27 Ekim 2013 Pazar

Londra'da Hafta Sonu, #3 - British Library


Bugün çok güzel bir gündü. Gerçekten. Her ne kadar yarın Londra'yı vuracak olan dev fırtınanın alametleri yavaştan kendini belli etse de, ayaklarımız yer yer yerden kesile kesile erkek arkadaşımla dolandık durduk. Fotoğraflarla anlatayım.

Bugünkü planımız, istasyonda buluşup British Library'e gidip kütüphane kaydını yaptırmaktı. Nedense ben açıktır diye tahmin ettim ama tahmin edilebilir bir şekilde kayıt ofisi kapalıydı, ama olsun. Çok çok güzel gezdik, bir de bonus olarak şahane bir sergi yakaladık. Neyse ben en baştan anlatayım. 

British Library'e, pek ünlü kütüphaneye gidebilmek için (metro kullanacaksanız eğer) Northern Line üzerindeki King's Cross St. Pancrass istasyonunda inmeniz gerekiyor. Ben daha önce hiç bu taraflara gitmemiştim, şahane güzelmiş. Metro istasyonundan çıkıp sağa doğru yürüdüğünüzde yukarıda gördüğünüz devasa bina ile karşılaşıyorsunuz, otel. Sonra 1-2 dakika daha yürüdüğünüzde işte karşınızda British Library. 



Çok da güzel bir bahçesi, var. Avlu gibi olan bu yerin ortasında "The Last Word (Son Söz)" adlı cafe bulunuyor. Hem havanın serinliğinden hem de günün Pazar olmasından dolayı çok kalabalık değildi. Güneşli günlerde, çalışmaya ara verip portakal suyu içmek için şahane bir yere benziyor.



Biraz buralarda dolandıktan sonra içeri girdik, gerçekten çok çok büyük bir yer. İçeride fotoğraf çekemedim pek, birinin çıkıp "Yasak!" demesinden korktum sanırım. Dediğim gibi, kayıt ofisinin kapalı olduğunu öğrenince biz de birazcık dolaşalım madem dedik. İyi ki de demişiz, son zamanlarda gezdiğim en minik, en sevimli sergiye denk geldik.

Serginin adı, "Picture This: Children's Illustrated Classics (Bunu Resmet: Çocuk Klasikleri İlustrasyonları)". 4 Ekim'de açılmış, 26 Ocak'a kadar devam edecekmiş, giriş ücretsiz. The Folio Socety'nin katkılarıyla hayata geçirilen bu sergide 20. yüzyılın en popüler 10 çocuk klasiğinin ilustrasyonlarının ilk hazırlandıkları zamanki halleri ve yıllar sonra, bugün, günümüz ilustratörleri tarafından nasıl yorumlandıkları gözler önüne seriliyor. Çok afilli cümleler kurdum ama başka nasıl anlatılır bilemedim. Peki bu 10 kitap hangileri?
Hobbit, Peter Pan, Paddington Bear, The Wind in the Willows, Just So Stories, Charlie and the Chocolate Factory (Charlie'nin Çikolata Fabrikası), The Railway Children (Demiryolu Çocukları), The Secret Garden (Gizli Bahçe), The Borrowers (Minik Kahramanlar), The Iron Man. Benim en sevdiklerim elbette The Borrowers ve Charlie and the Chocolate Factory oldu. Erkek arkadaşımsa Iron Man'in başından ayrılamadı. Bir de şey çok hoşuma gitti, küçük bir sergi olmasına rağmen, 3-4 tane minik ekran ve bu ekranlara bağlı kulaklıklar vardı. Klasik çocuk hikayelerini günümüzde tekrar resimleyenlerin deneyimlerini kendi ağızlarından dinleyebiliyordunuz. Dil seçeneği var mıydı tam hatırlayamıyorum.


Fotoğraf çekmek bu bölümde özellikle yasak olduğundan maalesef size gösterecek bir şeyim yok, ama şuradan serginin sitesine gidebilirsiniz. Şuradan da neredeyse bizim sergide gördüğümüz tüm çizimleri görebilirsiniz (sayfanın sağındalar). Burada da The Telegraph'da sergiye dair yayınlanmış bir yazı var (İngilizce), buradan da çizimleri inceleyebilirsiniz. 

Sergi çok kalabalık değildi, gezenler genellikle orta yaş ve üzeri insanlardı. Nostalji herkesin hoşuna gidiyor demek ki (: Bir de sergiye annesiyle gelen, yere uzanıp kitap ilustrasyonlarına bakıp bakıp kendi defterine bir şeyler çizen bir kız vardı, bayıldım. Kütüphanenin satış mağazasında sergiye özel ürünler de satılıyor. Yüksek fiyatlar (ya da bizim kısıtlı bütçemiz) nedeniyle biz sadece acıklı gözlerle uzaktan bakabildik. Olur da yolunuz Londra'ya, bir de British Library'e düşerse Ocak sonuna kadar, mutlaka gidin bir bakın derim bu sergiye. Hatta gidecekseniz birazcık da para biriktirin ve Winnie the Pooh'lu seramik tabak-kupa takımından satın alın, benim yerime de demli bir çay için, yanında da poğaça yiyin.

Londra'daki bir başka Pazar günü de böyle geçti. Güzel geçti. Umarım sizin de hoşunuza gitmiştir. Belki kütüphane içinden fotoğraf bekleyenler hayal kırıklığına uğradı, kusura bakmayın. Kaydımı yaptırıp içeri girebilsem fotoğraf çekecektim ama kısmet değilmiş. Belki de çekemeyecektim, izin veriyorlar mı bilmiyorum. Her neyse, daha önümde bir sürü gün var, kütüphaneli gün hem de. 

Umuyorum siz de güzel bir Pazar geçirmişsinizdir. Sizi bugün gördüğümüz sincaplardan biriyle uğurluyorum.



Blog tasarımını ne yapmalı, ne yapmalı?

Konumuzla ilgisi yok, ama ben bu kırmızı minip topçuklu bitkiyi çok seviyorum ve burada neredeyse tüm yol kenarlarını sarmış haldeler (:

Bu blog var olduğundan değişen çok çok fazla şey oldu. İçeriği değişti, benim üslubum değişti, ben değiştim, şehirler değişti ama bir tek tasarımı değişmedi. Tasarım deyince de kulağa afilli geliyor da şu an kullanmakta olduğum blogspotun temalarından biri sadece. 

Açıkçası blogun görselliği konusunda tek bir kriterim var sanırım, gözü yormasın. Gözü yormadığı sürece gerisi gelir gibi geliyor bana. Ama artık biraz sıkılmaya başladım, değişiklik istiyorum. Ve itiraf etmek gerekirse biraz fazla basit geliyor bazen gözüme şu anki hali.

Bu konuda yardımlarınızı bekliyorum. Yardımdan kastım yorumlarınız (: Mesela şu konularda bana bir şeyler söylerseniz çok mutlu olurum:

  • Sizce blogda
    • eksik olan nedir?
    • gereksiz olan nedir?
    • kullanışlı olan nedir?
  • Blog tasarım işini kendim halledebilir miyim yoksa bu işi bilen birilerinden yardım mı almalıyım?
  • Genel olarak göz yorucu bir site/blog tasarımı sizce nedir?
Azıcık vakit ayırıp bana yardımcı olursanız çok sevinirim.

Dinlenmeli ve bol şahaneli Pazar dilerim (:


26 Ekim 2013 Cumartesi

Kindle (e-kitap okuyucu) deneyimime dair birkaç şey

Yine akşam karanlığında çekilen çirkin bir fotoğraf ama yandaki zencefilli cadılar bayramı kurabilyeleri harika!

Uzun zamandır bu yazıyı bekleyenler olduğunu biliyorum. Açıkçası yazıyı hazırlamakta geç kalmamın en önemli sebebi, kindle'ı almanın o ilk hevesi geçtikten sonra daha objektif bir şeyler anlatma isteğimdi. Öyle de olduğunu umuyorum. Bu yazıyı da 4 bölüme ayırdım: Ben neden Kindle aldım, bu aletin özellikleri, artıları ve eksileri. Umuyorum meraklıları için faydalı ve ilginç bir şeyler anlatabilirim.

Ben neden Kindle aldım? Aramızda sahici kitap safalarına dokunmanın çok önemli olduğunu düşününler çoğunluktadır gibi geliyor bana açıkçası. Ben de onlardan biriydim ta ki son derece pahalı olan Londra'da yaşamaya başlayana kadar. Şöyle ki, aldığım dersler için her hafta yüzlerce sayfa makale, kitap bölümü okumak zorundayım. Makaleleri bastırıp, altını çizerek, üstüne notlar alarak okuyanlardanımdır ben ama burada onu yapmak mümkün değil çünkü çıktı almak gerçekten çok çok pahalı. Kitap konusunda ise, kitapların basılı (hard copy) halleri ile Amazon Store'da satılan e-kitapları arasında genelde 4-5 poundluk fiyat oynamaları oluyor, elbette e-kitaplar daha ucuz. Benim temelde Kindle almamın sebebi buydu, ekonomik sebepler ağır basıyordu. Ve sonuncu, bence öncekiler kadar önemli bir diğer sebep ise kağıt israfı konusu. Her sene kilolarca kağıt birikiyor yaşadığım yerde, aldığım çıktılar sebebiyle. Dosyalara koysanız da koruması çok zor, oradan buraya taşıması da bir o kadar zor. Kindle sayesinde bu dertten kurtulacağıma ve çevre için de iyi bir şey yapacağıma inanıyorum.

Bu aletin özellikleri nelerdir? Kindle'ın üreticisi ve esas satıcısı Amazon. İngiltere'de ise Waterstones kitapçılarında satılıyor genellikle. Her teknolojik alette olduğu gibi, Kindle'ın da yeni modelleri sürekli piyasaya sürülmekte. Ben en en basit olanını aldım, modeli de Kindle olarak geçiyor. Daha üst ve elbette daha pahalı modeller tablet bilgisayarlara benziyor, renkli ve dokunmatik ekran. Ben pek incelemedim ama sanırım bir tabletin yapabildiği her şeyi yapabiliyor. Benim en basit modeli almamdaki sebep kağıt dokusuna en benzer ekranın bu modelde bulunmasıydı. Benden sonra Kindle alan iki arkadaşım da bu sebepten ötürü en basit modeli tercih ettiler. Zaten çok ilginç bir mürekkep sistemi var, ekranın mat ve göz yormuyor oluşunun sebebi de bu sanırım. Mesela sayfayı değiştirdiğinizde çok kısa bir süre için bir önceki sayfanın gölgesi kalıyor. Sanki gerçekten ekranın arkadasında mürekkepler fırıl fırıl akıyor. Özelliklere geçecek olursak, dediğim gibi pdflerinizi aktarabiliyorsunuz, çok çok hafif (170 gram), ekran güneş ışığında hiç parlaklık yapmıyor ve parlamama hali gözü de yormuyor. 1400 kitaba kadar hafızası var. Amazon Store'dan aldığınız kitaplar (wi-fi ile bağlanıp kredi kartınızla satın alabiliyorsunuz) 60 saniye içinde Kindle'ınıza yükleniyor. Kitap ya da pdf sayfaları üstüne not alabiliyorsunuz, cümlelerin altını çizebiliyorsunuz. İngilizce-İngilizce sözlük var bir de içerisinde. Okuduğunuz sayfadan çıkmadan sözlüğe bakabiliyorsunuz.

