29 Ağustos 2011 Pazartesi
İlk 10 Öykü Kitabı.
1. Alemdağında Var Bir Yılan - Sait Faik, 1954
2. Doğu Öyküleri - Ferit Edgü, 1996
3. Dost-Yaşamasız - Vüs'at O. Bener, 1952-1957
4. İshak - Onat Kutlar, 1959
5. Önce Ekmek - Orhan Kemal, 1968
6. Parasız Yatılı - Füruzan, 1971
7. Bilinen Bir Sokakta Kaybolmak - Cemil Kavukçu, 1997
8. Korkuyu Beklerken - Oğuz Atay, 1976
9. İçeriye Bakan Kim - Mehmet Günsür, 2002
10. Baharda Yine Geliriz - Barış Bıçakçı, 2006
Notos Öykü, Şubat-Mart 2008
28 Ağustos 2011 Pazar
18. Mini anket sonuçlandı!
Herkese merhaba,
Bir anket sonu değerlendirmesi ile karşınızdayım. Soru Photographis'indi. Teşekkürler, tekrar (:
Okuduğunuz kitapaların kapağını tasarlamak istediğiniz oluyor mu?
Ankete 31 kişi katılmış.
23 kişi evet demiş.
8 kişi de hayır.
Ben kesinlikle evet diyenlerdenim. Bunun sebebi de her ne kadar son senelerde özellikle çok başarılı kapak tasarımları görüyor olsam da, bazıları hala vasat denilebilecek türde. Aslında çizim yapıyor olsam da, tasarım konusunda çok da iddialı olduğumu söyleyemem. Bu nedenle işin kolayına kaçıp, tasarı işini üstüme almaktansa halihazırda var olan mükemmel kapaklara bakıp, hayran kalmak da bana yetiyor.
Oturduğunuz yerden güzel kitap kapakları görmek istiyorsanız, Tumblr'da “book cover” ya da “book”/”books” diye aratınca da karşınıza binbir çeşit kapak çıkıyor. Özellikle genç sanatçıların eserleri innaılmaz güzel.
Ve işte o site. Benim sürekli içinde kaybolduğum. http://bookcoverarchive.com/ . Şimdilik bu site hakkında çok fazla şey yazmıyorum, başlı başına bir postu hak ediyor! Siz de sitede dolaşıp, kapak tasarımlarına bakabilirsiniz. Kesin çok beğendikleriniz çıkacaktır.
Bir de bu blog var, http://blog.bookcoverarchive.com/ , kitaplara adanmış son derece keyifli bir yer. Bakmanızı öneririm.
Kişisel tercihlerime gelirsek kitap kapakları konusunda, çok aşırı renkli kapaklardan hoşlanmıyorum sanırım. Hani özellikle “beni al!” diye bağıranlardan. Klasik çizgiler iyidir bana kalırsa. Klasik kalıp yaratıcılığı ortaya koymak değil mi zaten zor olan?
Bu arada kutlayanlara “İyi bayramlar!”, kutlamayanlara da “İyi haftalar!”
Gördünüz mü!
Paşabahçe'de Küçük Prens kupaları var, yeni! Ya da ben yeni gördüm.
En az üstteki kadar güzel hem de.
Benim acelem vardı, alamadım. Eğer haftaya kadar tükenmiş olursa gerçekten çok üzülürüm.
Bardağın bir yüzünde Küçük Prens arkasında da kitaptan alıntı var.
2 farklı alıntı var. İkisi arasında karar vermek zor.
Bir tanesi şuydu:
"One sees clearly only with the heart. Anything essential is invisible to the eyes."
(İnsan ancak yüreğiyle baktığı zaman doğruyu görebilir. Gerçeğin mayası gözle görülmez.)
Diğerini hatırlayamadım.
Eğer bulursanız, bence kaçırmadan alın ama bana da 1 tane bırakmayı unutmayın, lütfen.
27 Ağustos 2011 Cumartesi
Paf ve Puf - Salah Birsel
İş-ü-nüş ile de terket azıcık paf-ü puf'i
Sadr-ı meyhane umur yeri değildir Sufi
Bir balkon. Deniz ya da yeşillik manzaralı. Oturmuşsunuz rahatça bir sandalyeye, tercihen altınızda minik bir minder ya da yastık, elinizde o anki keyfinize göre içeceğiniz, belki de birkaç atıştırmalık. Karşınızda da orta yaşını epey bir süre önce geride bırakmış, geride kalan yılları okumakla harcamış bir adam. Hoş sohbet. O anlattıkça anlatıyor ve siz hiç sıkılmıyorsunuz. Daha da anlatsın diye ağzının içine düşüyorsunuz.
Bazı yazarlar var ki, benim için yazdıklarının önüne geçiyorlar. Bu duruma bir örnek: Virginia Woolf. Woolf'un kitaplarından çok yazar hakkında yazılanları okudum, halen de okuyorum. Salah Birsel'de de aynı şey oldu. Fakat bu elbette demek değil ki, yazdıkları yeteri kadar ilgimi çkemediği için böyle bir yönelim içine giriyorum. Tam tersi. Bu yazıları yazanı tanımak istiyorum. Gereğinden fazla.
Salah Birsel 1919 doğumlu, 80 yıllık hayatı bana kalırsa dolu dolu geçmiş, kitaplarla geçmiş. Ben daha önce hiçbir kitabını okumamıştım. Keşke daha erken tanısaymışım.
Elimdeki kitabı annem 1983 yılında almış. Herhalde o da benim gibi kapağını çok sevmiş olacak ki, saydam kap kağıdı ile kaplamış. Fotoğraf makinem yine bir yerlerde kaldığından fotoğraf çekemiyorum ama en azından üstteki resimden görebilirsiniz. René Magritte'in Il modello rosso adlı eseri. Kitap 1981 yılında Ada Yayınları tarafından basılmış. 250 TL'ye almış annem. Denemelerden oluşuyor.
