31 Ocak 2011 Pazartesi

Bir Sanattır Öğle Uykusu- Thierry Paquot




Uyumayı kim sevmez? 

Hele en sıkışık zamanlarda bastıran, gözünüzden yaş getiren o ağır uykuya kim hayır diyebilir? Yaz ya da kış fark etmez, ben üstümü örtmeden uyuyamam. Bir parmağım açıkta olsun, yine kaçar uykum, uyuyamam. Sıkı sıkı örtündükten sonraysa nerede uyuduğumun önemi yoktur benim için. Peki uyku neden güzeldir? Çünkü uykuya dalarken, uyurken ve uyandığınız anı takip eden 1-2 saniye boyunca hiçbir şey düşünmezsiniz. Ne sizi bekleyen teslim tarihleri, ne temizlemeniz gereken ev ne de karışan Ortadoğu aklınızda ufacık bir yer dahi bile kaplamaz. Yatak sıcaktır, ayaklarınız da sıcak olduğu sürece o yatak yeryüzündeki cennettir. Bana göre gece uykuları tekdüze giden sıkıcı ilişkidir. Onsuz olamazsınız ama artık onun yolunu kalbiniz atarak gözlemiyorsunuzdur. Öğle uykuları öyle midir oysa? Onlar heyecanlı küçük aşk kaçamaklarıdır, kalbinizi kıpırtadan. Uzun lafın kısası, ben öğle uykularının müptelasıyım.

Bu şahane kitap Pazar günü elime geçti, okudum ve bugün yazıyorum. Demiştim, tatil havada uçuşan beyaz minik yııldızlar görene kadar akademi ile bağlantısı olmayan her türlü kitabı okumak demektir benim için. Bu sene de bu kural bozulmadı ve ben halimden çok memnunum. Şimdi önce yazara sonra da kitabına yoğunlaşalım...

Thierry Paquot

Paquot anladığım kadarıyla bir Fransız, bir filozof. Maalesef hakkında bilgim, Fransızca bilmemem nedeniyle bu  kadarla sınırlı. Anlayabildiğim bir kaç kelime ise bana şunları söyledi: Saint-Denis'de, 1952 yılında doğmuş. Şimdi de Institut d'urbanisme de Paris'de akademisyen. 

Çok garip belki ama mesela benim için filozof demek, Hume, Locke ya da Nietzsche demek. Nietzsche bile çok modern filozof olmak için. Filozof dediğinin beyaz gür sakalları olur, loş odasında kah uyuklar kah düşünür. Ölene kadar da anlamlar arar. Belki bulur belki de hiç bulamaz ama ne olursa olsun o bunun için yaratılmıştır. Kafamdaki bu tek tip filozofu ortadan kaldırmayı çok istiyorum. Bu nedenle, modern çağ filozofları çok ilgimi çekiyor ve içten içten hayatlarını çok merak ediyorum. Acaba onlar da ev temizlemek zorunda kalıyorlar mı? Eşleriyle kavga edip küsüyorlar mı? Ya da bayıldıkları bir dizi var mı? Mesela en sevdiği dizi The Walking Dead olan bir filozof görsem gerçekten aklım uçabilir. Herneyse. Bu kitabı alışımın nedenlerinden biri de bu merak oldu. 


  

Can Yayınları'ndan çıkan bu kitabı Fransızca'dan çeviren Orçun Türkay. Bence gayet iyi bir çeviri olmuş, ben bir çeviri okuğumu tamamen unutmuştum. Kitap kapakları ile ilgili ufak bir takıntım olduğundan bahsetmiştim sanırım. Bazen sırf kitap kapaklarına bakmak için kitapçıya girdiğim oluyor. Oysa tasarıma ilgim hiç yok bile denilebilir. Neyse. Ben bu kitabın kapağını da çok beğendim. Orijinalinden epey uzak bir çalışma olsa da bence gayet güzel. 