Kindle'in artıları: Yazının bu kısmına kadar bahsettiğim artılara ek olarak birkaç şey daha ekleyebilirim sanırım. Ben de birçoğunuz gibi geceleri uyumadan önce illa kitap okuyanlardanım. Yan yatıp kitap okumak bana hep çok sıkıntılı gelir, dünyanın en büyük derdi olmasa da (: Kindle bu açıdan epey kullanışlı. Benim gibi makale okuyanlar için en büyük artısı sanırım pdf (ve elbette kitapların) cümleleri işaretleme, vurgulama (highlight) ve metin üstüne not alma imkanlarının bulunması. Bir de sayfadan çıkmadan sözlüğe (İngilizce-İngilizce) ulaşma imkanınız var, bu da benim işime epey yarıyor. Yazı boyutunun büyütülebiliyor olması ise görme problemleri yaşayanlar için oldukça yardımcıdır diye tahmin ediyorum. Diğer bir güzel yanı ise telif hakkı olmayan kitapları (mesela klasikler) ücretsiz indirebilmeniz. Jane Austen'dan tutun da Shakespeare'a kadar birçok klasiğin 'gerçek anlamda' elinizin altında olması epey güzel bir his. Bir de diyelim bir kitap satın aldınız Amazon Store'dan, bazı cümlelerin kaç kişi tarafından altının çizildiğini görebiliyorsunuz. Benim çok hoşuma gitti bu özellik. İstemezseniz kapatabiliyorsunuz da. Birçok kitabı satın almadan önce Amazon'un Kindle'ınıza 'sample' yani kısa bir örnek göndermesini isteyebiliyorsunuz. Ben mesela dün Birdget Jones serisinin yeni çıkan kitabının sample'ını okuyordum. Kitap satın almadan önce bir göz atmak için iyi bir uygulama. Kitapçıya gidip kitapları açıp rastgele birkaç sayfa okumak gibi bir bakıma. Bazı yayınevleri kitaplarının Kindle kullanıcıları arasında ödünç verilmesi imkanını tanıyor. Diyelim arkadaşım Ayşe de ben de Kindle kullanıcısıyız. Ben Ayşe'nin kitaplığından X kitabını ödünç alıyorum, hop benim Kindle'ıma yükleniyor kitap. Süre 14 gün. 14 gün boyunca Ayşe o kitaba ulaşamıyor, ben okuyorum. 14 gün sonra kitap beni kitaplığımdan siliniyor, Ayşe'nin Kindle'ına geri yükleniyor. Bunu hiç denemedim ama kulağa epey ilginç geldiği kesin. Şarjı ise gerçekten çok çok uzun süre dayanyor. Hele kablosuz bir ağdan internete bağlanmıyorsanız çok sık, şarjı haftalarca yetebiliyor.

Kindle'ın eksileri: Kindle Türkiye'de ne kadar çalışıyor, tüm özellikleri aktif olarak kullanılabiliyor mu açıkçası pek emin değilim. Ama sanki bazı sorunlar olduğunu duyduğumu hatırlıyorum. Bu konuda benden daha bilgili olanlar yorum bırakabilirlerse sevinirim. Her neyse, gelelim diğer eksilere. Tablet bilgisayarlar gibi bir aydınlatma sistemi yok. Yani karanlıkta okumanız mümkün değil. Ben çözüm olarak kılıfına iliştirdiğim minik aydınlatma ile buldum. Yukarıda gördüğünüz kırmızı minik fener. Bunlardan Türkiye'de de çeşit çeşit satılıyor. Bu arada Kindle alacak olursanız açık renkli bir kılıf almamanızı tavsiye ederim. Ben benimkinin desenine aldanıp aldım ama çantalarda oradan buraya giderken epey kirleniyor. Silinebilen bir kumaş olmasına rağmen daha koyu renkli bir şey alsam daha mutlu olurdum sanırım. Elbette daha eksileri vardır ama şu an için benim aklıma gelmedi sanırım. Hah şey var, bi klavyesi olmadığı için diyelim bir sayfaya not almak istiyorsunuz, o zaman sağ-sol-alt-üst tuşlarıyla harfleri seçerek yazmanız gerekiyor ve bu epey zaman alabiliyor. Ancak dediğim gibi, daha ileri modeller dokunmatik olduğundan böyle bir sorunları yoktur.  Ve elbette en büyük eksisi okduğunuz şeyin sayfalarına dokunamıyor oluşunuz. Ortada bir kitap olmaması daha doğrusu. Bu fikre alışmak biraz zaman alabiliyor (:

Sonuç: Kindle dünyada en çok satılan e-kitap okuyucusu. Ben de birçok kişi gibi önyargılar ve kafamda sorularla aldım. İlk bir iki hafta çok da kolay kullanabildiğimi söyleyemem. Ancak şu an gayet iyi anlaşıyoruz. Orada burada, metroda otobüste çantamdan çıkarıp okumaya başladım bile. Zaten buralarda çok çok yaygın. Demem o ki, beklediğim kadar garipseyeceğim ve alışamayacağım bir şey olmadı Kindle. Hatta epey sevdim bile denebilir.

Not: Kindle aldıktan sonra bile el alışkanlığı olsa gerek, hala kitap satın alıyorum. Sonra eve gelip bir bakıyorum aslında benim bir kindleım varmış. Sevinsem mi üzülsem mi bilemiyorum. Şu an ortada bir yerlerdeyim. Ders çalışırken elimde Kindle var ama keyif okumalarımı galiba hala bildiğimiz eski usül kitaplardan yapıyorum (:

Kindle modellerine şuradan bakabilirsiniz (site İngilizce) 
Şuradan ise Amazon Store'da şu an satışta bulunan e-kitaplara bakabilirsiniz

Benim diyeceklerim bu kadar.


21 Ekim 2013 Pazartesi

Witches of East End


Okunası Cadılı Kitaplar listesinden sonra bu diziden bahsetmemek olmazdı. Popüler kültürde cadı imgesinin sıklıkla kullanıldığı malum. Ancak 90'lı yıllardaki kadar gündemde olmadığını da söylemekte fayda var sanırım. Geçen gün internet semalarında dolanırken karşıma bu dizi çıktı. Baktım, sevdim. 

Bu ay yayınlanmaya başlayan dizinin henüz üç bölümü var, dördüncü bölüm 27 Ekim'de yayınlanacak. Esasında Melissa de le Cruz tarafından yazılmış bir roman serisine dayanıyor hikaye. Başrollerde ise Julie Ormond, Jenna-Dewan-Tatum, Rachel Boston ve Madchen Amick var. Ben galiba en çok pek beğendiğim Julie Ormond için izliyorum bu diziyi (yukarıdaki fotoğrafta sağdan ikinci). 

Konusu nedir derseniz, şöyle: Joanna Beauchamp cadı anne. Yirmili yaşlarda da iki kızı var, Ingrid ve Freya. Joanna her cadı gibi yüzyıllardır yaşamakta, bu süre içerisinde de kızlarınının ölümüne defalarca şahit olmuş. Onun laneti, dünyaya sürekli ölümlerini göreceği kız çocuklar getirmek. Bu acı bir yerde canına tak edince de, Freya ve Ingrid'e cadı olduklarını söylemez, böylelikle onları koruyacağına inanır. Bir bakıma da öyle olur, kızlar yirmili yaşlarına sapa sağlim gelirler. Ancak her hikayede olduğu gibi, bu sıradan ve süt liman hayat Joanna'dan intikam almak isteyen, onun kılığında etrafa dehşet saçan bir başka cadının hayatlarına dahil olmasıyla pattadanak bozulur. Kızlar cadı olduklarını öğrenirler, pek acayip cadı teyze olaya dahil olur ve olaylar birbirini izler.

Dizi hem beğenilmiş, hem de biraz sıradan bulunmuş. IMDb puanı ise 7.2/10. Benim fikrimse, eğer cadı hikayeleri hoşunuza gidiyorsa ve en son izlediğiniz cadılı dizi bundan 10 yıl geride kaldıysa deneyebilirsiniz. Dizi yorumlarında dikkat ettiğim ve sizin için de belki önemli olabileceğini düşündüğüm noktalar var: Şiddet dozu çok yüksek olmasa da işe kötü cadılar dahil olduğunda sinirler biraz gerilebiliyor. Cinsellik şu an için birkaç öpüşmeden ibaret. Argo ise yok gibi gibi. Eğer bu konularda duyarlılıklarınız varsa, ilk bölüme bir göz atıp sonrasında devam edip etmemeye karar verebilirsiniz belki.

Dizinin IMDb sayfası şurada
Ben bu yazının çoğunda şu Wiki sayfasından yardım aldım (İngilizce)
Fragman benzeri bir şey izlemek isterseniz de şuradan

Severseniz, iyi seyirler (:

20 Ekim 2013 Pazar

Londra'da Hafta Sonu, #2


Bugün epey geç kalktım. Hava kapalı, kalın perdeler de çekili olduğundan öğlene doğru uyandığımda güneşli bir Londra Pazar'ına uyandığımdan habersizdim. Açıkçası bugün için de bir planım yoktu. Odada kalıp, ders çalışmayı planlıyordum ama sonra aklıma blog geldi, Londra'da Hafta Sonu serisi geldi. Ve bir kez daha size dağınık çalışma masamın fotoğrafını anlatamazdım. Bu yüzden fotoğraf makinemi alıp dışarı çıktım. Kendi mahallemde dolanır, ilginç yerlerin fotoğrafını çeker ve sonra blogda onları anlatırım derken arkadaşımdan telefon geldi. Borough Market'taki Elma Festivali'ne gitmeye karar verdik!


