19 Temmuz 2011 Salı

Thérèse Raquin - Émile Zola


Bu sefer bir Fransız romanı var elimde. Bir deliriş anlatısı.

Émile Zola, 1840 yılında Paris'te doğmuş. Naturalizm akımının en bilinen isimlerinden. Thérèse Raquin en bilinen eseri değil, Nana ve Germinal'i ise her okur en azından bir kere duymuştur. Ben Zola'yı ilk olarak yazdığı bir kitap sayesinde tanımadım. Dreyfus Olayı'nı duymuşsunuzdur belki. Fransa'da bir Yahudi askerin haksız yere ömür boyu hapse çarptırılması ile patlak veren olaylar, Fransa'da Yahudi karşıtı eylemlerin başlangıcı olarak bilinir. Emile Zola bu olay sırasında L’Aurore gazetesinde J'accuse (Suçluyorum) başlıklı bir yazı yayınlar. Devlet büyüklerini suçlar ve Dreyfus'un itibarinin iade edilmesini talep eder. Bu cesur davranış ilerleyen yıllarda Zola'ya pek çok düşman kazandıracaktır. Hani bazen yerel basında da gazeteler "Suçluyorum/Suçluyoruz" manşetleri atarlar ya, işte Zola'ya göndermedir bu. Zola'nın cesareti halen hatırlanmakta, bu manşeti atanlar ise ya unutuldular ya da unutulacaklar. İlk suçlayan olmadıktan sonra...

Thérèse Raquin, Zola'nın 1867 yılında yayınlanan ilk romanı. Halen birçok tiyatro topluluğu tarafından sahnelenmekte. Zaten okurken anlayacaksınız, buna oldukça müsait bir kurgusu var. Şuradan oyunlardan birinin fotoğraflarına ulaşabilirsiniz. Benim kitabım Varlık Yayınları tarafından 2010 yılında basılmış. Okuduğum en kötü çevirilerden biri olsa da belki bir yerlerde daha iyi tercümeleri vardır. Mümkünse Fransızca, olmadı bildiğiniz yabancı dilde okumanızı öneririm.

Trajediler ne zaman trajiktir? Her trajedi trajik midir? Trajik diyebilmemiz için en azından bir tanecik de olsa iyi bir karakterin acı çekmesi gerekmez mi? Eğer bir trajedide acı çekenlerin hepsi bencil ve kötüyse, o zaman ne olur?

Thérèse Raquin, mutsuz bir çocukluğun hikayesi olarak başlıyor, mutsuz bir evlilik bunu takip ediyor. Bu mutsuzluklar zincirine mutsuz bir semtte mutsuz bir dükkan, mutsuz akşam gezmeleri ekleniyor. Mutsuz bir cinayet sonrasını ise acılı bir delirme süreci izliyor.

Bundan sonrası ileri gidip, kitap hakkında puçları içermektedir. (Bir nevi spoiler)

Kurgu aslında çok parçalı. İnsan psikolojisinin en derinlerine inerken hep bir sonraki aşama da planlanmış. Sanki, şimdi 1-2 bölüm şu kadar delirsinler sonraya da şunu saklayalım, der gibi. Dönemi içim oldukça sıradışı bir kitap gibi geldi bana Thérèse Raquin. Thérèse'in sıkıcı hastalıklı kuzeni Camille ile evlendirilişi sonrasındaki mutsuzluğu o kadar iyi anlatılmış ki, Thérèse'in kocasını ortak dostları Laurent ile aldatmasına, işbirliği yapıp kocasını öldürmesine hak verecek hale geliyorsunuz. Karakterler öyle bir yaratılmış ki, hiçbirine en ufak sempati besleyemiyorsunuz. Camille hasta ama bencil, Thérèse zorla evlendirilmiş ama içten pazarlıklı, Laurent saf bir köylü ama aynı zamanda katil. Hiçbirine kanamıyorsunuz.

Bana kalırsa kitabın en güçlü kısmı, Laurent'in Camille'i gölde boğduktan sonra öldüğünden emin olabilmek için düzenli olarak morga yaptığı ziyaretlerdi. Zevk için morga gidip ölüleri izleyen halk, ilk cinsel deneyimlerini morgda yaşayan gençler, Camille'in parça parça dökülen cesedi...

Merakla okuduğum diğer kısım ise elbette Thérèse ve Laurent'in Camille'i öldürdükten sonra delirişleriydi. Cinayetten önce yasak aşkın çekiciliği yerini yatakta ortalarına yatan hayaletli gecelere bırakmıştı. Gün geçtikçe birbirlerine olan nefretleri artarken, Camille'in hayaletinin soğuk nefesi hep üstlerindeydi.

Küçükken, insanların birbirlerini neden öldürdüklerine cevaplar aramaktan usanmamışken aklımın alamadığı bir şey vardı. Bir insan belki birini öldürebilirdi. Delirip bunu yapabilirdi. Peki öldürdüğü kişinin hayaletinden hiç korkmaz mıydı? Benim için en korkunç kısım buydu. Sanırım hapishane koğuşlarının kalabalığı sayesinde yalnız geç(e)meyen geceler bu korkunun üstesinden gelmede katillere yardımcı oluyordu. İşte bu çocukluk korkusunun gerçekleştiğini Zola'nın romanında görmek garipti.

Sürükleyici mi? Kesinlikle evet. Ben okumanızı öneririm. Paris'in pis ara sokaklarında Thérèse ve Laurent'in peşinde koştururken, çorabınıza o pis çamurdan bulaştığını göreceksiniz.

"Çevreyi gözetlerken bir delikanlı çarptı gözüne. Öğrenciydi. Çevredeki bir pansiyonda oturuyor; günde birkaç kez dükkanın önünden geçiyordu. Ozan gibi uzun saçları, subay gibi bıyığıyla soluk bir güzelliği vardı bu çocuğun. Thérèse onu kibar buldu. Bir hafta boyunca aşık oldu ona, yatılı okula giden bir kız gibi aşık oldu. romanlar okudu, delikanlıyı Laurent'le kıyasladı. Onu çok şişman, çok hantal buldu. Kitap okuyunca önünde henüz bilmediği, romantik ufuklar açıldı. O zaman dek yalnız kanıyla, sinirleriyle sevmişti. Kafasıyla sevmeye başladı. Derken, günün birinde öğrenci ortadan kayboldu. Taşınmıştı herhalde. Thérèse de birkaç saat içinde unuttu onu."

4 yorum:

  1. İlk kez trt1 radyosunda "arkası yarın" programında dinlemiş ve hemen ardından okumuştum bu kitabı. Seneler sonra bir kez daha okudum. Benimki de kötü bir çeviriydi. Ama okumaktan keyif almıştım.

    YanıtlaSil
  2. Bu kitabı radyo oyunu olarak düşünemiyorum! Herhalde meraktan ölürdüm. Zaten ilk yazıldığında da her gün bir parçası gazetede yayınlanmış. Heyecanı artırmak için sanırım (:

    YanıtlaSil
  3. Ilk satirindan baslayip sonuna kadar kasvetli bir kitap. Hele bir de Sirca Fanus'un ardindan okursaniz benim gibi, bunalabilirsiniz.

    Thérèse ve Laurent'in korkunc sucu isledikten sonra yasadigi ruhsal darmadaginikligini, yavas yavas delirmelerinini, deyim yerindeyse dikizlemek benim de merakla okudugum sayfalardi.

    YanıtlaSil
  4. Bana kalırsa Sırça Fanus'tan da kasvetli bir kitaptı ama haklısınız ikisi üstüste korkunç olabilir.

    YanıtlaSil