Ve gelelim kitaba...

Caravaggio, Gentileschi, Bruegel, Rubens ve Rembrandt gibi ünlü ressamların tablolarındaki öğle uykusu betimlemeleri ile başlıyor ilk bölüm. Okuması oldukça keyifli olan bu bölümü, kıyasla daha ağır giden ikinci kısım izliyor. Burada mitolojideki, çok tanrılı ve tek tanrılı dinlerdeki öğle uykusu ile ilgili sembollere bakıyor Paquot.  Bunu izleyen üçüncü bölüm ise bence kitabın kalbini oluşturuyor. Açıkçası benim iyi bir teoloji bilgim olmadığı için anlamadığım noktalar oldu fakat ilgilileri için oldukça çekici bir bölüm bu. Mesela gelin bakalım siesta kelimesi nereden gelmiş günümüze kadar. Siesta İspanyolca'dan diğer dillere atlamış bir kelime. Latince sexta (hora) sözcüğünde geliyor, yani altıncı saat. Altıncı saat de, eski dönemlerde günün parçalara bölünmesi üzerine öğle vaktine denk geliyor. Buradan çıkıp, Paquot din bilimine de dalıp o kadar uzaklara gidiyor ki, odaklanabilene aşk olsun. Bir sonraki bölümde artık Sanayi Devrimi ile modern zamanlara geçiyoruz. Bu bölümde kimler yok ki, Charlie Chaplin, Gaston Bachelard, Thomas More ve daha fazlası. Bu bölüm gerçekten benim için büyük bir sınavdı ve başarıyla atlattığıma inanıyorum. İnanın nelerden bahsettiğini açıklamak isterdim fakat kelimelerime sığamayacak kadar karışık ve şaşırtıcı. 

Anladığım kadarıyla -ve emin olun ben de bunu sonuna kadar savunuyorum, Paquot'nun bir türlü kabullenemediği şey, değişen dünya, küreselleşen ekonomi ve benzeri ıvır zıvır sebebiyle artık insanların zamanlarını, dolayısıyla hayatlarını dahi kontrol edememeleri. Zamanın akıp gitmesi demek paranın akıp gitmesi ile eşanlamlı bazıları için. Ondandır bu bitmez koşu ve gönülsüz koşucularının gizli saklı direnişi. Öğle uykusu bana göre işin biraz detayı. Planlanlanmış üretim sürecine insanın kusursuz ve mazeretsiz dahil edilmesini sağlayan bir araç. Oysa düşününce işler çok basit değil mi? İnsan acıkınca yemek yer, susayınca su içer, uykusu gelince de uyur. Ama işte şartlar sonuncuya öyle pek hoşgörüyle yaklaşmıyor. Belki de bundandır her gün gerekli gereksiz litrelerce tükettiğimiz kahve. Bundandır kendi hayatımıza yön veremezken, son iktidar alanımız olan vücudumuzda diktatörlük naraları atmamız. Kim bilir...


Benim çok sevdiğim 2 kısım oldu bu kitapta. Birincisi, Konu Kapanmasın Diye bölümünde, Paquot'nun George Perec tarzı yazımı. Bir de kitabın en sonunda konu hakkında daha fazla okuma yapmak isteyenler için Okumalar bölümünün bulunması.

Ben Paquot'nun yazım tarzını ve öğle uykusunu ciddiyetle ele alışını, düzene başkaldırışın sadece politik ya da ekonomik yorumlar ve itirazlar ile mümkün olması gerekmediğini savunmasını sevdim. Paquot en son bölümde unutamadığı öğle uykularından aklına kalanları yazmış. Belki siz de kendizi geçmişteki öğle uykularınızın sarmalayıcı anıları içinde bulabilirsiniz. 


"Türkiye'nin doğusunda, Van Gölü'nün yakınlarında, hafif bir depremle kesilen bir öğle uykusu anımsıyorum"

"Haklarında söyleyebileceğim hiçbir şey olmayan bir sürü öğle uykusu anımsıyorum..."