Borough Market zaten başlı başına şahane bir yer. Bir köşesinde yer alan Elma Festivali ise ortamı daha da şenlendirmişti. Yıllık elma hasadının kutlandığı bu etkinlik uzun yıllardır devam ediyor. Turistlerin de epey ilgisini çekiyor elbette. Öncelikle festivalin açılışını haber veren yürüyüş başladı. İnsanlar geleneksel kıyafetler ve elma hasadını temsil eden çelenklerle yürümeye başladılar. Büyük bir coşku hakimdi diyebilirim (: Biz o sırada henüz bir kafede kahvaltımızı ediyorduk, hemen kalktık, standların olduğu tarafa gittik. Açıkçası beklediğimden çok daha küçük bir alan ayrılmıştı ama yine de her şey çok samimi ve sevimliydi. Yirmiye yakın elma çeşidi vardı. Daha önce hiç görmediğim, üzüm tanesi büyüklüğünde elmalar bile vardı. Tadım serbestti. Sonra bir köşede elmalı yemekler pişiren bir aşçı vardı. Tarifler broşür şeklinde hazırlanmıştı, elbette aldım. Diğer köşede çocuklar için bir alan oluşturulmuştu. Gerçeği aratmayan yapma ağaçlara, elma şeklinde hazırlanmış kartlara dileklerini yazıp asıyorlardı. Festivalin en eğlenceli kısmı ise kesinlikle geleneksel danslarını sergileyen , ayaklarında ziller asılı olan amcalardı. Yer yer nefes nefee kalmış olsalar da, performansları herkesi epey etkiledi. Bana oldukça yeni olan bu ortamda bu kadar eğleneceğimi, kendimi dahil hissedeceğimi hiç sanmıyordum. Ama öyle oldu, çok güzeldi. 


Londra havası malum, festival üstü kapalı bir alanda gerçekleşti. Zaten ben alandan çıktıktan sonra şimşekli, gök gürültülü yağmur yağmaa başladı bile. Ben iki saate yakın vakit geçirdim festival alanında. Tahminen gün boyu farklı etkinlikler, yarışmalar düzenlenmiştir. Yukarıda sepette gördüğünüz elmalar içinde, sol ön taraftaki en küçük elmalardan tattım. Pek tatlıydı, ağızda pek de alışkın olmadığım bir şeker tadı bırakıyordu. Asıl ilginç elma ise sanırım sağ üst köşedeki kırmızı elmalardı. O kadar garip bir tatlı-ekşiliği vardı ki, yedikten sonra birkaç saniye ağzımı toparlayamadım. Elma satışı var mıydı emin değilim ama benim gözüme çarpmadı. Belki ayrı bir alanda beğendiğiniz elmaları satın alabiliyordunuz.


Elma Festivali işte böyleydi. Ben iyi vakit geçirdim, insanların eğlendiğini gördüm. En çok da insanların içlerinden geldiği gibi dans etmeleri, 'elma' gibi günlük ve bir bakıma basit bir şey hakkında konuşmaları, birbirleriyle bildiklerini paylaşmaları çok hoşuma gitti. Bir de hasadı kutlamak özünde çok güzel bir şey değil mi? Bence öyle. Doğaya karşı minnettarlığı göstermek pek hoş. Umarım siz de görmüş kadar olmuşsunuzdur. Şimdi dolaptan güzel bir elma çıkarıp yemenin tam vakti (:

19 Ekim 2013 Cumartesi

Blogda kaybolmamanız için

Sağ taraftaki linkleri düzenledim. Bugüne kadar blogda yer almış yazılara istediğiniz linke tıklayıp ulaşabilirsiniz. Nasıl yapsam nasıl yapsam diye düşünürken aklıma pek çok sevdiğim Kediler ve Kitaplar blogu geldi, onlardan kopya çektim. Umarım işinize yarar.

İyi eğlenceler (:

"Ders çalışırken çok sıkılıyorum" diyenlere öneriler

Temsili çalışırken fenalık geçiren insan resmi image

Son zamanlarda şöyle mailleri sık alır oldum. 

"Sevgili Okuyan Kedi, blogunu çok seviyorum, ama ben çalışırken çok sıkılıyorum, ne önerirsin?"


Tabii ki de tam olarak böyle mailler değil ancak anlatılmak isteneni anladınız sanırım. Her neyse çalışma işi çok kişisel bir şey; yöntemleri, taktikleri hep alışkanlıklarımıza bağlı olarak şekilleniyor. Birazdan okuyacağınız liste de uzun yıllardır kendim için uyguladığım taktiklerden bazıları. Tahminen oradan buradan duydum, arkadaşlarımdan gördüm ve benimsedim. Kendi yarattığım orijinal fikirler değil. Çok da orijinal değiller zaten (: Listedeki maddelerden bazıları direkt ders çalışma yöntemleri ile ilgili, kimileri de ders çalışırken can sıkıntısını gidermeye dair. Kendinize göre oynamalar yapabilirseniz ve faydalanırsanız ne mutlu bana. Bu arada siz de kendi taktiklerinizi yorum olarak paylaşırsanız çok çok sevinirim. Bir de, eğer bu çalışma taktikleri listesi işinize yararsa, sözel bölümler gibi sürekli uzun metinler okumak zorunda olanlarımızın epey faydalanacaklarını düşündüğüm 'Etkili Okuma Taktikleri' gibi bir şey de hazırlayabilirim. Kendimi çok profesyonel hissettim şu an (:

  1. Artık hepimiz farkındayız sanırım, saatlerce masadan kalkmadan, hiç ara vermeden çalışmanın kimseye faydası yok. Onun yerine sık sık kısa aralar vermek hem dinlenmemizi sağlıyor hem de nefes aldırıyor. Yazın şurada Pomodoro Tekniği'nden bahsetmiştim. Hemen oraya bir bakın bakalım. Ben gerçekten çok faydasını gördüm bu tekniğin, 20 dakikalık çalışma süreleri garip bir hız ve verim kazandırıyor bana.
  2. Liste yapın ama çok çok uzun listeler yapmayın bence. Yaparken çok planlı programlı olduğunuz hissini yaşatsa da aslında içten içe o uzun listeler gözünüzü korkutabilir. Demem o ki, minik minik hedefler koyun önünüze. Tamamladıkça da bir sonraki adıma geçin.
  3. Kabul etmemiz gereken bir diğer şey ise her günün aynı verimlilikte geçmeyeceği. Belki fizyolojik sebepler, belki de güzel havalar bazen kendimizi çok da çalışmaya hazır hissetmememize neden olabilir. Öyle günlerde kendinizi gereksiz zorlayıp moralinizi bozmak yerine çok çok basit hedefler koyun kendinize. Mesela o gün sadece bir sayfa okuyun ya da dersle ilgili hiçbir şey yapmayın. Ertesi gün garip bir şekilde yenilenmiş ve çalışmaya hazır hissedeceksiniz kendinizi.
  4. Masa başında geçirdiğimiz her an çalışıyor değiliz, kabullenelim. Hele bir de önümüzdeki bilgisayar, telefon vs. varsa, sandığımızdan çok daha fazla vakit gidiyor ders dışı etkinliklere. Mesela bugün şeyi öğrendim, bir insan ömrü boyunca ortalama 50 saatini rüya görerek geçiriyormuş. Çok uzun değil mi? Hani biri kalkıp hesaplasa, dese ki bir öğrenci çalıştığı sürenin X saat kadarını ders çalışır gibi görünürken aslında ders dışı şeylere ayırıyor, bence yine bizi epey şaşırtacak bir sonuç çıkar. Yani, masanız, çalışma odanız ya da odanızın bir bölümü sadece çalışmaya ayrılmış olsun. Kendinize ait bir odanız yoksa, evin ders çalışmaya müsait bir kısmı sizin ders çalışma alanınız olsun günün belli saatlerinde. Orada kitap okumayın, oje sürmeyin, çiğdem çitlemeyin. O alana geçtiğinizde sadece ders çalışıldığını bilirseniz bence dikkatiniz daha zor dağılır, hem de verimsiz saatler geçirmezsiniz boş yere.
  5. Ders çalışırken can sıkıntısının en önemli sebeplerinden biri çok da bilmediğimiz, anlamakta zorlandığımız konuları çalışmak. Anlamadıkça sıkılıyoruz, sıkıldıkça anlayamıyoruz. Bu konuda önerim, can sıkıntısının en büyük kaynağını ortadan kaldırmaya yönelik: zorlandığınız konuların üstüne gidin. Konuyu sizden daha iyi anladığını düşündüğünüz kişilerden yardım isteyin, ek kaynaklara bakın... Zorlandığınız konuları görmezden gelerek ilerlemeniz biraz zor gibi gibi. Bu yüzden çok da vakit kaybetmeden, yıl ilerledikçe yeni yeni konular ortaya çıkmadan temel eksiklerinizi gidermeye bakın.
  6. Çalışırken müzik dinlemenin size faydası mı yoksa zararı mı var karar verin. Çok basit gibi görünüyor ama bence epey önemli. Gördüğüm kadarıyla çoğu insan artık müzik dinleyerek çalışıyor. Ben de bunu gördükçe, benim neyim eksik ben de yaparım diyorum ama sonuç tam bir hüsran oluyor. Elbette bu da kişiden kişiye değişir ama ben kesinlikle yapamıyorum, dikkatim dağılıyor. Müzik hemen dersin önüne geçiveriyor. Siz de müzikli ders işine iyice kendinizi alıştırmadan bir karar verin, dikkatiniz mi dağılıyor yoksa veriminiz mi artıyor? Eğer sizin daha iyi odaklanmanızı sağlıyorsa ki son derece olası, o zaman çok şanslısınız, müzikli ders çalışmalara devam.
  7. Çalışma mekanımı sıklıkla değiştiririm ve bu galiba en sevdiğim, en işime yarayan taktiklerden biri, can sıkıntısına da birebir. Eğer yapabiliyorsanız, dikkatiniz dağılmıyorsa dışarıda bir yerlerde çalışın, hava güzelse parkta, bahçede çalışın. Yer değişiklikleri benim moralimi epey düzelttiğinden çalışma isteğimi de arttırıyor.
  8. Bu hafta seminer benzeri bir şeye gittim ve çok ilginç bir şey söylediler orada. Hani mesela bazen bir ders için makale (essay) yazmanız istenir (üniversite öğrencileri için daha çok geçerli sanırım bu). Pata küte yazmaya başlayamayacağınızdan önce bir şema belirlersiniz. Ama işte o ilk adımı atmak o kadar zordur ki, yaşayan bilir. Seminer benzeri şeyde konuşan adam şöyle anlattı. "Önce beyaz bir kağıt alın. Üstüne hiçbir şey yazmadan buruşturup çöpe atın. Sonra çöpten alın, açın ve üstüne yazmaya başlayın. Tertemiz, bembeyaz bir sayfa olmadığınan artık sizin gözünüzü korkutamaz" İlk başta biraz garip gelsiyse de kulağa sonradan işin özünü anladım: Ders konusunda ilk adımı atmak her zaman cesaret istiyor. Mesela uzun süredir anlayamadığınız bir konuyu tekrar çalışmak, deneme sınavlarındaki yanlışlarınıza geri dönmek... Galiba bunların normal şeyler olduğunu, her şeyi mükemmel bir şekilde bilemeyeceğimizi kabul edersek ama aynı zamanda çabalarsak işler yoluna girebilir.
  9. Yazı yazmayı pek sevmeyebilirsiniz, ama sık sık not almak (dersi dinlerken, kendiniz çalışırken) size çok yardımcı olur. Tabii bir de hepimizin hafızası sandığımızdan çok çok daha zayıf. Yok ben unutmam demeyin, beni dinleyin. Ben zaten kağıt-kalemi, yazı işlerini çok sevidiğimden kolaylıkla uyguluyorum bu taktiği. Siz de bir başlarsanız, kısa zaman içinde alışırsınız gibime geliyor. Mesele diyelim bir sınavda yanlış yaptığınız soru var, defterinize tahminen doğru çözümü not edersiniz. Ama o çözümün yanına bir de kendi cümlelerinizle kendinize uyarılar yazın. Hani ciddi cümleler olmak zorunda değil, minik hatırlatıcılar gibi düşünün. 
  10. Faydalı geçen bir çalışma gününden sonra kendinizi ödüllendirin. Ödül size kalmış.
  11. Post-itler, küçük kartlar, fosforlu kalemler... Çalışırken kırtasiye dünyasının size sunduğu nimetlerden faydalanın. 
  12. Derse ara vermek için yemeği bir bahane olarak kullanmayın. Bu konuda çok ciddiyim. Kilo almak bir yana, sağlınız için gerçekten hiç de iyi değil. Neden yapıyoruz peki bunu? Çünkü ders çalışırken herkesin canı sıkılıyor. "Of canım sıkıldı, azıcık dolaşayım evin içinde" çok mantıklı gelmiyor ve yeterince oyalayıcı değil. Ama aç değilsek bile kalkıp dolaptan bir şeyler almak, onları pişirmek ya da ısıtmak, sonra yemeğimizi yerken bir şeyler izlemek çok cazip geliyor. Aman dikkat edin!
  13. Arkadaşlarınızla beraber çalışın. Tabii bu epey kritik bir karar. Ders çalışma bahanesiyle bir araya gelip "Ay saatler de ne hızlı akıp gitmiş yahu" derken bulmayın kendinizi sonra. Mesela ben pek yapamıyorum bu işi, illa bir muhabbet açıyorum sonra da şakalar komiklikler geliyor. Ama yapabilen insanlar kesinlikle öneriyor. Belki şunlara dikkat edebilirisiniz: Mesela en yakın arkadaşlarınızla çalışmak zorunda değilsiniz, çalışabiliyorsanız ne mutlu. Çalışma stilinizin benzer olduğu insanlarla tahminen daha uyumlu çalışırsınız. Mesela bir buluşma günü belirleyin, o güne kadar herkes bir bölümü çalışsın. Buluşma gününde de konular sırayla anlatılsın. Eğer soru çözmeniz gerekiyorsa sonrasında da belki ona geçebilirsiniz. Demem o ki, grup çalışması hakkı verilerek yapıldığında çok çok iyi sonuçlar veriyor, yapılamadığında da çok keyifli, bol kahkahalı geçmiş saatlerden ibaret oluyor.
  14. Çalışırken anlamadığınız, tam kavrayamadığınız yerleri ke-sin-lik-le atlamayın. Yanınızda bir not defteri bulundurun ve oraya not alın. O anlamadığınız yerler yerine oturmadıkça içiniz rahat etmesin. Açıkçası ben bir konuyu ne zaman anlamayıp, "amaan çok da önemli bir şey değil gibi" dediysem pat diye sınavda karşıma çıktı. İşin fenası bazen de o anlamadığım yer yüzünden sonraki konularda da bir şeyler hep eksik kaldı.
  15. Bir diğer öğrenci kendini kandırması da sanırım iyi bildiğimiz ya da sevdiğimiz konulara daha çok vakit ayırmamız, daha çok çalışmamız. Ben bunu lisede çok yapardım. Sözel derslerim daha iyiydi, durup dururken ve hatta ertesi gün geometri sınavım varken kalkar tarih çalışırdım. Bunu yapmayın kesinlikle. Can sıkıntısından kaçmak için o gün yapmanız gerekenleri unutmayın. Böyle geçici bir çözüm yerine, canınızı sıkan konuların neden canınızı sıktığını anlamaya çalışın. İnsan doğası gereği zor olandan kaçıyor. Bilmediğiniz, zorlandığınız konuların üstüne giderseniz zamanla onlara da alışırsınız ve belki seversiniz de.
  16. Ve son olarak, moralinizin çabuk bozulmasına izin vermeyin. Hop diye bozulmasına izin verirseniz, bugüne kadarki çabalarınızın, emeklerinizin ve yorulmalarınızın da anlamı kalmaz.
Herkese iyi dersler (:

