"İnsan esmer ve uzun boylu olabilir ve gene de ağlayabilir. Bunun için, ansızın aşkın ömrünün üç yıl olduğunu keşfetmesi yeterlidir. Bu, en kötü düşmanımın bile başına gelmesini istemeyeceğim bir şey - düşmanım olmadığına göre, bu bir üslup çalımından ibaret. Züppelerin düşmanı yoktur, bu nedenle herkes hakkında kötü konuşurlar: Düşmanları olsun diye.
Sivrisineklerin ömrü bir gündür, güllerinki üç. Kedilern ömrü on üç yıldır, aşkınki üç. Böyle işte. İlk yıl tutku, sonra bir yıl şefkat ve nihayet bir yıl can sıkıntısı.
İlk yıl, "Beni terk edersen kendimi öldürürüm," denir.
İkinci yıl, "Beni terk edersen acı çekerim, ama kendimi toparlarım," denir.
Üçüncü yıl, "Beni terk edersen şampanya patlatacağım," denir.
Kimse sizi aşkın ömrünün üç yıl olduğu konusunda uyarmaz. Aşk komplosunun temelinde çok iyi saklanan bir sır yatar. Sizi aşkın hayat boyu sürdüğüne inandırırlar, oysa aşk kimyasal olarak üçüncü yılın sonunda yok olur."
- Aşkın Ömrü Üç Yıldır, Frederic Beigbeder.
30 Mart 2012 Cuma
29 Mart 2012 Perşembe
21. mini anket sonuçlandı.
Bir anket daha biteli uzun zaman oldu ama ben anca yazısını
yazabiliyorum Bu hafta korkunçtu. Aslında hala da devam ediyor, henüz geçmiş
zaman ekleri kullanmaya hakkım yok sanırım. Pazartesi bir sunum ve sunum yazısı
hazırlayarak başladım haftaya, Salı günü ise Hannah Arendt’in ünlü The Origins
of Totalitarianism adlı kitabı için bir yazı yazdım, güzel de oldu. Çarşamba
günü ise Sivil Toplum ve Din konulu bir başka sunumum vardı. Yazısını da yazmak
lazımdı ama yazamadım, ek süre istedim, verildi. Bugüne bir şey yok. Tabi dört
saatlik asistanlığı bir şeyden saymıyorsak. Yarına yine okunması gereken bin
tane şey var. Bir de tüm bunlar olurken erkek arkadaşım hep yanımdaydı, çünkü
bu Cumartesi ben İzmir’e dönüyorum tatil için ve bir süre görüşemeyeceğiz. Falan
filan. Kısacası bu hafta çok yoğundu, güneş açmamış olsa hiç çekilmezdi.
Gelelim anket sorusuna.
“Sizce kitap hırsızlığının diper hırsızlıklardan farkı var
mı?”
Evet, var diyenler: 14 kişi
Hayır, yok diyenler: 34 kişi
Bu konu benim kafamı ara ara kurcalar aslında. Hırsızlık
genel olarak beni geren bir durum. Günlük ve sıradan ve kronik paranoyalarıma
zaman zaman aklıma dükkanlardan çıkarken ya yanlışlıkla bir şey çantamın içine
düştüyse, ya bakarken dalgınlıkla cebime attıysam gibi fikirler düşer. Alarmlı
kapılardan çıkarkan içim içimi yer. Ötmem elbette, çünkü eşyalar cansızdır ve
kendiliklerinden çantaların içine doğru hareket edemezler. Her neyse, galiba
hırsız olma şeysi bana korkunç geliyor. Hayatımda bir kez bir şey çaldım.