Dedim ya daldan dala atlayarak sizinle sohbet eden bir ihtiyarı dinlemek gibi bu kitabı okumak. Ve Huuurrya İşkencelere ile başlıyor Birinci Dünya Savaşı'nı ve genel olarak insanlık tarihini anlatmaya. Sonra hop Türkiye Nasıl Kalkınır'a geçiyor ve geliyor Jön Türkler. Hemen ardından Fantoma Geliyor ile polisiye roman yazarlarından söz ediyoruz. İlginç Bir Salyangoz ile yazarların okuma alışkanlıklarını anlatıyor bana. Ve en sonda da Paf ve Puf.
Oyunlu bir dili var Birsel'in.
Bazen hoş tesadüfler oluyor. Paf ve Puf'u okuduktan sonra kitap hoşuma gitmiş olsa da Salah Birsel hakkında çok az şey bildiğimi fark ettim. İnternette de pek fazla bilgi yok. Sonra o gece elime Zeynep Oral'ın Konuşa Konuşa adlı kitabını aldım. Röportajlarından derlemeler, aklında kalanları kaleme aldığı bir kitap. James Baldwin'den sonra, Azra Erhat'tan önce de Salah Birsel'e ayrılmış tam tamına 10 sayfa! Merakla okudum. Birsel'in ağzından çıkanlar şöyle:
“Okumaya gelince: Bende müthiç bir merak var. Okumadığım yazar yoktur. Bir yazar yakaladım mı, tüm eserlerini okurum. Okurken notlar alırım. Küçük fişlere yazarım bunları, falanca kitaptan, şu şu sayfalar diye. İlerde bir denemede lazım olur, ya da kullanırım diye. Sonra, o günkü kafama göre ya kullanırım ya kullanmam. Çünkü kafa bu, günden güne değişir.”
“Yoo, eskiye hayranlık yok. Eskiden kolayca yararlanıyorum. Kendi geçmişimi, deneylerimi, yargılarımı iki çizgi arasına sıkıştırıyorm. Eski, ya da geçmişin kişileri, benim kitabıma girince, bennim kişilerim oluyor. Onları istediğim kılığa sokuyorum... Bazen küçük hilelere başvuruyorum. Birtakım eski fotoğraflardan, birtakım resimleri hatırlatıyorum okura. Ve tüm padişahlara, krallara çok kızıyorum. Hele diktatörlere. Sanki bir yerlerden güç almışlar gibi... Yoo, geçmişe hayranlık yok. Hem, şimdiki zaman hem şimdiyi, hem de geçmişi içeriyor. Geleceğin nüvelerini de... Bunlar arasından geçmiş, şimdi gelecek arasında bir ayrım yapamıyorum. Ayrım yapmak ışığı, ışıktan ayırmak gibi olur.”
“Sevgi, sevdiği kimse için her türlü özveride bulunabilmek demek. Dürüst olmak demek... Evet, sevgiyle aşkı kastediyorum ama onun tarifini yapmak güç. İnsan bir şeyler duyuyor. O sevdiğinin hep, her an yanında olmak istiyor. Hatta hiç konuşmadan, öylece yanında olmak... Şimdilerde aşk da değişti, değişiyor. Dünyada daha doğal sınırlara oturtuluyor. Bizim aşk dediğimiz şeyi, şimiki gençler, günlük olay, ne bileyim sigara içmek gibi bir hale getirmişler. Belki böylesi daha güzel... Bilemiyorum, böylesini yaşamadığım, yaşayamadığım için daha güzel olup olmadığını bilmiyorum. Ama ben kendi dönemimin aşkından memnunum. Eskiden nasıl Göksu'da saatlerce kürek çekerlermiş, perdenin ardından bir bakış için, işte ben de gençliğimde saatlerce İzmir'de Alsancak'ta yürür dururdum. Her akşam saat sekizden ona, her akşam dört saat. Ama sonunda o bakış var ya o bakış, öy le değerliydi ki...”
Denemelerden oluşan bir kitabın yazısını yazmak zor. Neresinden tutsam elimde kalıyor. Yazmaya başlasam her bir deneme için yüzlerce satır yazabilirim ama o kadar detaya gerek yok sanırım. Güzel bir kitap. Keyifli bir kitap. Bence denemelisiniz, en azından Paf ve Puf'un nereden geldiğini öğrenmek için.
Okumak budur.
"Andre Maurois'nın anneannesi doksan yaşına çengel attığı vakit bile, bir gün olsun, yeni yazarları okumaktan geri kalmamıştır.
Okumak budur.
Yaşamın boyunca binlerce ton kitap devirmedinse hiçbir şey okumamış sayılırsın. Aralık aralık, yasak savmak, bir toplulukta utançlı duruma düşmemek, ya da geceleri uykuyu egavlamak için fıştıklanan kitaplar okuma sınırı içine girmez.
Uzun lafa ne gerek, okumayı seven kişi, bir kitabı bitirdi mi, bir başkasının üstüne atılmadan duramaz. Kimileri de birini bitirmeden ötekine başlar, ya da birini okurken, ona ara vererek bir başkasını mideye indirir. Şu var ki, çok çok okumadan, boyuna okumadan dünya ve dünya yazını üzerine öksürüksüz bir yargıya varmanın yolu yoktur. İngiliz romancılardan Virginia Woolf şöyle der günlüğünde:
- Tanrım okunacak ne çok kitap var! Dickens ile Mrs. Gaskell'in tüm yapıtlarıyla karşılaştırabilmek için James Joyce'un, Wyndham Lewis'in, Ezra Pound'un tüm yapıtlarını okumalıyım. George Eliot'u ise hesaba katmıyorum. Sonunda da Thomas Hardy'yi okumalıyım."
Salah Birsel, Paf ve Puf
22 Ağustos 2011 Pazartesi
21 Ağustos 2011 Pazar
Ufak bir yenilik.
Herkese merhaba,
Umarım keyifli bir Pazar geçirmektesinizdir.
Her ne kadar bu aralar blogu ziyaret edenlerin sayısında bir düşüş olsa da oralarda bir yerlerde hala yazdıklarımı okuyan birileri olduğunu biliyorum.
Sizlere kolaylık sağlayacağını düşündüğüm için sağ tarafa "Yazarlar" diye bir başlık açtım. Blog açıldığında beri bu yazarların kitapları için yazdığım yazılara, yazar adlarına tıklayarak ulaşabilirsiniz.