17 Ekim 2013 Perşembe

Paper Mate 'tükenmez' kurşun kalem

Gece çektiğim fotoğrafları hiç sevmiyorum

Kırtasiye severler, "Nerede kalem-kağıt yazıları?" demeye başlayınca bu kısa yazıyı yayınlamak şart oldu (:

Türkiye'de pek de karşıma çıkmayan, yaklaşık 8 sene önce İngiltere'ye geldiğimde bulduğum ve çok sevdiğim, yıllar sonra tekrar kavuştuğum 'tükenmez' kurşun kalemlerden bahsetmek istiyorum. Paper Mate'in uzun yıllardır piyasada bulunan bu kalemlerinin özelliği, tek kullanımlık olmaları. Uzaktan uçlu kalem gibi görünüyor, esasında öyle. Ancak siz içine uç koyamıyorsunuz. Kalemin halihazırda içinde bulunan ucu, kalemin siyah uç tarafını çevirerek çıkarıyorsunuz. Ama uç bizim bildiğimiz uçlar gibi kısa değil, neredeyse kalem boyunda. Uç  bitince kalem de bitiyor, çöpe yollanıyor. Kulağa nasıl geliyor bilmiyorum ben epey seviyorum. Bir de içindeki uçlar ele, kağıda o klasik kurşun kalem lekesini bırakmıyorlar.

Ben onlu paketi galiba 3 pounda aldım, yani tanesi bir liraya yakın geliyor. 0.5, 0.7 ve 0.9 seçenekleri var. Bir kalem ise bana 2-3 hafta yetiyor ki ben sürekli yazı yazan biriyim. Ha bir de, uçlar ne hikmetse kesinlikle kırılmıyor. Bana çok kullanışlı gelen bu kalem karşınıza çıkarsa bir bakın derim. 

16 Ekim 2013 Çarşamba

İzmir'de Mutlaka Gidilmesi Gereken Yerler Listesi


Ben bu listeyi yazın hazrılamıştım aslında, erkek arkadaşımın İzmir'e beni ziyarete gelme ihtimali vardı. Pek kısmet olmadı, geriye bu liste kaldı. Herkesin 'İzmir'de mutlaka görülmeli' listesi farklıdır. Listede yer almayan bir yer görülmeyi pek de hak etmiyor değildir kesinlikle. Benim listemdekiler de kişisel deneyimlerden yola çıkarak yerlerini buldular. Belki siz de yorum bırakarak bu listeyi zenginleştirmek istersiniz?
Eğer bayram tatilinde evdeyseniz ama belki 1-2 günlüğüne İzmir'e gidilebilir diyorsanız belki bu liste işinize yarayabilir. 
Fotoğraftaki gevreği de canım çekmedi değil.

15 Ekim 2013 Salı

Epilepsi ile yaşamak

Bir süredir yakın arkadaşlarımla (blog yazdığımı bilen toplamda 4 kişi var zaten) farklı konularda söyleşiler gerçekleştiriyiroum. Sırada Dinleyen Mikrofon var. Sahip olduğum ilk arkadaşlardan biridir o aynı zamanda psikoloji mezunu, sağlık sosyolojisiyle yakından ilgili. Ve aynı zamanda dünyadaki en güzel kıvırcık saçların sahibi. Konumuz ise kronik hastalıkla yaşamak. Bir süredir epilepsi ile yaşayan Dinleyen Mikrofon benim sorularımı yanıtladı. Umuyoruz kronik bir hastalıktan muzdarip kişilere moral, benim gibi hastalık hastalarına da işlerin aslında sandığımız kadar karışık, üzücü ve yıkıcı olmadığını göstermek için bir vesile olur. Sorularınızı yorum olarak bırakırsanız, Dinleyen Mikrofon sever seve yanıtlayacaktır.

Okuyan Kedi: Selam, nasılsın, ilk söyleşimiz, nasıl hissediyorsun (:

Dinleyen Mikrofon: Vallahi gayet heyecanlıyım doğrusu, çünkü ne kadar söyleşilere bol bol katılmış olsam da -- yazılı söyleşiler o sırada "dinleyiciler" tarafından bol bol okunabileceği için daha çok dikkat etmem gerekiyormuş gibi hissediyorum. Sorularına elimden geldiğince doğru cevaplar vermeye çalışacağım. Tabir-ii caizse, sürç-i lisan olursa affola :)

OK: Olur mu öyle şey, emin ol bu blogun izleyicileri son derece sevimli insanlar. Ee nasıl geçiyor günler? Amerika'dan yeni döndün şehrine, İzmir'e.

DM: Değişik geçiyor tabii ki! Yemekler kıyaslanamaz bile, midem bayram ediyor :) Annem ve babamla uzun zamandır bu kadar çok vakit geçirememiştim. Tabiki çocukluğunun geçtiği mahallenin sokaklarının, cafelerinin, ağaçlarının, çirkin apartmanlarının verdiği aşinalık insanı rahatlatıyor. Ama özlüyorum orada sahip olduğum bağımsız hissettiren hayatımı :)

OK: Hep öyle oluyor galiba. İnsan kendisine en garip gelen şeylere bile kolaylıkla uyum sağlıyor, üniversite için 18 yıllık hayatının geçtiği şehirden, evden ayrılmak gibi. Sonra 4-5 sene içinde gittiği o "yeni" yeri öyle bir benimsiyor ki, bu sefer eskiye dönmek ayrı bir macera oluyor. Galiba bizimkine benzer üniversite deneyimine sahip herkes ne demek istediğimizi anlayacaktır. Neyse ama, aile güzeldir, ev sıcaktır (: İstersen geçelim bugünkü söyleşi konumuza?