Üçüncü sınıftaydım. Sınıfta kaybolan eşyaların konduğu bir kutu vardı. O zaman
pek ünlü olan renkli kalemler vardı. Bir kalemin içinde karışık renklerin
olduğu bir şey. Anlatamadım, neyse. İşte onu çalmıştım sonra da eve gelip
kıyafet dolabına saklamıştım. Annem bulunca da kızmıştı birazcık, bir daha
sakın yapma demişti. Ben de bir daha bir şey çalmadım ondan sonra. O vicdan
azabı beni korkutuyor galiba, ya da eskilerden kalma şu yakalanma korkusu. Çevremden
duydum ama bir sürü hırsızlık hikayesi. Küçük zararsız şeyler, bazen de
büyükleri. Bilmiyorum, bana göre işler değil galiba bunlar.
Kitap hırsızlığına gelince (bu arada favori kitaplarımdan
biri olan Kitap Hırsızı geldi aklıma, Markus Zusak’ın kitabı), o apayrı bir
konu galiba. Evet kitaplar pahalı. Evet ebn de dünyadaki tüm kitaplar benim
olsun istiyorum. Evet ben de maaşlı bir çalışanım. Evet benim de bazen param
çok çabuk bitiyor, mesela erkek arkadaşımla tatile çıkma planımız butik otellerin
garip pahalılığı sebebiyle sürekli erteleniyor falan filan... Sanırım benim
kitap da çalamamamın birkaç sebebi var. Öncelikle hep aynı yerden kitap
alıyorum, artık beni çok çok tanıyorlar ve bu insanlardan bir şey çalmam çok
korkunç olur. İkincisi, kitaplar büyük şeyler bence. Çalsam nereme koyabilirim
ki? Of çok gergin iş. Yok ben yine az yemek, çok kitap taktiğime devam edeyim
en iyisi.
Peki kitap hırsızlığının diğer hırsızlıklardan fark ı var
mı? Diğer bir deyişle, çalınan şeyin kitap olması eylemin niteliğini değiştirir
mi? Değiştirmeye yeter mi? Bana kalırsa, eylem aynı eylem. Çalıyorsun işte. Ama
çaldığın şey suçu belki biraz azaltır. Bilmiyorum belki de azaltmaz. Ben çok
net bir cevap veremiyorum sanırım bu soruya.
Son olarak yetkililere şöyle seslenmek istiyorum, kitap
fiyatlarını düşürün, lütfen!
8 Mart 2012 Perşembe
Sözcükler.
“Ben bir sözcük kullandığımda dedi Yumurta Kafa sanki aşağılayıcı bir ses
tonuyla, “ben ne anlam ifade etmek istiyorsam o anlamı ifade eder- ne bir eksik
ne bir fazla”
“Mesele şu ki” dedi Alice, “siz istediniz diye sözcükler çok farklı
anlamlara da gelebilir mi?”
“Tüm mesele,” diye yanıtladı Yumurta Kafa, “kontrolün kimin elinde olacağı,
işte bu kadar basit.”
7 Mart 2012 Çarşamba
Asla Kimseyi Öldürmedi Benim Babam – Jean-Louis Fournier
Ben bu adamın yazdıklarını okumayı çok seviyorum.
Biri bir gün gelse ve bana “trajikomik” ne diye sorsa, merak
etse mesela, Jean-Louis Fournier trajikomiğin ta kendisidir derim. İncecik iki
kitabı var bende. İkisini de tahminen kırk dakika içinde bitirmişimdir. Sonra
kimbilir kaç kırk dakika düşündüm haklarında. Çok garip. Garip ama güzel. Güzel ama
acıklı.
Fournier 1938 yılında, Fransa’da, Arras’da doğmuş. Birkaç
kardeşi, annesi, babası ve büyükannesi ile büyümüş anladığım kadarıyla. İki
kitabı var bende demiştim ya işte. Bir tanesi Asla Kimseyi Öldürmedi Benim
Babam (AKÖBB), diğeri de Nereye Gidiyoruz Baba? (NGB?) İkinci kitabı ile 2008
yılında Prix Femina ödülünü almış Fournier. AKÖBB’da Fournier babası ile olan
ilişkisinden bahsediyor. Kısa kısa. NGB?’de ise kendi oğulları ile olan
ilişkisinden. Aslında devam niteliğinde bu kitaplar birbirlerine,
tamamlayıcılar. Ben bu yazıda AKÖBB’dan bahsetmek istiyorum.