Sevgiler.
20 Ağustos 2011 Cumartesi
17. Mini anket sonuçlandı!
Merhaba,
Bir anket daha bitti ve üzerine saatlerce konuşulabilecek bir konu ile karşı karşıyayız.
Yakın çevrenizde kitap okumaktan hoşlanmayan/zevk almayan/nefret eden kişiler var mı?
Ankete toplamda 39 kişi katılmış.
35 kişi var
4 kişi yok, demiş.
Açıkçası benim çevremde doğrudan "Ben kitaplardan da onları okumaktan da hiç hazetmiyorum" diyen kimse yok. Elbette herkesin kitaplardan aldığı keyif farklıdır fakat bu kadar net bir söylemi benimsemiş kimsecik yok yakın çevremde. Çok sevmeyenler var. Çok vakit ayıramayanlar var. Sevdiğini söyleyip hiç okumayanlar var.
Önce şuradan başlayalım bence. Bir insan neden kitap okumaktan zevk almaz? Birçok yanıt vermek mümkün. İyi kitaplar okumamıştır daha önce, çok zevk aldığı başka bir tutkusu vardır ve kitaplar onun yanında sönük kalır, sıkılgan bir yapısı vardır...
Peki bir insan neden kitap okumaktan nefret eder? Açıkçası ben hiç böyle bir insanla tanışmadığım için sadece varsayımlar üzerinden gidebilirim. Öncelikle neden böyle bir şeye nefret besler insan, bilemiyorum. Belki de nefret edenler var ama dile getiremiyorlar. Garip ama.
Önyargılı olmak kötü, ihtimalleri bir anda yerle bir edebiliyor. Ben bu konuda çok dikkatli davranmaya çalışıyorum. Bu durumda, kitaplardan hoşlanmayan birini kötü diye yargılayamazsınız, ya da ilişkinizi bunun üzerinden şekillendiremezsiniz. Ama açıkçası, hayatınıza dahil ettiğiniz kişilerde de belli özellikler aramak son derece doğal. Yoksa önümüze her gelenle arkadaşlık yapardık, sevgili olurduk. Bu nedenle, kendi adıma, şöyle diyebilirim ki kitap sevmeyen bir kişinin gözümde kitap sevenden daha düşük bir değeri olmaz. Elbette ben tanıdıklarımla oturup sabah akşam kitaplardan konuşmuyorum ama işte o kitaplardan hoşlanmayan kişyle büyük olasılıkla çok ortak yönümüz olmayacaktır, konuşacak konu bulamayız ve sessizliğe mahkum kalırız. Böyle olmayadabilir elbette, benimki sadece bir tahmin.
Neyse, üzerine yazması çok zor bir konuymuş bu. Sonuçta kitap sevmeyenler de elbette keyif alacakları başka bir şeyler bulmuşlardır.
Kısacası kitap sevenler iyi insan sevmeyenler kötü insana indirgememek lazım ama insan kitap sevmeyenlere de şaşmadan edemiyor.
Bi' deneseler severler bence.
Ajanda Mevzusu.
Siz ajanda kullanabilenlerden misiniz?
Özellik ajada kullananlardan mısınız diye sormadım. Çünkü biliyorum işin sırrı ajandayı alıp, ilk birkaç gün/hafta bir şeyler yazıp, yazdıklarını da unutup sonra da bir kenara atmak değil ajanda kallanmak. Ya da yıl boyunca çantanızın diplerinde ikamet etmesi ama sizin el sürmemeniz hiç değil.
Çoğu insan Ocak ayında ilk notlarını almaya başlar gıcır gıcır yeni ajandasına. Benim için yeni ajandaya başlama ayı Eylül'dür. Genelde yaz aylarım bomboş geçmese de ajanda kullanmamı gerektirecek kadar önemli şeyler olmaz hayatımda. Okulun açılmasıyla birlikte, koşu başlar.
Ben ajandasız yapamayanlardanım. Hatta bazen ajanda dar geliyor, elimin üstüne de kullanmaya başlıyorum. Yazları şort giyerken, bacağımı kullanmışlığım da vardır not almak için.
Son yıllarda o kadar güzel ajandalar var ki piyasada, mümkün olsa birden fazla kullanırım. Lise boyunca ve üniversitenin ilk yılında, Giller'in ajandalarını kullandım. Kedi ya da köpekli olanı seçebileceğiniz bu ajandalar bana çok kullanışlı gelmişti. Her güne bir yarım A4 boyutunda sayfa ayrılmış bu ajandanın her sayfasının altında sahipleri tarafından resimleri gönderilen kediler ya da köpekler ve onlar hakkında kısacık yazılar yer alırdı. Sitelerine şuradan bakabilirsiniz. Artık bu yıl için geç ama 2012-2013 için siz de evcil hayvanınızın fotoğrafını yollayabilirsiniz. Ben elbette kedili olanı seçerdim.
Sonra üniversitede, kapağında kocaman bir kedi olan ajandaların yeteri kadar cool olmadığına karar verince Moleskine kullamaya başladım. Ama çok iyi bir tercih yapamamışım çünkü yine yarım A4 boyutunda sayfaları olan bir ajandaydı fakat bu sefer farklı olarak bir sayfaya şimdi tam hatırlayamasam da ya 5 ya da 7 gün sığdırılmıştı! Benim nohut büyüklüğündeki harflerim elbette günlere sığmadı, ve pek rahat kullanamadım. Fakat sayfa dokusu kesinlikle mükemmeldi.
Son iki yıldır paperblanks ajandaları kullanıyorum. Şuradan bakabilirsiniz. Remzi Kitabevi'nde satılıyor, ben genelde orada rastlıyorum. Kelimelerle tarif edilemeyecek kadar güzel kapakları var. Fiyatları biraz yüksek fakat bence kesinlikle değer. Hele ajandaları bitirdikten sonra saklayanlar için birebir.
Bu hafta içinde yeni ajandama karar vermem lazım. Bu sene öyle yoğun bir sene olacak ki, bol boşluklu bir taneye ihtiyacım var! Tavsiyelere açığım.