DM: Geçelim tabi!! :)

OK: Bugünkü konumuz epilepsi ama sadece epilepsiden bahsetmeyeceğiz gibi gibi. Kronik bir hastalıkla yaşamak nedir, kişi kendisini nasıl hisseder, yakın çevresine neler olur... Tüm bunları merak ediyorum ben. Bir de bunu seninle konuşmak ayrıca ilginç çünkü sen artık "sağlık çalışmaları" ile profesyonel bir biçimde ilgileniyorsun. İstersen önce epilepsi deneyimini anlat bize, sonra da sağlık sosyolojisi ve temelde "hasta olma" kavramıyla ilgilenmeye başlama serüveninden bahsedelim?

DM: Kendi deneyimim bir çok insanın deneyiminden çok farklı. İstatistiklerle başlayalım istersen. Bulduğum verilere göre, Türkiye'de yaklaşık bir milyon epilepsi tanısı olan birey var. Bu da demek ki Türkiye'de her 74 kişiden biri epilepsi hastası. En enteresan kısmı da, bir çok hastalığın aksine, epilepsi bir etnik, ırksal veya sosyoekonomik bir geçmişe bakmaksızın, herhangi bir insanda olabiliyor. Kısacası, sizin tanıdığınız bir insan epilepsi hastası olabilir. Bunu bilmemenizin temel sebebi de epilepsinin bir çok toplumda, Türkiye'de de, belirli bir sosyal stigma yani utanç verici bir hastalık olarak görülmesidir. Ben şahsen çok şanslıyım, çünkü geçirdiğim nöbetler gece olduğu için, sadece geceleyin benimle aynı ortamda - evde - olan insanlar benim nöbet geçirdiğimi gördü. Bu nedenle sokakta, markette, barda, kafe'de nöbet geçirmediğim için ailem epilepsi hastası olduğumu benim adıma sakladı. Ne bir dedikodu çıktı, ne de damgalandım. Yakın arkadaşlarım neden ilaç içtiğimi bilirdi, fakat ailem benim damgalanacağımdan korktuğu için her zaman benim bunu saklamamı temenni ettiler. Ben de küçük olduğum için bunu kabul ettim ve her zaman sorulduğunda "bayıldım" dedim, "nöbet geçirdim" demek yerine. Böylece hiç bir zaman "o epilepsisi olan kız" ya da "sara hastalığı olan kız" olmadım. Diğer özelliklerimde öne çıktım, hastalığımla değil. Fakat tabiki denizde tek başıma çok uzaklaşmamak, çok yanlız bırakılmamak, uyuma ve uyanma saatlerimin daha çok uygulanması ve ailemin tedirginliği gibi hayatımı kısıtlayan yenilikler beni çok sıktı. Haliyle epilepsi, ne kadar toplumdan saklasam da, benim kimliğimin merkezine oturdu. Sonuç olarak üniversite'de "Bilim, Teknoloji ve Tıp Sosyolojisi" dersimde ödev olarak bir kronik hastalığı olan bir arkadaşımla ropörtaj yapıp, sonra onu yazılı halde, sosyolojik bir çerçeveye oturtmamla başladı ilgim. Epilepsi araştırması yapmış olan pröfesörümden randevu alıp ofisine bir heyecanla gittim, ve "ben epilepsi ile yaşama deneyiminin sosyo-psikolojik ve kültürel yönlerini incelemek istiyorum!" dedim. Profesörüm heyecanımı çok iyi karşıladı, ve beni bu konuda çok araştırma yapmış başka bir profesöre yönlendirdi. Ertesi sene bunun hakkında bir araştırma yaptım ve bu bulgularımı yazmaktan çok keyif aldım. Tabii ki araştırmamın en keyifli kısmı ropörtaj sorularına karar vermek ve 45 dakika ile bir buçuk saat arasında süren ropörtajları yapmak, insanların hikayelerini dinlemekti. Beni çok etkiledi ve bu araştırmalara devam etmek istiyorum!

OK: Tabir-i caizse, artık bu işin okulunu okumuş biri olarak şu anki yaklaşımın çok mantıklı, konu hakkındaki bilgin muhteşem. Peki sen hastalığınla ilk yüzleştiğinde ne hissettin, kaç yaşındaydın? Bundan sonra epilepsi ile yaşayacak olmanın getireceği olası farklılıları zaman içinde mi kavradın? Ben çok korkarım hastalıktan, hasta olmaktan. Grip olunca bile öleceğimi düşünürüm. Ailemin küçüklüğümden beri üstüme fazla düşmesi, aşırı evhamlı olmalarının bu halime sebep olduğunu düşünüyorum. Bugüne kadar ciddi bir sağlık sorunu yaşamadım. Ama bilinmez, günün birinde böyle bir şeyle karşılaşsam metanetle karşılayacağımdan emin değilim. Belki şu an bu söyleşiyi okuyanlar da merak ediyorlardır, her zaman bu olgunlukla mı yaklaştın, hiç yer yer o klasik "neden ben" sorusunu sordun mu? Epilepsi bildiğim kadarıyla dikkat edildiği taktirde beraber yaşanabilecek bir hastalık. Senin düşüncelerin ne bu konuda?

DM: Çok sordum o soruyu, özellikle 14 yaşımda tanı koyulmasının, yani tam ergenlik döneminde tanı koyulmasının sonucu bence bu. 18 yaşımda Amerika'da okula başladığım anda okulun en zor derslerinden, Bilişsel Nöröloji dersini almamı da epilepsim olmasına bağlıyorum. Aklım vücudumun peşinden gitti bir bakıma. Fakat bence beni en çok hırpalayan ailemin benim üzerime bu kadar düşmesi, beni kısıtlaması, benim onlar için vicdanlarında bir zaaf haline gelmem oldu. Bunu kaldırmakta zorlandım. Hep bağımsız, kendi kendine yetebilen birisi olmak istemişimdir. Başkalarının sözünü dinlemek zorunda kalmak, sürekli içtiğim içki sayısının, uyuduğum saat sayısının sorulması, "ilacını içtin mi?" diye darlanmam beni çok zorladı. Açıkçası, en karışık durum da, ben nöbetin öncesini ve sonrasını ve olduğu zamanı hatırlamadığım için ailemin psikolojik travmasına anlam veremedim. Bence ailecek psikolojik yardıma ihtiyacımız vardı, fakat kimse bizi yönlendirmediği için bunu o anda göremedik. Kariyerimin başarısını da buna bağlıyorum. Kronik hastalık psikologluğu diye bir alan açılmasını ve bunun hastanelerde bedavaya bir hizmet olarak sunulması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü kalp hastası da olsan, diyabet tanısı da koyulsa, kanser de olsan ailen ve senin için bir psikolojik değişim, bir yaşam tarzı değişimi ve bir sosyal hayat travması bile söz konusu. Hastalığı bir kenara bırakın, onun hayatınıza getirdiği değişiklikleri kabullenmeniz ve anlamanız için tıp dünyasının bir adım yanında fakat o kendisini insan psikolojisinden soyutlayıp fizyolojisine konsantre eden düşünce tarzından uzak insanlara ihtiyacımız var. Ben bunun eksikliğini kesinlikle hissettim, ve eğer duygularımı anlatacağım, benimle duygusal bağı olmayan bir X kişisiyle güvenli bir ortamda konuşma olanağı bulsaydım eminim çok daha kolay bir dönem geçirir ve "neden ben" sorusunu dinde, spiritüellikte veya falda aramak yerine, mantıklı bir şekilde hayatıma sokabilirdim. Ama kısmet :) 

OK: Aile unsuru sanırım hastalıkta, sağlıkta, verdiğimiz kararlarda, vermediğimiz kararlarda kısacası her şeyde etken. Bazen onlar senden cevaplarla, açıklamalarla gelmeni talep ediyorlar. Kimi zaman da ortada böyle bir talep yokken bile içten içte hep bir şeyleri açıklama, anlatma çabası içinde oluyoruz. En azından durum benim için böyle. Peki şimdi nasıl hayatın, nelere dikkat etmen gerekiyor? Şunu da eklemezsem çatlarım. Epilepsi tanısı, hayatına girişi vs. tüm bunlar zorlu süreçler ama diğer yandan senin şu anda büyük heyecanla bahsedebildiğin bir çalışma konusu edinmene de sebep olmuş. Biraz anneanne tavrı takınıp, her şerde bir hayır vardır demekte bir sakınca görmüyorum (:


DM: Haha doğru söylüyorsun. Aslında herkesin kimliği ona bir gaye vermiyor mu? Benim şu andaki hayatım nasıl? Hemen cevap veriyorum! İlk olarak, her gün ilacımı alıyorum. Bu hem Bipolar 1 bozukluğu, hem de partial (beynin hepsinde değil, sadece bir kısmında olan) epilepsi hastalarına verilen bir ilaç. Yan etkisi çok minimal. Sadece çiğnemeli olanlar biraz çirkin bir tat bırakıyor ağızda. İkincisi, Her gün en az 8 saat uyuyorum, yoksa çok sağlıksız hissediyorum. Ancak kütüphanede sosyoloji ödevleri yaparken bunu görmezden gelebiliyorum :) Yoksa emin olun ki normal bir insanda bir parça daha etkiliyor beni uyku yoksunluğu. Bu yüzden buna dikkat ediyorum. Üç, içki ve/veya insanın algısını azaltan (inhibit) beyne etki eden tüm maddeler insanın beynini 'sakinleştirir'. Fakat etkileri bir anda ortadan kalkar, ve beyin bir anda nispeten 'daha hızlı' çalışmaya başlar. Bu yüzden beyinde normal üstü etkinlik olur, tabii ki göreceli olarak. Bu bir epileptik nöbet tetikleyebilir. Bu yüzden alkol aldığımda vücuduma iyi bakıyorum. Bol su içiyorum, çok fazla kaçırmamaya çalışıyorum (doğum günü partilerim hariç :) ) ve ilacımı kesinlikle almayı unutmuyorum! Dört, ailem artık benim beyin hakkında bütün ailemizin toplamından daha çok şey bildiğimin farkında, bu yüzden benim kendime iyi baktığıma inanmış durumdalar. Bu yüzden aile baskısı yok neredeyse, rahat bırakıldım artık :) Aklıma gelenler bu kadar.


OK: Söyleşiyi bu soruyla bitirelim o zaman. Hani kronik hastalığı olanlar, yeni öğrenenler, bir süredir hastalıkla yaşayanlar ilk olarak ne yapabilirler? Sormak istediğim, kişi ne yaparsa hastalık halihazırda var olan fizyolojik etkilerine ek olarak bir de psikolojik açıdan kişiyi yormaz? Ne yaparsak hastalık travmatik bir şey olmaktan çıkıp, bedenimize daha fazla dikkat edip, onu daha çok sevmemiz için bir sebebe dönüşür? 


