23 Ekim 2011 Pazar

Frankenstein - Mary Shelley


Bazı kitaplar yanlış anlaşılmaya, anlaşılmamaya mahkum sanırım. Frankenstein da bu kitaplardan sadece biri.

Daha önce Twitter'dan duyurmuştum, Sabancı Üniversitesi Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Çalışmaları Forumu'nun (http://genderforum.sabanciuniv.edu/ ) düzenlediği Kadın ve Edebiyat konuşmalarına gidiyorum. Kadın yazarların kitapları üzerinden gidiyoruz, hem bu kadınları hem de yazdıklarını konuşuyoruz. İlk haftanın kitabı, Mary Shelley, hatta tam adıyla Mary Wollstonecraft Godwin Shelley'nin Frankenstein adlı kitabıydı. Konuşmacı, 2 sene önce bir dersini alarak tanıdığım ve büyük olasılıkla dünya üzerindeki en tatlı, nazik ve bilgili kadınlardan biri olan Deniz Tarba Ceylan'dı.

Ben Frankenstein'ı 2 sene önce bir ders için, orijinal dilinde okumuştum ve kendimi o kadar cahil hissetmiştim ki. Bir kere canavarın/yaratığın adını Frankenstein sanan gruba dahildim. Hollywood'un kötü uyarlamalarından tanıyordum bu iblisi. Kitabı okuyunca, belki size biraz cinsiyetçi bir yaklaşım gibi gelecek fakat bir kadının böyle bir metni 1818 yılında yazmasına çok şaşırdım, hayret ettim.

Bir kitabı araya belirli bir süre ki tercihen 1-2 sene en azından koyarak tekrar okumak o kadar farklı bir deneyim ki. Yıllar içinde dikkatinizi çeken şeylerdeki değişimi görmek pek hoş. Ben bu sefer İthaki Yayınları'ndan çıkan Frankenstein'ı okudum. Şimdi de önce biraz yazardan, sonra da kitaptan bahsetmek istiyorum.

Cumartesi günü konuşma esnasında Deniz Hanım, bir kitabı yazarından bağımsız olarak incelemenin kesinlikle doğru olan olduğundan bahsetti ve hemen ardından ekledi, maalesef Frankenstein'de bunu yapmak imkansızdı. Çünkü yazar ve metin arasında öyle noktalar vardı ki, kesişmeleri görmezden gelmek olmazdı. Bu nedenle önce Shelley'nin hayatından bahsetmek istiyorum.

Mary Shelley, İngiliz entelektüel bir aileye doğmuş. Annesi, feminizm ile ilgilenen herkesin bileceğinden emin olduğum Mary Wollstonecraft. Bu ateşli feminist, dönemi için son derece marjinal bir hareketle kızına evlilik bağı dışında hamile kalmış ve ne yazık ki bebeğin doğumundan sadece 10 gün sonra ölmüş. Annesiz büyüyen herkes gibi, bunun izleri oldukça bariz Shelley'nin kitabında. Entelektüel bir aile ve çevre içine doğmuş olsa da Mary klasikleşmiş üvey anne tipinden kaçamamış ve dönemin ünlü anarşist düşünürlerden biri olan babasına sığınmış, onun kütüphanesinden faydalanmış. Daha sonra, kendisi de evli bir adama aşık olup hamile kalmış ve bu hamileliği öğrenen eş, intihar etmiş. Bunun sonucunda Marry Shelley, soyadını aldığı şair Percy Shelley ile evlenebilmiş. Tam emin olmamakla beraber, sanıyorum ki 5 çocuk dünyaya getirmiş ancak bu çocuklardan ancak bir ya da ikisi yaşamış. Bir kadın olarak hayat verdiği çocukların kayıpları da onu derinden sarsmış. Şair eşiyle birlikte, Lord Byron'ın da dahil olduğu entelektüel çevrelerde yer almış ve Frankenstein da böyle bir oturum sırasında ortaya çıkmış. O yıl patlayan bir yanardağ sebebiyle, yaz pek yaz gibi geçmemiş, kötü hava koşulları nedeniyle herkes evlere kapanmış. Eşi ve birkaç arkadaşı ile geçen bu gecelerden birinde herkesin bir korku hikayesi yaratması fikri ortaya atılmış. Mary Shelley'nin başlarda aklına bir şey gelmese de gecesine gördüğü rüya sonucunda Frankenstein, yani ilk bilimkurgu örneklerinden biri olarak kabul gören bu metin ortaya çıkmıştır.