Son olarak, geçen seneden beri çok faydasını gördüğüm bir şeyden bahsetmek istiyorum. Evet ben ajandasını düzenli kullanan biriyim fakat bazen ay boyunca ne güne neyi yetiştirmem gerektiğini bir seferde bakıp görmek istiyorum. Kuş bakışı misali. Evet ajandaların ön sayfalarında günlere karelere bölünmüş takvimler oluyor ama bana daha büyüğü lazım. İşte bu nedenle, şöyle bir şey yapıyorum.
2 adet A4 kağıdı, boydan yan yana bantlıyorum. Yani iki kağı yan yana birleşmiş oluyor, büyükçe bir dikdörtgen elde ediyoruz. Sonra 30 ya da 31 günlük, klasik takvimi çiziyorum bir cetvel yardımıyla. Renkli kalemleri çıkarıyorum çekmecemden. Önce ayın adını yazıyorum en tepeye, boyuyorum bir güzel. Sonra da Pazartesi'den Pazar'a yazıyorum, ay adının altına. Sonra da işte 1-30/31'e kadar sayılar yazılıyor. Böylece kocaman bir takvimim olmuş oluyor. Bu arada bantlı taraf arkada kalıyor elbette. Hem katlanabildiğinden ötürü istediğiniz gibi dosya, kitap arasına da sıkıştırabilirsiniz ya da duvara falan asabilirsiniz. Sonra da başlarsınız artık ay boyunca her günün payına düşeni yazmaya.
Zaman geçtikçe biten günün üstüne kocaman bir çarpı koymayı da unutmayın!
19 Ağustos 2011 Cuma
Top Oynayan Kedi Mağazası - Honoré de Balzac
Merhaba. Nasılsınız? Ben genel olarak iyiyim sanırım. Yavaştan listelerimi hazırlamaya başladım bile. Eksikler listesi, Acil alınması gerekenler listesi, İstanbul bavuluna konacaklar listesi, İzmir bavuluna konacaklar listesi...
Başlangıçlar her zaman iyidir. İyi gelir. Bir de bazen her şeyi oluruna bırakmak en güzeli.
İtiraf etmeliyim ki bu kitabı sırf ismi yüzümden büyük bir hevesle aldım elime. Yoksa Balzac çok severek okuduğum bir yazar değil. Bu sefer de çok bir şey değişmedi, sırf bitsin diye okudum. Buna rağmen özellikle değinmek istediğim birkaç nokta var.
Hatırlar mısınız bilmem, Cumhuriyet Gazetesi eskiden, tahminen 1998'de Dünya Klasikleri'ni veriyordu. Bir ara Mustafa Kemal Atatürk ve İsmet İnönü ile ilgili kitaplar da vermişti. Boyut olarak ufacık bu kitaplar bizde hala duruyor. İşte Top Oynayan Kdi Mağazası da arkasındaki "Cumhuriyet'in okurlarına armağanıdır, parayla satılmaz" ibaresiyle o kitaplardan biri.
Honore de Balzac 1799 yılında Tours'da doğmuş. Kitabın önsözünde yazdığına göre tüm hayatı boyunca bitmek bilmeyen borçlarını ödemek için bin türlü işte çalışmış durmuş. "Değerli" görülen romanlarını 1825'ten sonraki yıllarda yazmış. Benim bahsedeceğim küçük romanı ise yazmaya 1829 yılında başlayıp bir senede tamamlamış.
Kitap, Fransa'da Saint-Deniz caddesi ile Petit-Lion sokağıyla kesiştiği yerdeki bir evden söz ederek başlar. Bir de dükkandan. Dükkanın tabelasında son derece acemice çizilmiş top oynayan kedi figürü vardır. İşte bu nedenle mağaza da Top Oynayan Kedi Mağazası olarak anılmaya başlamıştır. Mağazının sahibi, aynı zamanda iki kız babası olan Bay Guillaume'dır. Fakirlikten gelip kitap boyunca servetine servet katan bu adam, kendi halinde yaşayıp gitmektedir. Bu karaktere nazaran daha ilginç olansa karısıdır. Dinine son derece bağlı bu kadın, kızlarını sıkı bir disiplin altında büyütmüştür. Etrafından hep kızacak bir şeyler bulur.
Kızlara gelirsek Augustine küçük ve güzel olandır. Ablası Virginie ise onu kıskanan çirkindir. Ablanın aşık olduğu adam yani Lebas aslında Augustine'e aşıktır ancak tek taraflı bir aşk olduğu için, Lebas kalbinin değil de paraların şıkırtısını dinler ve Bay Guillaume'ın büyük kızı ile evlenir. Augustine ise sokaktan geçen yakışıklı bir serseriye aşık olur. Bu adam ise ünlü bir ressamdır. Theodore. Yapıtları yüksek fiyatlara alıcı bulduğundan ötürü Augustine'in babası, annesinin tüm itirazlarına rağmen evlenmelerine izin verir. Evliliklerinin ilk yılı son derece güzel geçmiş olsa da, ressam eşinin bilgisizliğinden ya da diğer bir deyişle taşralı bir zengin kızı oluşundan sıkılır ve huzur ev dışında aramaya başlar. Bu sırada Augustine hamile kalır, ağlar bayılır. Kocasının aşık olduğunu düşündüğü kadının evine gider, akıl danışır. Kısacası çaresizlikten ne yapacağını şaşırır. En sonunda da 27 yaşında mutsuz ve istenmeyen bir kadın olarak ölür.
Hikaye böyle. Detaylara gelecek olursak, çok olmamakla beraber benzetmeler benim hoşuma gitti. Örnek vermek gerekirse,
"Kırlaşmış saçları kafasının üstüne öyle bir düzenle taranıp yatırılmıştı ki, onu sanki üzerinden yeni saban geçmiş bir tarlaya döndürmüştü."
"Dükkanını dıştan koruyan kalın demir çubukların arasından, koyu renkli bezlere sarılmış birtakım paketler hayal meyal görülebiliyordu; bunların sayısı Okyanus'u geçmek için yola düşen ringa balıkları kadar çoktu."
