30 Nisan 2011 Cumartesi

9. Mini anket sonuçlandı!


Madem kitap yazısı yazamıyorum, çok yoğunum, ben de sizin gönlünüzü anket sonuç yazısı ile almaya karar verdim. Umarım kendimi birazcık da olsa affettirebilirim.
Soruyu hatırlayalım:

Günün birinde yazdıklarınızı kitap haline getirmeyi planlıyor musunuz?

Ankete 51 kişi katılmış (bravo!)
17 kişi, evet böyle bir planım var. Geleceğin yazarı aranızda bir yerlerde, demiş
12 kişi, hayır, yazdıklarım bana kalsın, demiş
12 kişi, ben yazmıyorum bile kitap haline getirmek de nesi, demiş
10 kişi, kararsızım, bir karar verebilsem her şey daha güzel olacak, demiş

Her okurun kafasında olan bir şey midir günün birinde sevilen, bilinen ve çok satan bir yazar olmak yoksa böyle genellemelerden uzak mı durmalıyız?

Herkes benim en az okuduğum kadar yazdığımı da düşünür. Evet yazıyorum fakat genelde akademik şeyler oluyor bunlar. Yani edebi yazımdan uzağım denebilir. Küçükken çok yazardım, ve oldukça eğlenceli şeylerdi bunlar. Hortumunu kaybeden fil, uzaya topu kaçan kedi benzeri şeyler... Sonra bıçakla kesilir gibi kesildi bu yazma işi. Nedeni sanırım okumaya çok fazla kendimi kaptırmam. Bu nedenle vakit bulamıyorum. Vakit bulsam dahi belki de çok yaratıcı ve iyi şeyler yazamayacağım. açıkçası ben kendime çok şans vermiorum, olanak yaratmıyorum bu konuda. Belki yazar olarak doğmadığımı kabul etmem gerek belki de kendi kendimi köşeye sıkıştırmam... Ama içimde bir yerlerde "yazsam roman olacak" şeyler olduğunu biliyorum ama yazma vaktim ne zaman, hangi yaşta, hangi dönemde ortaya çıkacak şimdiden kestiremiyorum.

Açıkçası şuna da karşıyım. Eğer okuyorsan yazarsın da, yazmak zorundasın. Ben buna inanmıyorum. İnsan bazen sadece okumak için okur, ileride bir yerlerde kullanmak için değil. Bu kadar faydacı yaklaşımlar bana hoş gelmiyor.

Her neyse, dönelim ankete. Sonuç beni birazcık şaşırttı. Açıkçası bu kadar yüksek bir "evet" cevabı beklemiyordum. Umarım bu karardan vazgeçmezsiniz ve gününde birinde sizin kitaplarınız üzerine de yazı yazabilirim. Yazan ama kitap haline getirmeyenlere açıkçası ben çok saygı duyuyorum, bunun büyük bir disiplin ve yaptığı işe inanç gerektirdiğini düşünüyorum. Kararsızlar, siz de umarım sonucunda sizi en mutlu edecek kararı verirsiniz, yakın bir zamanda.

Bu anket de burada bitti. Sırada yeni sorular var. Katılan herkese çok teşekkürler.

29 Nisan 2011 Cuma

Bu aralar çok yoğunum ve bu bir bahane değil.


Nasıl anlatsam bilemiyorum. Kısaca özetlemem gerekirse...

Yoğunluktan patlamak üzereyim.

Garip olan da, hala kitap okumaya vakit buluyorum. Yemekhane kuyruğunda, mutfakta çorba karıştırırken, kedim kendini (zorla) sevdirirken... Buraya yazamıyorum yazılarını çünkü o kadar yoğunlaşamıyorum ve siz değerli okurlarımı öyle kısacık yazılarla geçiştirmeye gönlüm razı olmuyor, olamıyor.

Bu nedenle; sınavlarım, tercümelerim, yıllık yazısı hazırlıklarım bitince eski güzel günlerimize geri dönebiliriz. 2-3 gün içinde her şey daha güzel olacak.

Sevgiyle.

23 Nisan 2011 Cumartesi

8. Mini anket sonuçlandı!


Öncelikle bu anket sorusu için Photographis'e (Marvin the Martian) teşekkür etmeliyim. Oldukça ilgi çekici bir anket oldu, epey kişi fikrini beyan etti. Ne güzel!

Sorumuz şuydu: Hiç sadece kapağı için kitap satın aldınız mı?

Ankete 52 kişi katılmış.
27 kişi evet, bunu yaptım demiş
25 kişi, asla asla asla demiş

Soru sanki kulağa kötü bir şey yapıyormuşsunuz gibi geliyor. Belki biraz daha tarafsız bir hale getirmeliydim. Her neyse. Ben evet cevabı verenlerdenim ve sürekli olmasa da yapıyorum bunu. Ve kesinlikle kötü bir şey olduğunu da inanmıyorum. Cevaplar neredeyse yarı yarıya çıkmış. Açıkçası ben bu kadar fazla evet cevabı beklemiyordum. Yalnız değilmişim...

Neden kötü bir şey değil, izin verin açıklayayım. Sizi bilmem ama ben farklı yazarları tanımayı isterim, severim. Yorumlara, tavsiyelere kulak asmadan yaparım genelde bunu. Hal böyle olunca, kitap rafları arasında gezinirken, elbet eliniz gelişi güzel kitaplara gider. Adlara bakarsınız, kalınlığına bakarsınız, fiyatına tabii ki de bakarsınız, varsa yazarın resmine bakarsınız... Bunlar gayet doğal şeyler. Okuma eylemini romantize etmenin alemi yok bence. Bir de kapağa bakarsınız tabi. Kiminin tasarımı, kiminin renkleri etkiler sizi. Öyle kitaplar vardır ki, içindeki sayfalarda anlatacağının girişini yapar, sizi hazırlar kapağıyla.

