Aya Tırmanmak ve Diğer Öyküler - Ursula K. LE Guin


Kitap yazılarını yakında, burada bulabilirsiniz. Fotoğraf sadece iştah açmak adına kondu, ben çekmiştim. El, babamın. Benim parmaklarım daha güzeldir.

4 Temmuz 2013 Perşembe

Zamanda seyahat temalı kitaplar listesi

Zamanda seyahat konusunun öyle çok büyük hayranlarından olmadım sanırım. Hani filmler, kitaplar çok çekildi, yazıldı bu konuya dair ama beni pek meraklandırmadı. Biraz da önyargılı yaklaştım. Bana hep sanki biraz da insanoğlunun her şeyi kontrol etme isteğiyle ilgili gibi geldi. Zamanı da kontrol edelim, hop oraya da gidelim, bir de taş devrine bakalım... Böyle düşününce her şeyden derin anlamlar da çıkarmak mümkün tabii. Sanki bir de Lost adlı o çok çetrefilli dizide mi vardı zamanda seyahat? Zaten o dizide her şey vardı, tahminen bunu da yapmışlardır. Lafı daha fazla uzatmadan benim yine bir başka devasa Goodreads listesinden kendim için derlediğim 10 kitaplık mini liste ile başbaşa bırakıyorum sizleri. Bazılarını okudum ve sevdim, bazılarını ise okumayı planlıyorum yakın zamanda. Listenin tamamına şuradan ulaşabilirsiniz.

Not: Bazen bu listelerde İngilizce kitaplara yer verdiğim için sitemli mesajlar alıyorum. Bazen öyle oluyor çünkü Türkçe tercümeleri olmuyor kimi kitapların. Ben de hiç listeye eklememektense orijinal adlarıyla yer veriyorum. Bazen de çevirisi oluyor ama benim gözümden kaçıyor. Benim gözümden kaçtığında yorumlar kısmına not bırakırsanız, hemen düzeltirim. Ve eklemek istedikleriniz de olursa elbette yine yorum bırakabilirsiniz.
  1. Zaman Yolcusunun Karısı - Audrey Niffenegger
  2. Kıyamet Kitabı - Connie Willis
  3. Zaman Makinesi - H.G. Wells
  4. Zamanda Kıvrılma - Madeleine L'Engle
  5. Yabancı - Diana Gabaldon
  6. Time and Again - Jack Finney
  7. Düğün Aynası - Marlys Millhiser
  8. Yıldırım - Dean Koontz
  9. Labirent - Kate Mosse
  10. Timescape - Gregory Benford

Yardımsever uzaylı Mondi!

Hala bitmemiş işlerle uğraşıyorum, kitapların arasında kayboldum, ofisten çıkamıyorum, çok mutsuzum. Erkek arkadaşım da durumun elbette farkında, elinden geldiği kadar beni güldürmeye çalışıyor, kendisi yetersiz kalınca da böyle kitaplar alıyor. Aslında vaktim olsa uzun uzun bu çocuk kitabının analizini yapmak isterdim ama kısmet değilmiş. Yine de arka kapak yazısına bir bakalım:

"Yardımsever bir uzaylı olan Mondi pikniğe giderken yolda kalan bir ailenin yardımına koşar. Daha sonra davetlerini kabul ederek onlara katılır ve birlikte çok güzel bir gün geçiriler."

Ah Mondi! 8 sayfalık hikayesi gerçekten etkileyiciydi. O şakalar, komiklikler...  Tay Yayınları'ndan çıkan, Doğan Ofset'te basılan bu serinin elbette devamı gelmiş. 

1. Mondi Denizde
2. Mondi Kuş Yuvası
3. Mondi Bebek Bakıyor

Hani Ayşegül serisinin de çizimlerine bakmak çok güzeldir ya, annelerin saçları hep yapılı, babalar hep yakışıklıdır, çocuklarınsa üstü başı türlü yaramazlığa rağmen mis gibidir. Mondi'nin de çizimleri sayesinde 15 yıl geriye gittim.

Arada böyle çocuk kitapları okumalı. Okumalı ki 3 dakikalığına da olsa (kitabın 8 sayfasını okımak 3 dakika sürüyor) yüzümüz gülsün.

Yazıyı Mondi'den bir alıntıyla bitirmek isterim.

"Hemen telaş etmeyin. Bir çaresini buluruz."

3 Temmuz 2013 Çarşamba

Zinya tohumları nasıl çimlendi?

Bazen defterlere, yazı yazmadan sadece çizerek bir şeyler anlattığım oluyor. Defterlere bir şeyler anlatmak başlı başına garip bir durum olsa da, sonuncuyu paylaşayım dedim. Neden 'kabuk' değil de 'kapuk' yazdım, hiç bilmiyorum. 
Belki de çizerek bir şeyler anlatma işine blogda ağırlık verebilirim (:

2 Temmuz 2013 Salı

Anime Röportajları #1


Death Note izlememle aniden ortaya çıkan anime merakımdan haberdarsınızdır eğer Twitter'dan da takip ediyorsanız beni. Bir şeyi merak edince, en doğru bilgiyi bilenden almak gerekir ilkesinden yola çıkarak Twitter'a açık ilan verdim, dedim ki, "Anime bilirim diyenlere hodri meydan, sorularım var". O kadar fazla insan gönüllü oldu ki, böylece Türkiye'de anime sevgisinin epey yaygın olduğunu bir kez daha anlamış oldum. Talip olan herkese sorular sorup, minik röportajlar yapmayı düşünüyorum. İlk olarak Twitter arkadaşım Yerdeniz Büyücüsü (@Furuggg) ile başlamak istedim. Çok temel sorular sordum, o da güzel güzel cevapladı. Ona da tekrar teşekkürler buradan. 