"Kendime bir kez öğle uykusu yasağı getirdiğimi anımsıyorum, kolokyum benim bu müdahalemden sonra devam etmişti!"

"Bana yoğun ve koruyucu geceye kadar eşlik eden upuzun bir öğlen uykusu anımsıyorum. Gecenin içine giren o gün, bana denize karışan yağmuru anımsattı"

"O kadar çok öğle uykusu anımsıyorum ki, kimi zaman uyuyabilmek için koyun sayan biri gibi, düşler ülkesine daha hızlı ve neşeyle gidebilmek amacıyla onları düşünmeye çalışırken yakalıyorum kendimi."


Belki aranızda Michael Ende'in Momo'sunu okuyanlar vardır. Küçük Momo,  bu kitap boyunca bana eşlik etti, aklımdan hiç çıkmadı. Hatta öğle uykusu direnişinin simgelerinden biri tüm paspallığı ile bu küçük kız oldu benim için.

Bence vakit bulduğuzda bu kitabı okuyun, sonra da üstüne güzel bir öğle uykusu çekin. Ve birazcık da düşünün. Nereye bu acele?


ufak bir sır: Paquot bir Yaşar Kemal okuyucusu, kitabı okursanız bu ufak detayı bence siz de fark edeceksiniz!

ne mi dinliyordum?
mrs. cold- Kings of Convenience


30 Ocak 2011 Pazar

Kafka'nın Çorbası- Mark Crick

Can Yayınları'ndan çıkan bu sevimli, minik kitabı görmemiş olamazsınız. Yaz boyunca tüm kitapçılarda en göze çarpan yerlere stratejik bir şekilde yerleştirilmişti. İşte ben de son yılların gözde sıcaklarından birini yaşadığımız yazın herhangi bir gününde keyfim yerine gelsin diye almıştım bu kitabı. O güne özel şanssızlığımdan olacak ki, hatalı bir baskıya sahip oldum. Sayfaların sağ üst köşeleri tam ayrılmamıştı birbirinden, ben de falçata kullanmak için fazla sabırsız olduğum için ayırma işlemini ellerime bıraktım ve sonucunda korkunç görünümlü bir kitaba sahip oldum. Defolar bununla kalmıyor, satırlar da aşağıya doğru bakıyor. Neyse bu gereksiz detayları bir kenara bırakıyorum...


Öncelikle kabul etmeliyim ki, fikir şahane! 14 Tarifle Dünya Edebiyatı Tarihi alt başlıklı bu mini yemek kitabını okuması oldukça keyifli. 14 unutulmaz yazarın yemek tariflerini onların kaleminden (!) okuyorsunuz. Mesela Virginia Woolf'tan clafoutis grandmere tarifini okurken birden kendinizi Mrs. Dalloway'in sayfaları arasında gezinirken buluyorsunuz. Ya da Homeros usulü fenkata'yı okurken, burnunuza gelen defne yaprağı, domates ve zeytinyağı kokuları arasında Ege'nin iyot kokusunu içinize çekiyorsunuz.

14 yazar oldukça geniş bir yelpazeden seçilmiş. Daha önce eserlerini okuduğum yazarların tariflerinden açıkçası daha çok keyif aldım fakat tanımadığım yazarlara bir yemek tarifi ile hayran kaldım. Bunlardan biri de Graham Greene oldu.

Bu arada çevirmenin başarısını belirtmeden geçemeyeceğim. Yayına hazırlayan Cem Alpan'mış, ve çok iyi bir iş çıkarmış açıkçası. Bu kitabı okurken keşke dediğim tek nokta, kapak tasarımı oldu. Her ne kadar aklı başında her insan gibi kitabın içeriğinin daha önemli olduğunu bilsem de, açıkçası ben güzel kitapları seviyorum, güzel yemek, güzel müzik ve güzel filmleri sevdiğim kadar. Kısacası, ben bu turuncu kapağı sevemedim. 