Bana kalırsa dönemin Katolik-Protestan çatışmasını da iyi bir şekilde işliyor, çok derinlemesine olmasa da. Damadından nefret eden Augustine'in annesi, başıboş geçen bu ressamın garip hallerini Protestan olmasına bağlıyor ve bu nedenle son derece doğal karşılıyor.
Beni şaşırtan diğer bir konu ise o dönemde evlilik sözleşmesinin olması. Augustine ile Theodore evlenmeden önce böyle bir anlaşmaya imza atıyorlar. Halkımızın geneli tarafından en fazla son 10 yıldır bilinen bu şey, aslında epey önceye dayanıyormuş.
Benim kitap ile ilgili söyleyebileceklerim bu kadar. Karar size kalmış....
Kuyruk.
"Neredeyse çökecek olan bu eski evin ağırlğıyla eğilmiş gibi duran dört direğin üstüne, yatay olarak dayatılmış kocaman bir tahta parçası, binbir türlü boyayla boyanmıştı; kart bir düşesin yanağında da ancak bu kadar al vardır. Büyük bir incelikle işlenmiş bu geniş direğin ortasında da top oynayan bir kediyi betimleyen eski bir tablo vardı; bu resim delikanlının çok hoşuna gitmişti. Şunu da söyleyelim ki, zamanımızın ressamlarının en alaycısı bile bu kadar gülünç bir şey uyduramaz. Kedi patilerinden biriyle kendisi kadar büyük bir raket tutuyor, işlemeli giysili şık bir bayın attığı kocaman topa nişan almak için de art ayakları üstünde yükseliyordu. Çizgiler, renkler, ayrıntılar, her şey sanatının tüccarlarla, gelip geçenle eğlenmek istediğine inandıracak biçimde kullanımıştı. Zaman, her şeyi anlamak isteyen halkın zihnini kurcalayacak olan bu çocukça resmin şurasını burasını değiştirmiş, daha kaba bir duruma sokmuştu. Örneğin, kedinin alaca kuyruğu yer yer öyle kesilmişti ki, insan kedinin kuyruğunu seyirci sanabilirdi; atalarımızın kedilerinin kuyrukları o kadar gösterişli, iri ve tüylüydü."
Honoré de Balzac, Top Oynayan Kedi Mağazası
13 Ağustos 2011 Cumartesi
Hayaletler Sonatı - August Strindberg
"Ah Tanrım, bir ölebilsek, ölebilsek!"
Hiçbir zaman için iyi bir tiyatro izleyicisi olamadım. Fakat oyun okumaktan hep büyük keyif aldım. Garip bir şekilde izlemek aynı keyfi vermedi. Neden inanın ben de bilmiyorum. Birkaç sene önce de bu konuda kendimi zorlamayı bıraktım.
Zamanında 15 liraya alınmış bir kitap. Dönemin Kültür Bakanı Ahmet Taner Kışlalı'nın önsözüyle. İlk baskısı Nisan 1979'de yapılmış. İncecik bir kitap, sade bir kapak. Kültür Bakanlığı Yayınları'ndan.
August Strindberg'in adını ben daha önce hiç duymamıştım. Merak edip araştırınca son derece sıradışı bir adam çıktı karşıma. Öncelikle oldukça ünlü ve önemli bir isim. 1849 doğumlu olan Strindberg, Modern İsveç Edebiyatı'nın babası olarak biliniyor. Aynı zamanda birkaç çağdaşıyla beraber modern dramanın da. The Red Room adlı kitabı, İsveç Edebiyatı'nın ilk modern eseri olarak kabul görmüş. Altmıştan fazla oyun, otuz civarında da roman yazmış. En bilinen oyunları ise Master Olof, Miss Julie ve The Father. Maksim Gorki'nin etkilendiğini söylediği isimler arasında da Strindberg'in adı geçiyor.
Hayaletler Sonatı, 1907 yılında yazılmış. Üç perdelik bir oyun. Son derece kısa olmasına rağmen, sembolik anlamlar yüzünden o kadar yoğun ki, tahmin ettiğiniz kadar hızlı okunmuyor. Fantastik öğelerden sıklıkla yararlanılmış. Zaten Strindberg de hayatının bir bölümünde bu tür konulara derin bir merak salmış.
Oyun benim birazcık tüylerimi ürpertti. Konuşmalar kısa kısa ve kesik. Zaten garip bir evin içindeler. Öğrenci Arkenholtz, Pazar günü doğmuş genç bir adam. Ölüleri görebiliyor. Albayın kızı ile konuşmaları oldukça garip. Sanki bir rüyadan uyanmak ister gibi ama aynı zamanda devamında ne olacağını merak ettiği için devam da etmek istiyor. Oyun Böcklin'in Ölüler Adası (Isle of the Dead) Tablosu ile sonlanıyor. Bir süre önce hakkında epey bir şey okuduğum bir tabloydu bu. Merak ettiyseniz şuradan bakabilirsiniz.
Zamanı için oldukça farklı bir yazım olduğu kesin. Şimdi bile çok sıradan karşılanamaz. Ben okumanızı öneririm, bittikten sonra "bu neydi şimdi" deme ihtimaliniz de var. Kim iyi, kim kötü belirsiz. Belirsizlik değil midir zaten bizi çeken? İyiliğe dair bir şeyler arayın bence okurken. İyi ve kötü arasındaki hatların bulanıklaşmasını görün.
"Ah! Ne tatlıdır, lekesiz bir içtenlik"
Tik tak.
"YAŞLI ADAM - Havadan sudan mı konuşacağız, bilmiyor muyuz? Birbirimizin hatırını sorsak, onu da biliyoruz. Ben susmayı yeğlerim. İnsan o zmana düşüncelerin sesini işitir, geçmişi seyredebilir. Susmalar bir şey gizleyemez, ama sözler gizler. Geçenlerde okudum, dil ayrımlaşmaları ilkel boylarda başlamış bir oymağın gizlerini öbür oymaktan saklamak için. Demek her dil bir şifredir, açkıyı bulan kişi yeryüzündeki bütün dilleri anlayabilir. Ama bu, gizlerin çözümsüz açkısız açıklanamayacağını göstermez.