DM: Bu soru aslında benim araştırmak istediğim hastalık sosyolojisinin bir katmanı. Hemen bir giriş yapayım. İngilizce bilenlere tanıdık gelecektir – hastalık hem “disease” hem de “illness”a karşılık geliyor İngilizce’de. Türkçe’de neden bu ayrım yok bilmiyorum fakat İngilizce’de bu ayrım literatürde şöyle açıklanıyor: Disease bilimsel olarak objektif bir terim, fakat illness toplum tarafından oluşturulan sosyolojik bir terim. Bilimsel bir gerçek, mesela hastalık sadece biyomedikal çerçevede olduğu gibi durmuyor- biz toplumda haliyle ona anlamlar katıyoruz ve kendimizce hastalıklar hakkında teoriler uyduruyoruz. Türk kültürünü ele alalım – “nazar değdi,” “soğuk aldı/ üşüttü,” “içine kötü ruhlar girdi” gibi örnekler söz konusu. İkinci olarak, hastalıkların etiketlerinin de bilimsel olan hastalık gerçeğinin sosyolojik boyutunda anlamları var. Mesela, genellikle, birinin insan ilişkilerinde başarısız olduğunu gözlemlemek farklı algılanıyor ve otistik spektrum’da olduğu farklı algılanıyor (benzer şeyler oldukları halde). Birinin bayılıp kısa bir süre kendini kaybetmesi farklı algılanıyor, absans (şuur kaybı) nöbetleri geçiren bir epilepsi hastası olması farklı algılanıyor. Üçüncü ve kişiye etkisinin önemli olduğunu bulduğum bir nokta daha ise hastalığa adapte olmak. Kronik olmayan, geçici hastalıklarda birey kısa bir süre boyunca ilaç içiyor, dinleniyor, hayat tarzını biraz değiştiriyor ve iyileşince eski alışkanlıklarına geri dönebiliyor. Fakat kronik hastalıklarda aktif bir terapi de olsa veya hafifleyen terapilerde olsa, kalıcı hayat tarzı değişiklikleri söz konusu: hayat boyu her gün ilaç içmek, kanseri yenmiş olsa da sürekli test yaptırmaya başlamak, diyabet için her an kan şekerini kontrol edip yediklerine çok fazla dikkat etmek gibi değişimler var. Sağlıklı olmak için biz, özellikle sağlığımızı kaybedince veya kaybetme tehlikesine sahip olunca sağlığımıza özen göstermek birden kıymete biniyor- ve yeni alışkanlıklarımıza farklı psikolojik anlamlarla adapte oluyoruz – ya kendi isteğimizle ya da ailemizden ve doktorumuzdan gelen baskılar yüzünden.
Soruna gelmeden çok fazla detay verdim ama şimdi sorunun cevabı için zemini hazırlamış oldum, şimdi daha elle tutulur bir cevap geliyor :)

Herkesin kendisine veya bir sevdiğine koyulan kronik hastalık tanısına psikolojik olarak ve hayat tarzı bağlamında adapte olma ve sosyal anlamlarının üstesinden gelme süreci farklı olacaktır tabiki. Bu sürecin travmatik olması, yani bir kişinin psikolojik dengesine zarar vermesi söz konusu olabilir. Benim daha öncede bahsettiğim gibi, bu konuda uzmanlaşan psikologlara ihtiyacımız olduğuna inanıyorum. Aynı zamanda toplumda negatif anlamları, yani sosyal stigması olan hastalıkların ne olduğunu topluma farklı yöntemlerle gerçekler ve mitlerin/efsaneleri ayırarak anlatılması da yararlı olacaktır (örnek: yaratıcı medya, sözlü bireyler arası bilgilendirme –şu anda benim yapmaya çalıştıgım bu-, sivil toplum örgütleri aracılığıyla). Özellikle medyada veya toplumda negatif mitlerin sosyal stigmaya çok etkisi olduğunu düşünüyorum. (Mesela epileptik nöbet deyince aklımıza Exorcist’ten bir sahne gelmesi çok doğal- fakat epilesinin cinlerle, perilerle, şeytanlarla falan bir ilgisi yok. Tamamen beyindeki elektrik dengesinin bir süre için anormal artmasından kaynaklanıyor.)

Son olarak, artık yarı gelişmiş ve gelişmiş ülkelerde kronik hastalık bulaşıcı hastalıkların azalmasıyla beraber hayatın bir gerçeği oldu. Eminim aklınızdan, ailenizde farklı yaşlardan 10 kişi düşünürseniz, onlarda en az 3-5 tanesinin bir kronik hastalığı olduğunun farkındasınızdır. Birbirimize nazik olduğumuz, önyargılarımızı azalttığımız ve birbirimize saygı duyduğumuz sürece birbirimize destek olmak da çok zor olmayacaktır bence. :) Bana istediğinizi sorabilirsiniz - gördüğünüz gibi bu konularda uzun bir süre yazabilir /konuşabilirim zevkle! Sevgiler ve Okuyan Kedi- bu söyleşi fırsatı için çoook teşekkürler! :)

OK: Bence şahane bir söyleşi oldu. Bu konularda bilgiliyimdir diye geçinen ben bile bazı şeyleri çok yanlış bildiğimi farkettim. Umalım bu söyleşi oralarda bir yerlerde bizi okuyanlara yardımcı olur, kendilerini daha iyi hissetmelerini saplar. Herkese sağlıklı günler dilerim, Dinleyen Mikrofon da diler. Ve son kez altını çizelim, bizi hastalıklardan çok umutsuz olmak yoruyor gibi. Tabii bir de, hastalıklar karşısında paniğe kapılmadan ve kişileri hastalıkları üzerinden tanımlamadan önce sonuçlarını düşünelim. Her gün meyve yemeyi de unutmayalım (:


Evden uzakta bayram kahvaltısı


Ben hala iyileşemedim sevgili günlük.

İçinizden annelik damarı kabaranların, "öyle 'besinsiz' şeyler yersen tabi iyileşemezsin" dediğini duyar gibiyim. Haklısınız. Bugün okula gitmedim. Hastalıktan mı yoksa bayram diye otomatik bir şekilde kendime tatil ettiğim için mi bilmiyorum. Bir de geç kalkınca marketin 'hamur işi' bölümünün çoktan yağmalandığını gördüm. Normalde de çok sağlıklı kahvaltılar yapmıyorum, genelde kruvasan arası kaşar yiyorum. Bu fotoğrafta gördüğünüz ise Alman pretzelının bir türü. Bizdeki açmanın daha serti ve biraz daha tuzlusu, daha az yağlısı gibi düşünebilirsiniz. 

Her evin bayram kahvaltısı gibi bizde de kahvaltılar dolu dolu geçer. Bu bayram kısmet böyleymiş. Kahvaltıya diyeceğim bir şey yok da, yanında şu kitabı okumak zorunda olmasaydım bari. 'Bugüne kadar yayınlanmış en eğlenceli ilk 1 milyon kitap' listesine giremeyeceği aşikar. Tek avuntum, hayatımda içmediğim kadar güzel çaylar içiyorum burada. Öyle sallama diye burun kıvırmayın hemen, ne kadar lezzetli olduğunu anlatamam.

Bu arada, çok çok iyi bayramlar dilerim!

13 Ekim 2013 Pazar

Londra'da Hafta Sonu, #1



Güzel bir Londra fotoğrafı bekliyordunuz biliyorum, ama maalesef bugün dışarı çıkacak gücü kendimde bulamadım.

Londra'ya geldiğimden beri koşuşturup duruyorum. Bir iki önceki yazıda da dediğim gibi, anca yerleşebildim, bloga da yeni yeni vakit ayırabiliyorum. Hafta içi genelde okul işleriyle geçip gidecek gibi görünüyor. Esas şehir turlarımı ise Cumartesi ve Pazar günlerine saklıyor olacağım. Ben de dedim ki, madem öyle ben de "Londra'da Hafta Sonu" diye yazmaya başlayayım, her hafta sonu yaptıklarımı fotğraflarla ekleyeyim. Eğlenceli olabilir gibi geldi, siz ne düşünürsünüz bilemedim. Bu Pazar başlamaya karar verdim.


Bugün felaket bir hava var. Çok yağmurlu, çok rüzgarlı, epey de soğuk. Sokakta pek insan yok. Zaten tahminen çoğu kişi Cumartesi gecesinin yorgunluğunu atamamıştır hala (Dün ilk defa Londra gecelerine şöyle ucundan bakayım dedim, epey hızlı, epey kalabalık, durmak bilmez gibi). Ben bir de her zamanki gibi, grip oldum. Hem de epey ateşlisinden. Tüm bunlara rağmen son iki üç gündür dinlenmek yerine sürekli sokaklarda dolandığımdan geçmedi de. Bari bu Pazar hazır hava da kötüyken evde kalayım dedim. Sabahtan beri nelerle uğraştığımı gösteren şey ise yukarıda gördüğünüz fotoğraf. Şimdi tek tek anlatayım, soldan sağa başlıyorum.