Akşamüstü oturmalarında ya da yemek sonralarında başka bir şey ile ilgilenirken bile keyifle okunacak oldukça eğlenceli bir kitap. Belki siz de benim gibi bu kitabın benzerini keşke Türk yazarlar için yapsalar dersiniz. Tezer Özlü, Sevgi Soysal ya da Bilge Karasu'nun dilinden bir yemek üzerine bir kaç püf noktası öğrenmek güzel olmaz mıydı? 



İnternette kitabın orijinal kapağını bulmak için dolaşırken, en az bunun kadar eğlenceli olacağına inandığım bu ufak serinin 2. kitabını buldum: Sartre'nin Lavabosu. Burada da yazarlar 'kendi işini kendin yap' (diy-do it yourself) önerilerinde bulunuyorlarmış. Siz de zaman zaman zekanın yaratıcılığına hayran kalmıyor musunuz? Hele bu bir de edebiyat ile birlik olduğunda...

Benim ağzımı sulandıran, iştahımı açanlar ise..


çabuk miso çorbası
vietnam tavuğu
coq au vin
dileppe dilbalığı


Bon Appetit!

ne mi dinliyorum?
bookshop casanova- The Clientele


26 Ocak 2011 Çarşamba

Yapılacak işler içinde kişisel kayboluşum


Şu köpeğin yerinde olmak için her şeyi verirdim, kitaplarım hariç!


O kadar yorgunum ve sadece yapmak zorunda olduğum için yaptığım şeylerden o kadar sıkıldım ki...


Final yazıları, yüksek lisans başvuruları, bu dönem bitmeden gelecek dönemin ders seçimleri, mezuniyet telaşı...


Bu arada en az 5-6 kitap okudum fakat siyasal ekonomi ile ilgili oldukları için buraya koymayı pek düşünmüyorum, en azından şimdilik.


Bu cumaya, işlerimin büyük bölümü bitmiş olacak ve ben yine kitaplarımın arasında kaybolabileceğim. O zamana dek,
bol karlı bir hafta dileklerimle...

15 Ocak 2011 Cumartesi

Kenarı yırtık bir eski kitap: Kodin


Kodin annemin en sevdiği kitaplardan biri. Çok garip bir şekilde ne zaman okumaya karar versem kitap ortadan kayboldu ya da ben bir yerlerde unuttum, en son aylar sonra tekrar karşıma çıktı. Neyse, en son köşeye sıkıştırdığımda hiç elimden bırakmadım sonuna kadar. Resimde gördüğünüz gibi yıllar biraz yıpratmış onu. Annem bunu 1967 yılının Kasım ayında, 4 liraya almış (evet etiketi duruyor ve evet annem de benim gibi kitaplara aldığı tarihi yazıyor). Varlık Yayınları'ndan çıkan bu kitabın çevirmeni Yaşar Nabi (Nayır). Detaylara geçelim...

Kodin 3 ayrı hikayeden oluşuyor: Bataklıkta Bir Gece, Kodin ve Kir Nikola. Balkanlar'da, Osmanlı varlığının son zamanlarında geçiyor diye tahmin ediyorum. Tarihi ve siyasi detayları yakalamak çok hoştu, kahramanların içtikleri Türk kahveleri gözümden kaçmadı bu arada!

Bataklıkta Bir Gece'nin kahramanları küçük Adrian ve Dimi Dayısı. Bundan sonraki iki hikayede daha yakından tanınacak olan Adrian ile ilk olarak burada tanışıyoruz. Nedense diğer iki hikaye kadar aklımda kalmadı bu hikaye. Şu kısım hariç: "Her ulus, Allah'a türlü türlü dua eder, ama hepsi O'nu aynı şekilde çiğnerler".