Türkçe baskısında neden kitabın tam adı kullanılmamış acaba? Kitabın tam adı Frankenstein, The Modern Prometheus. Prometheus'un hikayesini bilenler vardır belki aranızda. Benim bildiğim şöyle, Prometheus'un toprağı üfleyerek yaratıklar yaratma kabileyeti vardır. Sonra yarattığı bu yaratıklara ateşi getirmek ister ve getirir. Ancak buna sinirlenen Zeus, Prometheus'u cezalandırır. Cezası ise, bir tepeye bağlanan Prometheus'un kara ciğerini sürekli bir kartal yiyecektir. Ancak her gece karaciğer kendiliğinden büyüyeceğinden, ceza sonsuza dek bu ıstırap içinde devam edecektir. Shelley'nin Modern Prometheus'u kullanmasının sebebi ise bana kalırsa çok açık. Az sonra her şey netliğe kavuşacak.

Frankenstein, yaratığın/iblisin/canavarın artık siz ne demek isterseniz, onun yaratıcısı. Yaratan. Ölü parçalardan son derece canlı, hisleri olan bir şey yaratmış. Ve yalnızlığa mahkum etmiş. Bana kalırsa o ölü kolların bacakların birleşmesi anı değil canavarın yaratıldığı an. O an sadece bir yaratık meydana geliyor. Yalnızlığa terk edildiğinde ise, işte tam da o zaman bir canavar çıkıyor ortaya.

Bu kitap üzerine konuşulacak o kadar fazla şey var ki, maalesef aralarından birkaçını seçeceğim.

Öncelikle kitaptaki kadın karakterlerden bahsedebiliriz, ki zaten sayıca azlar ve pasiflikleri nedeniyle daha da az hissettiriyorlar kendilerini. Genele bakıldığında Safiye haricinde hepsi cinsiyetlendirilmiş kalıplara uygun olarak sakinler, ağırbaşlılar ve en önemlisi sabırlılar. Sorgulamıyorlar, kendilerine verilen bilgi onlara her zaman yetiyor. Safiye de sıradışı bir karakter bana kalırsa. İlk başta farklı geliyor, babasına kafa tutmuş diye ama biraz incelenince onun da çok farklı olmadığı görülüyor. Bir de kitap boyunca aileler hep parçalanmış. Bir zamanlar iyilermiş, mutlularmış, zenginlermiş ama artık durum değişmiş. Burada Shelley'nin kendinden bir şeyler kattığı bariz.

Bana kalırsa bir diğer önemli nokta şu ki günümüzde de buna hala inananlar var... Mesela kadınlar eziliyor diyoruz, hak etmedikleri muamelelere tabi tutuluyorlar diye tepki gösteriyoruz. Ama sanki kaynak tek. Sanki sadece erkekler yapıyor gibi. Bu bence son derece yanlış. Kadının üzerinde çok katmanlı bir denetim/baskı mekanizması var ve buna erkekler, din, devlet vb. birçok yapı dahil. Mesela Justine örneği. Haksız bir suçlamayla karşı karşıya kalıyor. Din adamı suçu kabul etmesini öğütlüyor. Kadının sesini ne devlet, ne erkekler ne de dinin otoriteler duyuyor. O zaman da aynı, şimdi de.

Gelelim yaratığa. Ben hep çok üzüldüm onun için, kitap boyunca. Yalnız kalmak. Hepimizin korkusu değil mi? Ben mesela, çok korkarım yalnız kalmaktan. Yalnızlığın bir yerden sonra tepkiye ve ardından yıkıma dönüştüğünü görebiliyoruz bu kitapta. Ve Victor, Victor Frankenstein. Yaratığın yaratıcısı. O birçok kez uyarılsa da hiçbir şey onu durduramıyor. Tanrı'nın gücünün üstünde görüyor kendini ve yaratan oluyor. Ama gücün kontrolünü kaybetmesi ile beraber onun cezalandırılması da başlıyor. En sona o kalıyor. Ölene dek neredeyse sevdiği herkesin ölümünü izlemek zorunda kalıyor. Acıların en büyüğü. Hak ediyor mu peki? Bilmiyorum.

Bence kesinlikle okunması gereken bir kitap, Hollywood'un kalitesiz yeniden yeniden uyarlamalarına kanmadan.

2 yorum:

  1. Güzel bir incelemeydi elinize sağlık, Mary Shelley'in hayatının da böyle dramatik olduğunu bilmiyordum, muhteşem bir hayal gücü...Kitabı okumak isterim.

    YanıtlaSil
  2. kitabı okumadan önce yorumlara bakmakta fayda var

    YanıtlaSil