Yapı Kredi Yayınları’ndan 2009 yılında çıkan bu kitap bana
hediye geldi. İyi ki de geldi. Fransızca’dan Türkçe’ye Zafer Demez tarafından
çevrilmiş. Bana kalırsa başarılı bir çeviri ama ben NGB?’nin çevirisini daha
çok sevmiştim, onu da Aslı Genç çevirmişti. Fournier’in doktor bir babası var.
Hastalarından para almayan, çok hasta olduğunu bildiklerine çağrılmadan giden,
yer yer saf ve komik bir doktor. Peki nasıl bir baba? Evdekileri şöyle ya da
böyle korkutan bir baba. Oğluna yıllar sonra, oğlu koca adam olduğunda bile,
babam beni hiç sevmemişti dedirtebilecek bir baba. İyi bir doktor, kötü bir
baba. Peki nasıl bir insan?
Sorunlu bir baba-oğul ilişkisi olduğu kesin. Babanın son
derece dengesiz, sevgisiz ve edepsiz olması. Ve sarhoş. Hep sarhoş. Hep bir huzursuzluk var evin içinde. Belki her gün kavga yok ama tahminen bu ne zaman kavganın patlayacağını bilememe hali, hep tetikte beklemek çok daha tatsızdır. İşte böyle bir durum var Bay Doktor Fournier'lerin evinde.
Babası hakkında kısa kısa, birer sayfalık anılara yer vermiş Fournier. Hiçbiri sadece acıklı, dokunaklı değil. Hiçbiri sadece komik değil. Her şey biraz biraz var. Sanki babasıyla bu son hesaplaşmasında, birazcık da gülmek, o zamanı katlanılabilir kılan şeyleri hatırlamak istemiş Fournier. Aslında çok da iyi olmuş. Hayat ne sadece eğlencelidir ne de sadece sıkıcı. İnsanlar ne sadece kötüdür, ne de sadece iyi.
Babanın yanında anne figürü sanki biraz gerilerde kalmış. Fournier babası
hakkında ne hissettiği konusunda bence son derece emin ama annesi hakkında
endişeleri var gibi geldi bana. Arada duygular. Nefret ya da aşk gibi kuvvetli
değil. Evet bir anne var. Anne ek işler yapıyor, anne çocuklarla ilgileniyor,
anne babayla ilgileniyor, anne arada gülüyor. Ama gerçekte nerede? Böyle bir
adamla evlendiği için mutsuz mu? Pişman mı? Geri dönüşü var mı? Yok sanırım. Kitabı
adı bence son derece anlamlı. Baba doktor ve kimseyi öldürmüyor. Mesleği gereği
tam tersini yapması lazım. “Asla kimseyi öldürmedi benim babam!” bunu bir
çocuğun ağzından, birazcık sinirle ve hışımla çıktığını düşünün. Sanki babasını
savunur gibi. Öyle gibi mi acaba? Fournier bir nevi geçmişiyle ve babsıyla
hesaplaştığı bu kitapta ne yapmak istiyor? Bana kalırsa babasının kötü biri
olmadığını söylüyor. Fakat hemen ardından ekliyor, kötü olmanın çeşit çeşit
yolu var. İyi damgası öyle çabuk kolay yenmiyor.
Bir de bana şöyle geldi. Fournier’nin babası içiyor. Evet
çok içiyor. Sinirleniyor. Şeftalileri fırlatıyor, çocuklara bağırıyor,
büyükanneyi azarlıyor... Peki neden? Bu adamın bence bir derdi var, yazar
bizden bunu saklıyor. Ve tam da o dert bizim Fournier’nin babasının iyi mi
yoksa kötü bir adam mı olduğuna karar vermemizde yardımcı olacak. Bana böyle
geldi.