Ben kitap okurken notlar alırım. Not aldığım defterler kutularda durur. Kodin'i okurken ne yazacağımı şaşırdım. Kısa ama detaylarda dolu bir hikaye. Kodin bildiğimiz mahallenin kabadayısı bazen de azılı suçlusu. Ona hayran da küçük bir oğlan, Adrian. İkisi arasındaki diyaloglar o kadar güzel ki. Mesela Kodin'in Adrian'a sorduğu bir soru..

"-Birine fenalık etmek ne demektir bilir misin?
 -Canını yakmak demektir.
 -Yok, cancağızım.. Bilemedin. Fenalık, tek fenalık, haksızlık etmektir; bir kuşu yakalar, kafese koyarsın, veya atına yulaf verecek yerde onu kırbaçlarsın. İşte haksızlık."

Kodin ve Adrian arasındaki dostluk çok farklı. Adrian'ın babası yok. Kodin'i babası yerine koyuyor sanmıştım başta ama sonra bu ilişkinin sadece arkadaşlık olduğuna karar verdim. Bir de Adrian bu ilgiden çok memnun. Kodin'e gelirsek, evet biraz kabadayı ama kesinlikle zorba değil. İçinde durdurulamaz bir şiddet var. Bunun altında yatan sebep de ondan ve çirkinliğinden nefret eden, ona hep kötü davranan anne ve babası. Bir de sevgilisi İren'in onu en yakın arkadaşı ile aldatması. Kodin'in hayata karşı bu nefreti, Tanrı'yı öldürmeyi bile getiriyor aklına. Sakin olduğu tek yer ise Adrian'ın yanı. Hikayenin sonu ise çok korkunç. Belki de bu güne kadar okuduğum sonlar arasında en çarpıcı olanlardan. 

Üçüncü ve son hikaye, Kir Nikola. Adrian burada 14 yaşında ve yeni dostu lezzetli plaçintalar yapan usta Nikola. Plaçinta, ince yufkadan yapılan, içi peynirli veya kıymalı, halis domuz yağıyla bol bol yağlanmış bir börek. İstrati kelimesi kelimesine böyle tarif ediyor. Nikola Amca sevimli bir adam. Adrian'a dükkanında iş veriyor. En sevdiğim sözü işe şu oldu: "Şüphesiz dünya kalb doludur, ama hemen hepsi yol kenarında lüzumsuz otlara benzerler. Bir patates çok daha hayırlıdır". 

Siz de fark etmişsinizdir. 3 hikayede de Adrian'ın arayışı var. Bu bir baba mı, koruyucu mu yoksa tamamen farklı bir şey mi bilmiyorum. Dimi Dayı, Kodin ya da Kir Nikola, hepsi birbirinden farklı fakat yine de Adrian onlarda kendinden bir şeyler buluyor. Kir Nikola benim aralarında en sevdiğim oldu. Oturup onunla saatlerce konuşabilirdim ya da sadece onu dinleyebilirdim. Adrian da böyle yapıyor. Bir de Kir Nikola'da hep bir kabul edilme isteği var. Arnavut olduğu için hep dışlanıyor. Ona göre, "Yabancı olmak, memleketini sırtında taşıyan insan demek. Onun için yabancı her yerde gereksiz adam". Aslında Kir Nikola ve Adrian'ın birbirlerine ihtiyaçları var çünkü Kir Nikola sadece onun yanında kendini bir yere ait hissediyor. Sevgilisi Lelea Zinka bile onu pis bir millet olarak görüyor. Ve ekliyor: "İyi yürekli doğmuş bir adamın iyi kalmasına, hele iyilikten nasip almayanın sonradan iyi olmasına kimse yardım etmeye yanaşmıyor". Bana göre Adrian iyi yürekli bir çocuk ve benim zihnimde hep öyle kalacak.