Duvardaki saatin tik taklarını işitiyor musunuz, biz ölüm böceği gibi? Ne söylediğini duyuyor musunuz? "Va-kit ta-mam, va-kit ta-mam!"
Birkaç dakika sonra çaldığı zaman, zamanınız dolmuş olacak. O zaman gidebilirsiniz. Daha önce değil.
Vurmadan önce kolunu kaldırıyor size. Dinleyiniz. Sizi uyarıyor. Saat vurur, ben de vurabilirim."
August Strindberg, Hayaletler Sonatı.
12 Ağustos 2011 Cuma
Gül Mevsimidir - Füruzan
2 hafta önce yine bir başka şehire doğru yola çıkarken bavulu bir çırpıda hazırlayıvermiştim. İnsan keyifsiz olunca, yapmaktan en çok zevk alığı işler bile yük olup çıkıyor. Birkaç parça kıyafeti gelişigüzel katlayıp koyduktan sonra, neredeyse ne olduklarına bakmadan 10-15 tane de kitap atıverdim bavula. Lafın gelişi atıverdim diyorum, elbette fırlatmadım. Bir tek daha önce okumadıklarımdan seçmiş miyim diye kontrol ettim o kadar. İşte vardığımdan beri o kitapları okuyorum. İyiler de var aralarında, uzun yola çıkarken taşınacak kadar iyi olmayanlar da.
Geçen gece, yeteri kadar oflayıp pufladığım bir günün ardından erkenden uykum geliverdi. Ben de bari elime bir kitap alayım da gireyim yatağa dedim. Elime ilk Füruzan geldi. Bu arada bu rastgele yaşamım da oldukça garip değil mi? Kitapları böyle seçiyorum, giyeceklerimi ve yiyeceklerimi de. Pek hayra alamet değil gibi bu durum. Her neyse. İşte başladım bu kitabı okumaya. Füruzan'ın yazdıklarını genel olarak (bu genel olarak lafını da hiç sevmem ama neyse) severim. Ama nedense bu o kadar etkilemedi beni. Belki kendi tatsızlığımı taşıyorum kitaplara. Öyle olmadığını varsayıyorum.
Kitaba başladığın an, bir ah çektim içimden. Onca kitap arasından yine mi bir aşk hikayesi! Hem de aşka ve türevlerine inancımın en aza indiği bu dönemlerde. Neyse, o kadar yoldan getirmişim bari okuyayım dedim. Korkum duygusallaşmak, üzülmekti gece gece. Olmadı. Bu aşk beni hiç etkilemedi.
Füruzan'ı, kitaplarını duymuşsunuzdur. Bana göre çok güzel bir kadın. Kadın yazar. Ben ilk olarak Kırk Yedi'liler ile tanıdım. Lisede. Sonra birkaç kitabını daha okudum, ama en sevdiğim hep ilk okuduğum olarak kaldı. Hakkında çok fazla şey bilmiyorum zaten son zamanlarda öyle çok adını duyduğum da yok. Siz duyuyor musunuz?
Gelelim kitaba. Benim kitabım eski bir baskı, cildi yıpranmış. 1985 yılında Can Yayınları'nda basılmış. Kitabın en arkasında Erdal Öz'in Füruzan ile yaptığı kısacık bir söyleşi var. Oradan öğreniyoruz ki aslında Gül Mevsimidir yazarın daha önce Kuşatma adıyla yayınlanmış öykü kitabında yer alan öykülerden biriymiş. Daha sonra Erdal Öz'ün teklifi üzerine kitap olarak basılmış.
Bu aşk hikayesinin kahramanları Mesaadet ile Rüştü Şahin. Aslında Mesaadet o kadar baskın bir karakter ki, bu aşkta Rüşüt Şahin'e yer yok gibi. Daha doğrusu Mesaadet'in olduğu herhangi bir yerde ikinci bir kişiye ne yer ne de gerek var. Bugüne kadar en itici kitap karakterleri diye bir liste yapsam, bu İzmirli şımarık zengin kızı kesinlikle en tepelerde yer alırdı. Hem benim ne haddime onu aşağılara bir yere yerleştirmek.
Kitap aslında zamanda zigzaglar çizer gibi. Bir genç Mesaadet anlatıyor bir yetmişini geçmiş Mesaadet. Sonra hop dışarıdan bir göz aktarıyor bize olanları. Yorucu değil aslında. Güzel. Mesaadet anlattığına göre çok güzel bir kız. Sonra da güzel bir kadın. Ama hep mutsuz. Ailesinden sevgi görmüyor, ilk aşkı savaşta ölüyor, evlendiği adamı sevemiyor. Füruzan sanki tüm bunların sonucu Mesaadet tatsız bir ihtiyar olmuş gibi anlatıyor ama bana kalırsa öyle değil. Bazı insanlar doğuştan sevimsizdirler. Mesaadet kesinlikle onlardan biri. Kitap boyunca da sözde, Mesaadet'in kendiyle hesaplaşmasını okuyoruz. Bence hiç sahici değil.
Kendi mutsuzluğumu kitap karakterleri üzerinden dışarı kusuyorum falan sanmayın. Sevemedim ben bu kitabı. Füruzan aslında kendi de dile getiriyor söyleşisinde, daha önce denemediği bir tarz, bilmediği hayatları anlatıyor. Zenginliğin, ihtişamın tasvirlerinde bir sorun yok. Sorun kitabın genel olarak çok eğreti durmuş olması. Ben bir tek hafif deli dadı karakterini sevdim. Onu da Mesaadet sevmediği için sanırım.
Kısacası, bildiğimiz zengin kız-fakir oğlan aşkının farklı bir versiyonuydu okuduğum. Belki de ben artık bu klişelerden çok sıkıldım. Bir de kahramanlarını evmediğiniz bir aşk hikayesini ne kadar sevebilirsiniz ki? En fazla umutları olan genç bir adamın genç yaslta savaşta ölümüne üzülebilirsiniz. Hani bazı aşklar vardır, bazı insanlar, sizin daha iyi bir insan olmak sebebinizdir. Füruzan onu anlatmaya çalışmış bana kalırsa. Kitap boyunca okuyucunun Mesaadet ile arasında bağ kurabileceği bir an bile olmuyor. Bir kere olsun sevimli bir şey yapmıyor, iyi bir kelime çıkmıyor ağzından Mesaadet'in. Böyle olunca da, bu aşk hikayesini dinlemek istemiyor insan.