Ben bu yazıda sadece AKÖBB’dan bahsetmek istiyorum demiştim
ama sanırım biraz da NGB?’dan bahsetmem gerekir. Fournier, zaman içinde
evlenmiş ve üç çocuğu olmuş. İki oğlan, bir kız. Arka arkaya doğan zihinsel
engelli oğlanlar ve ardından gelen normal(!) kız. Güzel bir kız çocuğu. Bugün
benim gibi her iki kitabı da okuyan bir arkadaşımla konuşuyorduk ve onun aklına
lu gelmiş kitapları okuduktan sonra. Acaba Fournier’nin kendi babasıyla olan
deneyimi onu nasıl bir baba yapmıştır. Hele de sıradan bir baba değil, özel (!)
bir değil, iki çocuğa sahipken. Benim de aklıma şu gelmişti kitaplardan sonra,
eğer Fournier’nin babası yaşasaydı ve dede olabilseydi, torunlarını
görebilseydi, nasıl bir dede olurdu? Neler yapardı? Onlara da mı sevgisini
göstermezdi yoksa düşkün (!) hallerinden ötürü onlara en azından azıcık
gülümser, keyfi yerindeyse birazcık şekerleme bile alır mıydı? Kim bilir...
Aile sorunları, ilişkiler insanın hayatınad gerçekten onarılmaz, geriye dönülmez izler bırakıyor. Önüne geçmek de, en başında engellemek de pek mümkün olmuyor. Okurken kolay gibi hatta okurken bile kolay değil gibi. Bir de bunları yaşaması var. Zor şeyler...
Ben Jean-Louis Fournier'i size mutlaka öneriyorum. Mutlaka!
Babam Latince konuşuyor.
"Babamın evde olmadığı zamanlar, annem kapıyı açtığında, müşteriler sık sık tavsiyeler siterdi. Zor şeyler olmadığı zaman, annem onları bilgilendirirdi, acayip şeyler olduğunda bize anlatırdı.
Bir seferinde, bayan müşterinin biri gelmiş ve babamın kocası için yazdığı sülükleri, küçük yuvarlark parçalar halinde kesip, yağ ve maydanozla beraber pişirmesine rağmen kocasının bunları yemek istemediğini söylemişti.
Bir başka sefer, annem kapıyı yine bir bayan müşteriye açmıştı, kadın pek memnun görünmüyordu.
Babama çok kızmıştı, çünkü onun kocasının "çok ince bir erkek kıçı" * olduğunu söylemiş. Bayan müşteri bunun doğru olmadığını anlatmaya çalışıyordu.
Annem pek iyi anlamıyor ama bayan müşteriyi yatıştırmaya çalışıyor, onu anlamakta zorluk çektiğini, böylesi şeyleri söylemenin babamın tarzı olmadığını söylüyordu. Aynı zamanda annemin gülesi geliyordu.
Babam, kocasının "delirium tremens"i olduğunu söylemiş. Söyledikleri Latinceydi, titremeli sayıklama anlamına gelen ve alkoliklerde görülen, bir çeşit delilik olan çok ağır bir hastalıktır.
Bayan müşteriyi anlamıştım. Eminim annem de, kocasının çok ince bir erkek kıçı olmasını istemezdi."
* Çok ince bir erkek kıçı'nın Fransızcadaki karşılığının söylenişi "deryerdom tromens"tir (derrier d'homme trop mince); bu, "delirium tremens"in söylenişi olan "deliriyomtremens"e çok yakındır. Kadının yanlış anlamasının sebebi budur.
- Asla Kimseyi Öldürmedi Benim Babam, Jean-Louis Fournier.
Bir seferinde, bayan müşterinin biri gelmiş ve babamın kocası için yazdığı sülükleri, küçük yuvarlark parçalar halinde kesip, yağ ve maydanozla beraber pişirmesine rağmen kocasının bunları yemek istemediğini söylemişti.