Panait İstrati
Kitaplardan alınan keyfin genetik olduğunu düşünüyorum. Ben Kodin'i, Adrian'ı, en çok da Kir Nikola'yı sevdim. Tıpkı annem gibi.

Ömer Seyfettin ile geçen 5 gün ve sonuçlar



Ömer Seyfettin ile son zamanlarda aramızda gelişen yakın münasebet sona erdi. En azından bir süre için. Bugün eve dönerken serviste uyuyakaldım. Uykusuzluğumun tek sebebi geceyi Ömer Seyfettin ile geçirmiş olmamdı. Uyudum ve rüyamda bozkırlarda beyaz atım üstünde adamlara oklar fırlattım sonra atımdan indim Nuruosmaniye Caddesin'de "Turan, Turan!" diye bağırdım. Ve işte o an anladım ki milli edebiyata biraz ara vermeliydim.


Seyfettin’i sevdim mi bilmiyorum. Anlatımını özellikle hikaye girişlerini çok beğendim. Sonra dönemin gerçekleri şiddet, kan, tacavüz, işkence ortaya çıktı ve beni çok yordu. Evet bunlar hikayelerde bolca yer alıyor (özellikle Balkan hikayelerinde). Benim okuduğum hikayeler 3 gruba ayrılabilir aslında: eski zamana ait kahramanlık hikayeleri, imparatorluğun son döneminde Balkanlar’da geçen hikayeler ve son olarak da günlük hayatla ilgili olanlar. İlk iki grubun hikayelerini gerçek anlamda anlamak ve yorumlamak için lise tarih bilginizden birazcık daha fazlasına ihtiyacınız olabilir, böylece değişen siyasi ajandaları hikayeler üzerinden takip edebilirsiniz. Benim keyifle okuduğum hikayeler son gruptan olanlardı. Beşeriyet ve Köpek, Fon Sadriştayn’ın Karısı ve Koleksiyon kesinlikle okunmayı hak ediyor.  

Ömer Seyfettin okumak bence zorlu bir süreç, en azından benim için öyleydi. Bunun birkaç sebebi var. Yazar her ne kadar düşüncelerinin propagandasını aleni bir biçimde yapmamaya çalışsa da okuyucu belirli bir noktadan sonra olayların çıkış ve bitiş noktasının “milli kimlik” olmasından sıkılabilir. Ben sıkıldım. Diğer bir sebep, bu zamana kadar bir çok kere tartışılmış olan yer yer şiddetin dozunun kaçması. Mesela Beyaz Lale’de artık bu durum o kadar can sıkıcıdır ki okuyucunun aklında ne hikayenin geri kalanı ne de yazarın vermek istediği mesaj kalır. Ben hikayeden çok uzaklaştım. Son olarak eğer dikkatli bir okuyucuysanız, Seyfettin’in sıkça kendisi ile çeliştiğini fark edebilirsiniz.

Özetlemek gerekirse, önümüzdeki bir kaç ay Seyfettin’in geri kalan hikayelerini okumayı düşünmüyorum. Daha önce bir yazarın eserlerini bu kadar kısa sürede bu kadar çok okumamıştım. Sanırım doz aşımına uğradım.

Ömer Seyfettin güzel başlayan bir güne daha fazla neşe katmayı ya da içinizi sıcak duygularla doldurmayı vaad etmiyor. Fakat sizi şaşırtmayı kesinlikle çok iyi başarıyor.



Görsel http://omerseyfettin.uzerine.com dan alındı. Ömer Seyfettin bence en sağdaki.

14 Ocak 2011 Cuma

Kukla kafa



"Gelen Rum garsondan bira istediler. Gayet şık, nazik ve centilmen Rumlar kadınlarıyla beraber masalarda oturuyorlar, yüksek, fakat işitilmez sesleriyle durmadan konuşuyor ve gülüşüyorlardı. Adalardan gelen bir vapur, dursa batıp boğulacakmış gibi silkavi bir acele ile yüzüyor ve denizin açık mavi sathında beyaz ve dalgalı bir çizgi ürpertiyordu. Mahmut fesini çıkardı; başı tıpkı tahtadan bir kukla kafasına benziyordu. Sivri ve eğri büğrü idi. Elleriyle siyah ve yapışık saçlarını düzeltti."