Aşk acısı kötü bir şey diyerek sonlandırabilirim bu yazıyı da sanırım.
"Heyhat, hayat sevdalılara acımıyor!"
"
Mekteb-i hayat.
""Rüştü Şahin'i ilk kez, babası babamın işleriyle ilgili kağıtları iletmek için onu bize yolladığında, üst sofadan geçerken görmüştüm. Havuzlu bahçeye salıncak kurulsun diye direttiğim günlerdeydi. Bana bakakalmıştı. Bahriye yakalı lacivertlerim vardı üstümde. Saçlarımı, istediğim yapılmadığından, dadıma kıvırtıp toplatmamıştım. Merdivenlerin bitiminde duruşu sıkıntılıydı. Ceylanı andırır kara gözleri vardı. Azıcık batık şakakları yüzünün gençliğine aykırı düşüyordu. Bir an önce odalarla, sofalarla, zenginlikle yüklü bu yerden kaçmak istiyormuş, bana sonra söylemişti. "Taşbebek gibiydin. Beğenmeyen bakışların vardı. Öylesine güzeldin ki bizim semtte senin güzelliğinde hiçbir şey görmemiştim o güne kadar," demişti. "Ne ağaç, ne çiçek, ne insan, ne de bir eşya." Gülüvermiştim. "Hiç insan güzelliği ağaçla, eşyayla karşılaştırılır mı Rüştü Şahin!" demiştim. "Burnu kitaptan çıkmaz demişti bir gün babası babama. "Ama fırsat olmalı ki Darülfünuna gönderebilelim." Babam elindeki kağıtlardan başını kaldırmadan, "Hayatını kazansın efendim, hayatını kazansın! Mekteb-i hayat, pek mühim ve elzem tecrübelerle doludur. Biz Darülfünun bitirdik mi? Yoo! Şimdi ise meydandayız," demişti. Rüştü Şahin'in babası bir an, tanımadığımız bakışlarla bakmıştı babama, sonra pencereleri örten perdelere... Yeniden gözlerini çevirdiğinde bakışları bildiğimiz gibiydi."
Füruzan, Gül Mevsimidir.
11 Ağustos 2011 Perşembe
Sirk.
"Sirklerde, örtülünce artistleri gözlerden gizleyen, böylelikle numaralarının büyüsünü hiç bozulamadan koruyan tiyatro perdeleri yoktur. Trapezci gözkamaştıran spotların altında trapezin ta tepesine kurulmuş, gerçekten de yıldız gibi parlamış yanıp sönmüştür. Derken yere iner, spotlar artık onu izlemez olur. İşte, ilgilenen varsa -herkes palyaçoları seyretmektedir- orada, gözler önündedir, seyircilerin önünden geçerek çıkışa doğru koşar gider. Artık kimse ona alkış tutmaz. Bir iki kişi ya bakar ya bakmaz trapezciye.
Bu görünmez olma duygusuyla birlikte, bir yorgunluk da gelip çöküyor George'un üzerine; hiç de fena değil. Dirim gücü sular gibi çekiliyor, hem de hızla, kendisi de ona kapılmış gidiyor, hoşnut. Bu da dinlenmenin bir yolu. Birden olduğundan çok daha yaşlı buluyor kendini. Dışarıya çıkıp otomobil park yerine doğru yürürken artık farklı yürüyor, çok daha az yaylanıyor, kollarıyla bacaklarını daha bir tutuk kıpırdatıyor. Yavaşlıyor. Ara sıra ayakları birbirine dolanıyor tam anlamıyla. Başı öne eğik. Ağzı açılıp gevşiyor, yanak kasları sarkıyor. Yüzüne donuk, dalgın, uysal bir ifade yerleşiyor. Peteklerinin çevresinde dolanan arılar gibi garip bir ses çıkararak kendi kendine mırıldanıyor. Yürürken ara sıra, sesli sesli, uzun uzun osuruyor."
Christopher Isherwood, Tek Başına Bir Adam
10 Ağustos 2011 Çarşamba
16. Mini anket sonuçlandı!
Herkese merhaba,
16. ankete gelmişiz, inanılmaz! Zaman gerçekten çabuk geçiyor. Niyeyse benim günlerim bir türlü geçmek bilmiyor. Hemen Eylül gelsin İstanbul'a döneyim istiyorum. Oysa bir bekleyenim falan da yok. Ben de bunu, gelmesi yakın aşırı keyifli İstanbul günlerinin bir işareti olarak algılıyorum.
Gelelim ankete.
Bu anketin sorusu şöyleydi: Okuduğunuz ilk kitabı hatırlıyor musunuz?
Toplam 40 kişi katılmış.
18 kişi hayır demiş
22 kişi de evet.
Açıkçası ben evet diyenlerdenim ama çok da emin değilim. Birkaç sene önceye kadar hafızama gerçekten çok güvenirdim, ilkokul birinci sınıftaki insanların bile tümünün adı soyadı ezberimdeydi. Büyük olasılıkla üniversitedeki aşırı yüklemeden dolayı beynimin bir bölgesi onarılamaz bir şekilde bozuldu. Günleri unutacak hale geldim.
Bana kalırsa okuduğum ilk kitap Roald Dahl'ın Dev Şeftali adlı kitabı. Ama çok emin değilim, dediğim gibi. Çocuk Kalbi ve Küçük Prens de ihtimaller arasında.
Bir insanın okuduğu ilk kitap bana kalırsa gerçekten çok önemli. Sonuçta bilinçaltı diye de bir gerçek var. Sıkıcı ve sonu gelmez bir kitap eğer ilk kitabı olursa bir çocuğun, okumaktan sonsuza dek nefret etmesi çok normal. Neyse ki 10 yıl öncesine göre dahi çok ama çok güzel çocuk kitapları var. Özellikle Yapı Kredi Yayınları'nınkilerini çok beğeniyorum. Aklınızda bulunsun.