Bir de yorum kısmına "Anime Röportajları" serisi ile ilgil fikrinizi de yazarsanız çok mutlu olurum.

1. İlk olarak bize biraz anime tarihinden, bu kültürden bahseder misin?
Animenin, yirminci yüzyılda manga geleneğinden yola çıkılarak animasyonlara alternatif olarak geliştirilmiş bir film türü olduğunu biliyorum.

2. Anime merakın nasıl, ne zaman başladı?
Merakım hayatımın yazarı Ursula K. Le Guin'in Yerdeniz serisinin animesinin çekildiğini öğrenmemle başladı.

3. Haftada yaklaşık ne kadar vakit geçiriyorsunuz animelerle?
Bazen günümün tamamını ayırdığım bile oluyor :) Haftada 1 saat ortalama diyelim.

4. Sadece anime mi izliyorsun yoksa manga da okuyor musun?
Anime izlemeye ilk başladığım zamanlarda manga okuyordum çünkü nereden beslendiğini merak ediyordum ama artık yalnızca anime izliyorum.

5. Animeler belli başlı türlere göre ayrılıyor bildiğim kadarıyla. Sen en çok hangi türü seviyorsun?
Türleri konusunda çok fazla bilgi sahibi değilim ama benim en sevdiklerim shojo türü(Lady Oscar) ya da tarihsel anime türü (Güneşin Oğlu).

6. Favori anime serilerin hangileri?
Benim baş tacı ettiğim animelerim Miyazaki filmleridir. Hayao Miyazaki'nin yazdığı, yönettiği tüm animeler listemin başındadır. Isao Takahata'yı da çok severim :

7. Anime izlemeye yeni başlayanlara ne önerirsin?
Yeni anime izlemeye başlıyorlarsa mutlaka manga okusunlar çünkü manga bir kültür ve animelerin nereden beslendiğini açıkça anlatıyor.

1 Temmuz 2013 Pazartesi

Ve 500.

Ve 500. takipçi
(:

Korkunç kitaplar listesi


Korku türünü hiç bilmem, aklımda hep bakmak, okumak vardır ama hep farklı sebeplerden ertelerim. Bu yaz dinlenmeye gerçekten ihtiyacım var. Okunacak kitaplar listesi ise şimdilik hiç yorucu olmayan, sürükleyici kitaplardan oluşuyor. Liste hızla uzayıp giderken, araya birkaç tane de korku/gerilim türünden bir şeyler eklemek istedim. Goodreads'de karşıma şu liste çıktı. Kendim için 3, blog listesi içinse 20 kitap seçtim. Bazıları henüz Türkçe'ye çevrilmemiş, yine de bir bakmanızı öneririm eğer İngilizce okuyabiliyorsanuz, bazılarının konuları gerçekten epey ilginç. 
Bakın bakalım bildikleriniz, okumayı istedikleriniz var mı.


  1. Medyum - Stephen King
  2. Dracula - Bram Stoker
  3. Hayvan Mezarlığı - Stephen King
  4. Şeytan - William Peter Blatty
  5. Cthulhu'nun Çağrısı - H.P. Lovecaft
  6. Amerikan Sapığı -Bret Easton Ellis
  7. Korkunun Bütün Sesleri - Ray Bradbury
  8. The Day of the Triffids - John Wyndham
  9. Omen - David Seltzer
  10. Kuzuların Sessizliği - Thomas Harris
  11. Heart-Shaped Box -Joe Hill
  12. Houdini Heart - Ki Longfellow
  13. Sapık - Robert Bloch
  14. Yürek Burgusu- Henry James
  15. We Have Always Lived in the Castle - Shirley Jackson
  16. Rebecca - Daphne du Maurier
  17. Ölümcül Tür - Guillermo del Toro
  18. Operadaki Hayalet - Gaston Leroux
  19. Hiçlikten Gelen Kız - Justin Cronin
  20. The Fog - James Herbert

Çok sevgili Pınar'dan yazlık okuma listesi


Sosyal mecra arkadaşım Pınar'dan yaz tatili için hazırladığı okuma listesini benimle paylaşmasını istedim, o da hemencecik yollayıverdi.

Kendisi anlatsın size en iyisi:

"15 kitap seçtim. Bunlar benim elimde olan yıl içinde aldığım ama iş yoğunluğu sebebiyle okumayı ertelediğim, sakin kafayla okumam gerek dediğim kitaplar. Ortalama 2 aylık bir tatilim var."

 Bence bu listeyi bir kenara not edin!

1. Yaşlı Adam ve Deniz - Ernest Hemingway
2. Lolita - Vlademir Nabokov
3. Müşterek Dostumuz - Charles Dickens
4. Monte Kristo Kontu - Alexandre Dumas
5. Deri Değiştirmek - Carlos Fuantes
6. İnci Gibi Dişler - Zadie Smith
7. Çavdar Tarlasında Çocuklar - J. D. Salinger
8. Hayvan Yemek - Jonathan Safran
9. 
 Büyülü Fener - İngmar Bergman 
10. Mühürlenmiş Zaman - Andrei Tarkovsky
11. Tol - Murat Uyurkulak
12. Tutunamayanlar - Oğuz Atay
13. Yedinci Gün - İhsan Oktay Anar
14. Sevgili Arsız Ölüm - Latife Tekin
15. Heba - Hasan Ali Toptaş