  1. Kırmızılı, harita gibi olan şey bir harita evet. İlk geldiğimde almıştım, kitapçık şeklinde. Gezilip görülesi yerlerin listeleri var, metro haritası var. Şehir rehberi yani. Bakkallarda bile satılıyor. Epey kullanışlı geldi bana. Neden masamın üstünde peki? Çünkü Londra'da gezilecek çok yer var. Her ne kadar benim zamandan yana pek bir sıkıntım olmasa da, aylık gezi planları yapmak işleri kolaylaştıyırıyor gibi. Ben de bu sabah oturdum masanın başına, önümüzdeki haftalarda sırasıyla nerelere gidebilirim, hangilerinden blogda nasıl bahsedebilirim diye liste yapmaya başladım.
  2. Şehir rehberinin yanındaki siyah Moleskine ise çocukluk arkadaşımın Londra'ya gelmeden önce uğurlama hediyesi. Kendisi de bir süredir bu defterleri düşüncelerini kaydetmek, sonra dönüp dönüp bakmak için kullanıyormuş. Yeni şehre elbette yanımda getirdim. Günlük benzeri bir defter tutma alışkanlığım normalde pek yoktur ama nasıl olduysa bu deftere yazmak bana kendimi çok iyi hissettiriyor. Belki de yeni geldiğim bu yerde çok da muhabbet edecek insan olmamasından olabilir. Bu arada, bu defteri bana hediye eden arkadaşım da "Dinleyen Mikrofon" adıyla blogda bir şeyler yazıyor olacak. Hatta yakın zamanda epilepsi ve bu hastalıkla yaşamak nasıl bir şeydir üzerine gerçekleştirdiğimiz bir söyleşiyi okuyabilirsiniz.
  3. Defter üstündeki sevimli mendil çok önemli çünkü dediğim gibi epey hastayım, çok burnum akıyor. Paketin arkasında şöyle yazıyor "Lots of posh parties to attend? Tissue for princesses who want perfection on the dance floor!" (Gidilecek bir sürü havalı parti mi var? Dans pistinde mükemmeli isteyen prensesler için mendiller) (: Hasta olunca çok mutsuz, çok huzursuz oluyorum ben. Bu yüzden desenli, kokulu bu pembe mendiller biraz daha iyi hissettiriyor kendimi.
  4. Siyah defterin yanında ise Paperchase'den aldığım ve çok çok memnun kaldığım kartuşlu kalem var. Bir süredir kartuşlu kalemleri kullanıyorum ve gerçekten herkese öneririm. Kartuşlu kalem nedir derseniz, ucu dolma kalem gibi. Ama sanırım mürekkep haznesi biraz daha farklı. Daha pratik, plastik tüpler var ve onu saplıyorsunuz, bittikçe de atıp yenisini takıyorsunuz. Metal dolma kalemler gibi ağır değil, ve çok daha hesaplı. Bir de Türkiye'de rastlamadığım ama burada her yerde bulabileceğim ellili renkli kartuş paketleri satılıyor hem de sadece 5-6 lira civarında bir fiyata. İşte kalemin yanında gördüğünüz 4 renkli tüp o paketten. Tabi kartuşlu kalem kullanıyorsanız, mürekkep kalitesi çok önemli çünkü bazı mürekkeplerin kağıt üstünde renkleri çok açılabiliyor, yazı okunmuyor kısa bir süre içinde.
  5. En sağdaki haftalık planlayıcı ise bu aralar hayatımı kurtarıyor, ajanda ile işbirliği içindeler. Ben bunu Ryman diye bir kırtasiye zincirinden aldım. Markası Emma Bridgewater. Hatta şimdi sitesine baktım gerçekten çok şahane şeyler var. Şuradan bakabilirsiniz siz de isterseniz. Elimin altında böyle bir şey olması, aman acaba bir şeyleri yapmayı unutuyor muyum paniğini ortadan kaldırıyor. 
  6. Haftalık planlayıcının üstünde, defterin arasından çıkmış iki kraliyet ailesi mensubu görüyorsunuz. Bu kartpostal, çiftin bebeklerinin doğumu şerefine basılmış. Ben galiba 10 kişiye falan bu karttan yolladım (: Gördüğünüz gibi hala da yollamaya devam ediyorum. Kart ve mektup yollamak epey kolay. Kırtasiyelerden uluslararası pul alıyorsunuz, genelde altılı olarak satılıyorlar. Maalesef şu an fiyatı unuttum. Her neyse, sonra yol üstünde bulunan kırmızı posta kutularına atıyorsunuz pul yapıştırılmış kartınızı ya da zarfı. Bu kadar. 1-2 hafta içinde alıcıya ulaşmış oluyor.
  7. O çok güzel desenli defter Jackie Paper'dan. Neden sürekli marka yazıyorum? Çünkü kırtasiye severlerin ilgisini çektiğini düşünüyorum. Zaten tüm bu markaların daha detaylı yazılarını da hazırlamayı düşünüyorum vaktim olunca. Ben bu markanın desenlerine bayılıyorum, kağıt kaliteleri de pek güzel. Sitesi kapanmış, ama şuradan bir kısım ürünlere bakabilirsiniz sanırım. Bu deftere de derslerin haftalık okumalarıyla ilgili not alıyorum. Eğer böyle yapmazsam her şey birbirine karışacakmış gibi geliyor. 
  8. Ve Cadbury. Ben hayatımda böyle güzel çikolata yedim mi bilmiyorum. Ama artık bir dur demem lazım. İngiltere'ye gelmeden önce hiç bu markayı tatmamıştım. Türkiye'de satılıyor mu onu da bilmiyorum. Özellikle benim gibi sütlü çikolata sevenler için bulunmaz bir şans girdiğim her markette yirmiye yakın çeşidini bulmak. Tabi bir de yaklaşan Cadılar Bayramı ve yılbaşı nedeniyle tam gaz çalışıyorlar, yeni yeni paketler görüyorum her gün. Bu arada, Cadılar Bayramı Londra'da nasıl kutlanıyor, neler yapılıyor'a dair bir yazı yakında blogda olacak (:
  9. Kitap arasında ise yazılmayı bekleyen bir mektubun zarfını görüyorsunuz. Mektup-kart işini en az mail, telefon mesajı kadar sık kullanıyorum. Çok inandırıcı gelmiyor olabilir ama bence siz de deneyin, çok daha eğlenceli.
  10. Ve şu aralar elimden düşürmediğim kitap. Gittiğim yerler hakkında bir şeyler okumayı herkes gibi ben de oldum olası sevmişimdir. Ian Mortimer ise İngiliz tarihi konusunda epey bilinen bir isim. Kitabın henüz Türkçe çevirisi yok. Ben bunu Kindle almadan önce Waterstone's'dan almıştım, hatta ikinci kitap yarı fiyatına indirimi vardı. Kitap neyi anlatıyor peki? Dili eğlenceli. Elizabeth dönemi İngiltere'sine ışınlansak nerede yaşardık, ne yerdik, ne giyerdik anlatılıyor. Mortimer bu kitaptan önce bir de Orta Çağ İngiltere'sine dair benzer bir kitap hazırlamış, o da epey sevilmiş. Aklınızda bulunsun, benim çok hoşuma gitti.
İşte böyle. Merak etmeyin, her haftasonu böyle dört duvar içinde olanlardan bahsedecek değilim. Londra'da gezip görülecek bin tane şey var. Bugünkü dışarı çıkmama kararımı ise yağmura ve gribe bağlıyorum. Şimdi burada saat 16:30. Artık kafamı toplayıp çalışmam lazım. Günün yarısını ıvır zıvır bin tane şeyle oyalanıp bitirmişim bile. 

Gelecek hafta sonlarında, Londra sokaklarında görüşmek üzere.

En Okunası Cadılı Kitaplar Listesi

Herkes pek sevmez cadı karakterini kitaplarda, filmlerde, dizilerde. Ben oldum olası çok sevdim. Küçükken az düşünmedim acaba benim 'süper' güçlerim var mı diye. O zamanlar Sabrina the Teenage Witch dizisi favorimdi, sonrasında da bu ilgi ve sevgimin devamı geldi. Goodreads'de şu liste karşıma çıkınca, bu kalabalık listeden en sevdiklerimi, okumak istediklerimi sıralayayım dedim. Yine Türkçe çevirilerini bulamadığım kitaplara da yer verdim listede. Eğer çevirileri var ama benim gözümden kaçmış ise, yorum bırakırsanız sevinirim. Sizin cadılı kitap favorileriniz hangisi, hangisi epeydir aklınızda ama bir türlü okuyamadınız?

  1. Harry Potter serisi - J.K. Rowling
  2. Narnia Günlükleri - C.S. Lewis
  3. Macbeth - William Shakespeare
  4. Sabrina the Teenage Witch serisi 
  5. Cadılar - Roald Dahl
  6. Oz Büyücüsü - L. Frank Baum
  7. A Discovery of Witches - Deborah Harkness
  8. Lanetli Batının Kötü Cadısı - Gregory Maguire
  9. Practical Magic - Alice Hoffman
  10. Yıldız Tozu - Neil Gaiman
  11. Lost Kingdoms of Karibu - Karen Prince
  12. Yürüyen Şato - Diana Wynne Jones
  13. Cadı Kız - Celia Rees
  14. Bit Pazarı Büyüleri - Kelley Armstrong
  15. The Witches of the Eastwick - John Updike
  16. Ölümcül Oyuncaklar serisi - Cassandra Clare
  17. Cadılar Dışarıda - Terry Pratchett
  18. Acemi Cadı - Rachel Hawkins
  19. Lives of the Mayfair Witches - Anne Rice
  20. Charmed Life - Diana Wynne Jones

12 Ekim 2013 Cumartesi

Son zamanlarda ne dinliyorum?

Bu çiçeği yeni aldım, kaktüs ailesinden. Adını hatırlayamadım şimdi. Bilgisayarda efekt eklediğim için değil, kendisi çok güzel olduğu için bu kadar şahane gözükmekte (:

Bu aralar hep yumuşak tınılı, ne beni ne de kulağımı yormayacak şeyler dinliyorum. Dinlediklerimden bir demet de sizin için hazırladım.
  1. Bosphorus - Brazaville
  2. Pretty Face - Soley
  3. Elephant Gun - Beirut
  4. Take Me Somewhere Nice - Mogwai
  5. Alone in Kyoto - Air
  6. Daughter - Youth
  7. Sail - Awolnation
  8. French Navy - Camera Obscura
  9. In the Sun - She & Him
  10. I Could've Been Your Girl - She & Him
  11. Cornerstone - Arctic Monkeys
  12. Lemonade - CocoRosie
  13. Cosmic Love - Florence and the Machine
  14. Silence - Lucia
  15. I Would Die For You - Matt Walters
  16. For You - Angus & Julia Stone
  17. I'll Never Forget You - Birdy
  18. The Dreamer - The Tallest Man on Earth
  19. Ghost of Love - Marie Fisker
  20. Wonderwall - Cat Power

11 Ekim 2013 Cuma

Aramızdaki En Kısa Mesafe - Barış Bıçakçı


Bir başka yağmurlu Londra gününden merhaba herkese. Barış Bıçakçı'nın kitaplarını, daha doğrusu bu yazarın tarzını, dilini ne kadar sevdiğim son derece aşikar artık. Bu yazıda, yeni geldiğim bu şehirde okuyup bitirdiğim ilk kitaptan, Aramızdaki En Kısa Mesafe'den bahsetmek istiyorum.

Bazı kitaplar var ki, okuması ayrı güzel; okuyup sevdikten sonra sevdiğiniz birine hediye etmesi ayrı güzel. Bana da bu kitabı erkek arkadaşım verdi. Bıçakçı ile onu ben tanıştırmıştım, o da çok sevdi gibi. Mevsimi de tutturdu, çünkü bana kalırsa bu yazar sonbahara ait. En güzel, hafif serin havalarda okutuyor kendini. Hani az az üşüdüğünüz, belki üzerinize anneannenizin ördüğü yün battaniyeyi adığınız zamanlara ait. Ben de böyle hafiften serin bir Londra sabahında, Trafalgar Meydanı yakınlarında bir yerlerde başladım, bitirdim. Yanında da elbette o ünlü sütlü çaydan içtim. Az sevdim.

Kitabın arka kapağında aslında çok da güzel özetlenmiş, Aramızdaki En Kısa Mesafe 'asıl öykü ile ilgilenmeyen bir anlatıcı ve yetişkinliğe varmayan bir çocukluğun öyküleri'nden oluşuyor. Okuyanın kalbini pıtır pıtır attırıyor ama sanki gözden akacak minik yaşı da hep hazırda bekletiyor. 5 kişilik bir ailenin hikayesi. Hikayenin baş kişisi sürekli değişiyor, yeri geliyor bir kuş eşlik ediyor sahnedeki aile ferdine; bazen bir sakız paketi. Aslında minik bir çocukluk anlatısı Aramızdaki En Kısa Mesafe. Çocukluğa yakıştırdığımız ve yapıştırdığımız anlamlardan, etiketlerden hem çok uzak hem çok aynı. Arada bir yerde, hepimizin aklının bir köşesinde.