Bir başka sefer, annem kapıyı yine bir bayan müşteriye açmıştı, kadın pek memnun görünmüyordu.
Babama çok kızmıştı, çünkü onun kocasının "çok ince bir erkek kıçı" * olduğunu söylemiş. Bayan müşteri bunun doğru olmadığını anlatmaya çalışıyordu.
Annem pek iyi anlamıyor ama bayan müşteriyi yatıştırmaya çalışıyor, onu anlamakta zorluk çektiğini, böylesi şeyleri söylemenin babamın tarzı olmadığını söylüyordu. Aynı zamanda annemin gülesi geliyordu.
Babam, kocasının "delirium tremens"i olduğunu söylemiş. Söyledikleri Latinceydi, titremeli sayıklama anlamına gelen ve alkoliklerde görülen, bir çeşit delilik olan çok ağır bir hastalıktır.
Bayan müşteriyi anlamıştım. Eminim annem de, kocasının çok ince bir erkek kıçı olmasını istemezdi."
* Çok ince bir erkek kıçı'nın Fransızcadaki karşılığının söylenişi "deryerdom tromens"tir (derrier d'homme trop mince); bu, "delirium tremens"in söylenişi olan "deliriyomtremens"e çok yakındır. Kadının yanlış anlamasının sebebi budur.
- Asla Kimseyi Öldürmedi Benim Babam, Jean-Louis Fournier.
Adaklar sunabileceği bir şey.
"Dünyanın fethi, yani dünyanın, rengi bizimkinden farklı, ya da burunları bizimkinden az daha yassı insanların elinden alınması işi, üzerinde düşünülecek olursa, pek de hoş bir şey değil. Ancak düşünce kurtarıyor bu davranışı. Ardındaki düşünce - yani duygusal bir bahane değil, gerçek bir düşünce, bu düşünceye olan esirgemesiz bir inanç. Kişinin kurtarılabileceği, önünde eğilebileceği, adaklar sunabileceği bir şey..."
- Joseph Conrad, Karanlığın Yüreği.
- Joseph Conrad, Karanlığın Yüreği.
6 Mart 2012 Salı
Yavru kedi aranıyor!
Bildiğiniz gibi ya da şimdi öğreneceksiniz, aslında benim 13 yaşında bir kedim zaten var. Ancak ben İstanbul'dayım, o ise annemlerin yanında ve kedi sahibi olanlar bilirler, kedisiz hayat pek de çekilecek gibi değil. Bu nedenle yavru kedi arayışlarına girdim bile. Aslında bu göründüğünden birazcık daha karmaşık bir durum çünkü, erkek arkadaşımla beraber verdik gibi olduk kararı. Yani ikimizin kedisi olacak gibi. Neyse, dediğim gibi, biraz karmaşık ama güzel (:
Bu nedenle, çevrenizde kısa zamanda doğuracak anne adayı kediler var ise, cins ya da değil, farketmez, bana haber verir misiniz?
İletişim: okuyanbirkedi@gmail.com
Çok teşekkürler!
Bu nedenle, çevrenizde kısa zamanda doğuracak anne adayı kediler var ise, cins ya da değil, farketmez, bana haber verir misiniz?
İletişim: okuyanbirkedi@gmail.com
Çok teşekkürler!
Uzun bir aranın ardından.
Herkese merhaba!
Bu sefer gerçekten gereğinden fazla uzun bir ara verdim sanırım burada yazmaya. Neden mi? Çünkü dersler, tatil, yorgunluk, bıkkınlık vs.
Ama artık döndüm.
Evet, gerçekten.
Zihni bir şeylerle meşgul tutmak lazım.
(:
Bu sefer gerçekten gereğinden fazla uzun bir ara verdim sanırım burada yazmaya. Neden mi? Çünkü dersler, tatil, yorgunluk, bıkkınlık vs.
Ama artık döndüm.
Evet, gerçekten.
Zihni bir şeylerle meşgul tutmak lazım.
(:
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)