Sizin okuduğunuz ilk kitap neydi?
Sevgiler.
8 Ağustos 2011 Pazartesi
6 Ağustos 2011 Cumartesi
Harry Potter ve Büyülü Taş - J.K. Rowling
Herkesin okuma sebebi başkadır. Sevip sevmemekten bahsetmiyorum. Elinize bir kitap ya da "o" kitabı almaya iteni diyorum. Mesela ben sıkılınca, bir şeye çok üzülünce okurum. Normalde okuduğumdan daha fazla okurum. Gözlerim ağrıdan patlayana kadar okurum. İşte bu dönemlerde okuduğum kitaplar ezbere bildiklerimdir. Her şeyin üstüne bir de yeni bir şeyle karşılaşmak istemem. İşte bu üç bilemedin dört kitap cümle cümle aklımdadır. Neden böyle bilmiyorum, mesela televizyonu açsam ya da bir yerlere gitsem aynı etkiyi yaratmaz. Tanıdık bir şeyler okumam gerekir, hep. Düşünmemem gerekenleri düşünmemek için.
Sizin bu aralar keyfiniz nasıl bilmiyorum ama ben dünyanın en mutlu insanı olmadığımdan eminim. Benim en yakın diyebileceğim üç tane arkadaşım var. Biri erkek, ikisi kız. Erkek olanı 7 yaşımdan beri tanıyorum. Kızlarla ise 4 senedir arkadaşım ama 7/24 beraber geçen 4 sene olduğundan, kaç seneye eşdeğer bilmiyorum. İşte erkek olan bütün yaz yoktu. Yurtdışında çalıştı, staj yaptı. 2 günlüğüne gelip sonra 5 aylığına uzakta bir kıtaya gidecek. Kızlardan biri de o uzak kıtaya gimek üzere şu an bir uçakta. Büyük olasılıkla uyumaya çalışıyor ama yapamıyor. İkinci kız ise doğduğu, doğduğumuz şehre geri döndü. İşe başladı. Yeni bir hayatı var. Milyonlarca insanlık şehir bir bize yer bulamadı. Hepimiz sanki özenle seçilmiş gibi dağıldık. Elbette ilişkimizde değişen bir şey olmayacak ama yine de insan üzülüyor ve hemen özleyiveriyor. Mail, skype, telefon elde koca kupa kahve ile sabahlara kadar gülmenin yerini tutmaz ki.
Tüm bunlar, ayrıca başka şeyler ki artık yazmak istemiyorum yoksa burası kitap blogu olmaktan çıkıp ergenlerin dertlerini anlatığı bir yer halini alacak diye korkuyorum, ben iyice bunaldım. Tutam tutam saçım dökülüyor, geceleri uyuyamıyorum. Uyandığımda da yorgun oluyorum. Neyse ki Eylül başı İstanbul'a dönüyorum. Bu garip şehir beni de lanetledi sanırım. Efsunlu gibi sadece caddelerini düşünüyorum. Gün sayıyorum.
Kısacası çok mutsuzum.
Harry Potter, daha doğrusu o büyülü dünya da buna çok benzer bir dönemde hayatıma girmişti. 2000. Milenyum. Ne akademik başarılarım, ne de herhangi bir konudaki yeteneğimle övünmem, Harry Potter'ı ilk keşfedenlerden biri olmakla övündüğüm kadar. Zaten fark ettiyseniz başlıkta kitabın adı da Harry Potter ve Felsefe Taşı değil, Büyülü Taş. Çünkü Yapı Kredi Yayınları'ndan çıkmadan önce Dost Yayınları tarafından basılan bu kitabın adı böyleydi. Çevirmen farklıydı. Muggle yoktu İçdaraltan vardı. Kısacası şimdiki halinden epey farklıydı. Sonra yeniden çevrildi, değişiklikler yapıldı. Fakat 1999 yılında basılan bu kitabın bir tanesinin de bende olması emin olun güzel bir duygu (:
Ya ilkokul 3 ya da 4. sınıftaydım. Babam farklı bir ülkeye taşınıyordu. Biz de tatillerde yanına gidecetik çünkü o zaman gittiğim okul gerçekten çok iyiydi ve beni alıştığım yerden ayrımak istemiyorlardı. Ben üzülmüştüm ama çok net de hatırlayamıyorum şimdi. Sonra Harry Potter çıktı karşıma. Okumaya başladıktan sonra sıkılıp bıraktığımı ve bir hafta sonra uykum kaçtığı gece tekrar elime aldığımı hatırlıyorum. Sonrasını tahmin edersiniz elbette.
Harry Potter'ı okuyan herkesin farklı bir sebebi var bence sevmek için. Ben her şeyin mümkün olmasını sevmiştim. Çikolatalı kurbağaları sevmiştim, şatoyu sevmiştim, Hagrid'i çok çok sevmiştim...Hiç yalnız olmamalarını, birlik duygusunu... Bir de Hermione ile olan benzerliğimiz. Herkesten bunu duyunca insan ister istemez daha da bağlanıyor bu seriye.
Filmlere gelince, sinema konusunda çok iyi değilim. İzlerim ve beğenirim genelde. Nelere dikkat etmek gerekir bilmem mesela. Vasat bir film izlesem de eğer sıkılmadan sonuna gelebilmişsem benim için iyi bir filmdir. Bu nedenle serinin filmlerini de izledim, sevdim. Daha iyi olabilirdi elbette. Bilmiyorum, bence fena da değillerdi.
Geçen hafta tekrar Harry Potter okumaya başladım, okunmayı bekleyen onca kiap varken. İster terapi deyin, ister zaman geçirmece, bana iyi geldiği kesin. Bunun da bir ktiap yazısı olmadığının farkındayım. Pek bir şeye benzemedi ama en azından bu aralar yapılacak işlerden vakit kaldığında neyle meşgul olduğumu öğrenmiş oldunuz.
Neyse, şimdilik bu kadar. En kısa sürede eski neşeme kavuşmak dileğiyle.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)