9 yaşında Anne Frank'in Hatıra Defteri'ni okuduğumdan beri çocukluk deneyimleri, anlatıları epeydir ilgimi çekiyor. Tanık olmanın yaşı yok, evet ama yine de bir çocuğun gözünden, dilinden bilmek bir şeyleri bana her zaman çok çok başka geliyor. Büyüyünce belki de bizi hep büyük büyük olayların etkilemesini bekliyoruz, hayatımızdaki travmatik değişikliklerden korkuyoruz. Bu esnada da başımızdan geçen irili ufaklı hadiseleri göremiyoruz, görmezden geliyoruz. Ama sanki çocukken her şey çok farklı, ufacık şeylerden etkileniliyor ve o ufacık şeylerin etkileri yıllarca devam ediyor. Saflık, masumiyet vb. tanımlamaları bir yana bırakalım, çocukluk anlatıları en önemli şeyi tekrar hatırlatıyor okura; dünyaya meraklı ve gözlerle bakmayı, bakmaktan korkmamayı ve en önemlisi kalbi koca koca açmayı. Sırf böylesi değişik bir anlatı türünü denemek için bile okunabilir Aramızdaki En Kısa Mesafe.  

2003 yılında İletişim Yayınları tarafından yayınlanan bu kitap, Bıçakçı'yı tanımak için iyi bir seçim. Kendi çocukluğunuza bir süreliğine de olsa geri dönmek için en kestirme yol.

10 Ekim 2013 Perşembe

Londra'da Ulaşım Halleri: Otobüs, Taksi, Metro, Bisiklet, Ayak

Fotoğraf makinemin kablosu yok, şarjı da yok. Telefonla saçma sapan fotoğraflar çekiyorum. Bu da kahvaltı karesi. Konumuzla pek alakası yok.

Londra yazılarını bekleyenler var, biliyorum, anca yerleşebildim. Kusura bakmayın. Bundan sonra daha sık yazıyor olacağım. Bu yazıda da Londra'da ulaşım nasıldır, nelerden kaçmalı, hayatta nasıl kalmalı gibi şeylerden bahsetmeyi düşünüyorum. 

Daha önce de dediğim gibi, Londra çok ama çok yürünesi, yürünülesi bir şehir. Eğer yaşadığınız yer ile her gün gitmeniz gereken yer arasında fersahlar yoksa, siz de çoğu Londralı gibi yürümeyi tercih edeceksiniz. Çünkü hem ucuz, hem de sağlıklı. Haritanızı yanınızdan ayırmamak şartıyla. Haritalarla aram peki iyi olmasa da burada zorunluluktan olsa gerek, en ufak bir kaybolmada hop çıkarıp haritaya bakıyorum. Her neyse, lafı daha fazla uzatmadan her biri ulaşım şeklinden ayrı ayrı bahsetmek en iyisi sanırım.

Otobüs: Evet, o kırmızı, iki katlı otobüslerden var Londra'da. Elbette yenilenmişler, hatta 'hybrid' olanları yani elektrikle çalışanları bile var. Peki o en eskilere ne oldu derseniz, onları özel şirketler aracılığıyla özel günler için ya da şehir turu yapma amacıyla kiralayabiliyorsunuz. Geçen hafta sonu, gelin-damat ve çiftin ailelerini taşıyan iki katlı kırmızı bir otobüs gördüm. Pek sevimliydi. Ben de pek seviyorum bu nostaljik aracı, ama çok sık kullanmıyorum. Otobüse binmek için 'Oyster' kartı almanız gerekiyor. Sonra içine öğrenci olup olmamanıza, ve sanırım kullanma sıklığınıza göre para yüklüyorsunuz. Ben neden çok sık kullanmıyorum otobüsü? Çünkü duraklar kaldığım yere biraz uzak ve sabahları biraz midem bulanıyor otobüse binince. Genel olarak nasıldır otobüsler, rahat mıdır diye merak edebilirsiniz. Ben hiç çok kalabalık bir otobüse denk gelmedim. Yolum da çok uzun olmadığından rahattı yani. Diğer ulaşım olanakları göz önüne alındığında, aktarmalı otobüs yolculukları biraz yorucu olabilir belki. Yanlış bilmiyorsam, sabaha kadar devam ediyor otobüs seferleri. Bilmiyorum, sanırım otobüs hiçbir zaman en sevdiğim araç olmadı, dediğim gibi, mide bulantıları beni mahvediyor.

Taksi: İngiltere'nin bir diğer kültürel ve turistik sembolü, siyah taksiler. Ben hiç binmedim. Londra'da sıklıkla taksi kullanabilecek kadar zengin de değilim. Duyduğuma göre adaylar binlerce caddeyi, yüzlerce turistik mekanı ezberlemeden geçemedikleri bir sınav sonunda taksi şöförü olma hakkını kazanıyorlarmış. GPS (elektronik yol bulma araçları) yaygın olarak kullanılmaya başladığından beri sınavda bir değişiklik oldu mu bilmiyorum ama trafiği yoğun olan her şehirde olduğu gibi Londra'da da taksi şöförü olmak zor iştir tahminen. Ve epey de güvenliymiş taksileri kullanmak, bana denen bu.

Metro: İşte beni en çok zorlayan. Çünkü çok karışık, hele benim gibi harita okumakta zorlananlar için. Aktarmaları, hatları kesinlikle anlamıyorum. Bir de Londra metrosunun dünyadaki en geniş ağa sahip metrolardan biri olduğu düşünülürse, işim çok zor. Ama her gün kullandığım rotayı bir kere ezberlediğimde de, büyük rahatlık. Metro fiyatları da kart aldığınızda daha ucuza geliyor, öbür türlüsüne yani her binişte para vermeye zaten bütçe dayanmaz. Metroyu otobüse göre daha sık kullanıyorum, özellikle hava yağmurlu olduğunda. İngilizlerin 'Rush Hour' dedikleri zamanlarda, yani işe gidiş ve işten çıkış saatlerinde metro ücreti daha pahalı. Bunu öğrendiğimde şaşırmıştım. Rahat mı metrolar derseniz, ben genelde ayakta gidip geliyorum, sanırım epey kalabalık duraklardan binip, kalabalık hatları kullanıyorum. Bir de metro çok eski olduğundan, diğer Avrupa şehirlerindeki gibi geniş, hatta yürüyen merdivenler çoğu istasyonda yok. Daracık daracık merdivenlerden yeryüzüne çıkmak bazen içimi daraltmıyor değil. Metrolarda insanlar genelde kitap, dergi, gazete okuyorlar. Öyle dik dik insanlara bakma eylemini gerçekleştiren yok. Zaten herkes bir yerlere yetişme derdinde. Londra'nın geneline böyle bir 'sürekli acele etme hali' nüfuz etmiş.

Bisiklet: Ah bisiklet! Bir şeyi hem nasıl bu kadar seviyorum, yapabilene özeniyorum hem de bu kadar korkuyorum anlayabilmiş değilim. Londra'da bisiklet epey yaygın. Rengarenk bisikletler her gün evden işe, işten eve sahiplerini getirip götürüyor. Hem ekonomik açıdan çok karlı, hem kullanan için spor niyetine, hem çevreyi kirletmiyor, hem de halihazırda kalabalık olan trafiğe daha fazla arabanın katılımını engelliyor. Kullananlar da epey bilinçli kullanıyorlar; kask, dizlik olmadan trafiğe çıkanı görmedim. Diğer güzel bir şey ise, her gün değil ama arada bisiklet kullanmak isteyenler ve bunu gerçekleştirebilmek için bir adet bisiklete sahip olmayanlar, yol kenarlarında bulunan bisikletleri makineye ödeme yapıp belirli bir süre için kullanabiliyorlar. Sanırım yakın zamanda aynı uygulama İstanbul'da faaliyete geçirilmişti. Ben gerçekten çok isterdim sanırım bisikleti her gün bir ulaşım aracı olarak kullanabilmeyi ama hem kendi sürüş kabiliyetime güvenemiyorum, hem Londra'nın bize göre ters ve her zaman son sürat akan trafiğinden korkuyorum. Önümüzdeki senelere kısmetse...

Ayak: İşte benim tercihim. Çok spor yapan biri değilim ama çok iyi yürürüm. Saatlerce, dere, tepe, sırtımda kaç kiloluk çanta taşıdığıma bakmadan yürürüm. Yorulmam. Tabi sonradan sırtım ağrır, gece uykumdan ağrıyan bacaklarım yüzünden uyanırım ama olsun. Yürümeyi çok seviyorum, Londra'da daha da sevdim. Zaten yakın zamanda yürüyüş rotamı fotoğraflayıp burada paylaşmayı düşünüyorum. Yürümek hem yazın aldığım kiloların bir kısmını vermemi sağlayacak, hem de bütçeme katkıda bulunacak. En azından ben böyle umuyorum. Tabii bir de Londra'nın yağmurlu ve rüzgarlı havasını da unutmamak lazım. Şimdilik havalar güzel gidiyor, yürüyebiliyorum. Tahminen 1-2 haftaya tıklım tıkış metro istasyonlarında, yer altında olmanın verdiği o rahatsızlık hissiyle bir oraya bir buraya gideceğim. Türkiye'de pek rastlamadığım, burada görünce çok hoşuma giden şeyse özellikle çalışan kadınların son derece basit br çözüm bulmaları bu yürüyüş meselesine. Çalışan kadınların hepsi olmasa da, sanırım büyük bir bölümü topuklu ayakkabı giyiyorlar işe giderken. Londralı kadınlar topuklu ayakkabılarını yürümemek için bir mazeret olarak kullanmıyorlar, sabah evden çıkarken topuklu ayakkabılarını çantaya atıp yürüyüş ayakkabılarıyla yürümeye başlıyorlar; akşam dönerken de aynı şekilde. Son derece şık kıyafetlerin altında fosforlu sarı spor ayakkabı giyip moda kurallarını yerle bir ettiklerine tasalanmadan hızlı hızlı yürümeleri çok hoşuma gidiyor.

Londra'da ulaşım halleri, en azından benim deneyimlediklerim böyle. Tüm Londra yazılarını aynı temenni ile bitiriyorum, bu yazıda da eksik kalmasın. Umarım bir gün sizin de yolunuz buraya düşer, benim anlattıklarımı kendiniz görürsünüz, şaşırırsınız, seversiniz.