Ömer Seyfettin, Boykotaj Düşmanı




Kuklayı http://kukla.tv den aldım. Türkçe'ye kukla kelimesi bu karakterin adından geçmiş olabilir mi acaba?

13 Ocak 2011 Perşembe

Ah o lanet buldok!


"Sabah yemeğini muhtazır ve müteezzi bir adam iştahsızlığı ile yedim. Kahvemi içtikten sonra güverteye gezmeğe çıktım. Kıç tarafta bir şezlonga uzanmış onu gördüm. İğrenç bir tuluma benzeyen buldok yine kucağında idi. Fena halde canım sıkıldı. Bu kadar güzel ve genç bir kadın bu pis köpeği nasıl kucağına alır ve sevebilirdi?... Canımın sıkıntısı müphem bir hiddete tebeddül ediyordu. Bu tabiatsızlık, adilik değil miydi? Yanına gitmek, kucağından zorla bu çirkin ve pis köpeği almak, güzelce dövmek, sonra denize fırlatıp atmak istiyor ve bunun neticesini düşünerek hemen hemen yapmağa karar veriyordum. Ne olacaktı? Benden zarar ve ziyan davası ederdi. Başka? Hiç. Fakat ben bu köpeğin haksız yere nail olduğu bu muhabbet-i nabecanın intikamını almış olacaktım. Tekrar muhakeme ettim. Muhakememi tevsi ettim. Ben bu köpeği şüphesiz kıskanıyordum."


Ömer Seyfettin, Beşeriyet ve Köpek


Köpek şuradan alındı: http://reneelouiseanderson.tumblr.com/

11 Ocak 2011 Salı

Pupa yelken gemiler bekleyen yaşlı forsa


"Badem bahçesinin yanı geniş bir bağdı. Beyaz taşlardan yapılmış kısa bir duvarın ötesinde zeytinlik, ta vadiye kadar iniyordu. Bağın ortasındaki viran kulübenin kapısız methalinden bir ihtiyar çıktı. Saçı, sakalı bembeyazdı. Kamburunu düzeltmek istiyormuş gibi gerindi. Elleri, ayakları titriyordu. Gök kadar boş, gök kadar sakin denize baktı, baktı.
     -Hayırdır inşallah!
Duvarın dibindeki taş yığınlarına çöktü. Başını iki ellerinin arasına aldı. Sırtında yırtık bir çuval vardı. Çıplak ayakları topraktan yoğrulmuş sanılacaktı. Zayıf kolları kirli tunç rengindeydi. Tekrar başını kaldırdı. Gökle denizin birleştiği dumandan çizgiye dikkatlice baktı. Fakat görünürde bir şey yoktu."

Ömer Seyfettin, Forsa

*forsa: eskiden gemilerde kürek mahkumu olan esir

Seyfettin bugün keyifsiz. Siz nasılsınız?


30 Teşrin-i sani, 1319, Pirbeliçe


"Bu sabah şiddetli bir baş ağrısı ile uyandım. Hava çok soğuk... Islanmış keten çadırın üzerine düşen yağmur damlaları gizli ayak sesleri gibi tuhaf bir gürültü çıkarıyor; bana intizamsız adımlarla sisler içerisinde ilerleyen perişan bir tabur tahayyül ettiriyor. Okumak istiyorum bavulu açmağa üşeniyorum. Masa yok. Sandalye yok. Zaten yatağın üzerinde okuyamıyorum. Bağdaş kurmak, yahut yüzükoyun yatmak lazım. Bu iki vaziyet de beni yoruyor."

 Ömer Seyfettin, Nakarat