Bu nedenle ben kapaklara bakarım. Hep bakmam ama. O zaman da biraz garip olur. Fakat almak istediğim kitabın kapağı güzelse, keyfim pek yerine gelir. Sonuçta göz güzel şey görmek ister. Şimdi ters mantıktan, kapağını beğenmediklerimi almıyorum gibi bir sonuç da çıkabilir ortaya. Elbette öyle saçma bir şey yapmıyorum. Daha o kadar şekilci olmadım (:

Ben deneysel kitap alışverişlerimde bu yönteme başvuruyorum. Sonuçları elbette belirsiz. Kitapları karpuza benzetirsem, büyük olasılıkla benden nefret edersiniz (: Ama haksız da değilim bence. Kesmeden içini bilemeyiz ama önce bir elimizle yoklar, tok tok sesi dinleriz. Öyle değil mi?

Ankete katılan herkese çok çok teşekkürler.

Önümüzdeki ankette görüşmek üzere.

Sıradaki yazar...


Vüs'at O. Bener

O çok farklı.

Butes - Pascal Quignard


Bu sefer oldukça sıradışı bir kitap ile karşınızdayım. Neden mi sıradışı? Açıkçası buna dahi verecek bir cevabım yok. Elimde üzerine kurşun kalem ile bir sürü not alınmış kitap ve kafa karışıklığı var. Neyse, belki yazarken bir şeyler netleşir. Tadadadadam... Karşınızda Pascal Quignard ve Butes.

Önce kitaptan sonra da yazardan bahsedeyim diyorum.

Ben bu kitabı geçen haftalarda, kapağını beğendiğim (ankete “evet” cevabını verenlerdenim) ve yazarı merak ettiğim için aldım. 1900’ler sonrası Fransız yazarlar beni hep şaşırttığı için Quignard’dan da benzeri bir performans bekliyordum, beni yanıltmadı. Kitap, orijinal adı Boutes ile kaç yılında yayınlanmış bulamadım fakat Türkçe’ye Turhan Ilgaz tarafından çevrilmiş ve Kırmızı Yayınları tarafından 2010 yılında basılmış. Ben bu Yayınevi ile daha önce tanışmamıştım, yayınladıklarına baktım da gerçekten kıyıda köşede kalan, çoğu insanın bilmediği önemli eserleri yayınlıyorlar. Ben bir göz atın derim. Kapak demiştim... Fotoğrafını çekemiyorum maalesef ama resimden belki anlarsınız, ben gerçekten çok beğendim. İşte bu da kapağa göre kitap almanın başka bir sonucu, mutlu bir son olanı.

Pascal Quignard (Kinyağ),1948 yılında Fransa’da doğmuş bir yazar. Ailesinde dilbilimciler ve müzisyenler olduğunu öğendim, bunu zaten kitap boyunca hissediyorsunuz. Fransız Akademisi Büyük Roman Ödülü’nün sahibiymiş! Belki Dünyanın Bütün Sabahları’ndan tanıyorsunuzdur onu. Bir ara epey ünlenmişti sanırım bu kitap. Her neyse, yavaş yavaş kitaba geçebiliriz artık sanırım.

Öncelikle belirtmeliyim ki, bu bir kere okunup rafa kaldırılabilecek bir kitap değil. Belki birkaç okumadan sonra yazmalıydım bu yazıyı ama dayanamadım. Kitap ince olmasına rağmen 17 bölümden oluşuyor. Bu aralıklı anlatım, bazılarınızın hoşuna gitmeyebilir. Genel olarak bahsedilenleri listelesem iyi olacak sanırım: Ege, Yunan mitolojisi, müzik, sesler, tınılar, melodiler, yükseklerden atlama, yerin altına sokulma...

Bence bu kitaptan en çok müzikten hoşlanan biri zevk alabilir. Kitabın ilk bölümlerinde bu tema çok baskın olsa da, bence çok güzel bir anlatım var melodiler üzerine. Mesela ben bu kitapta en çok mitoloji ile ilgili olan kısımlardan zevk aldım. Daha önce bahsetmiştim sanırım. 10 yaş civarından lise yıllarına kadar arkeolog olmayı istemiştim, şimdi ise mesleğin adını doğru yazıp yazmadığımdan emin olabilmek için kılavuza bakıyorum. Her neyse.. İşte mitolojiye olan merakım o zamanlarda eve giren National Geographic dergileri ile başlamıştı. Sonra o kadar fazla şey öğrenmiştim ki konu hakkında, annemler endişelenmeye başlamıştı. Bir anda en yakın arkadaşlarım Yunan tanrı ve tanrıçaları olmuştu. Sonra azaldı tabi bu merak. İşte bu nedenle, ben sevdim bu kitabı. Bir de Ege’nin tam içinden geliyor olması... Egeli olan her şey birazcık tuzlu ama bir o kadar da davetkardır. Hani Ege’nin kıyı şeridinin en güzel yerlerinden birine kurulmuş, yazın keyfini çıkarıyorsunuzdur. Sonra yavaş yavaş teninizde o acıyı hissedersiniz. Güneş yakıyor sanarsınız, gölgeye geçer ama yanmaya devam edersiniz. Yanılıyorsunuzdur. Sizi denizin tuzu yakıyordur. Sizi Ege yakıyordur.


Kabul etmeliyim ki, yer yer okuması ve sindirmesi çok zor ve yorucu bir kitap. Yarıda bırakmaya oldukça müsait , her ne kadar tersinin olmasını istesem de. 71 sayfalık bu kitabın ilk 10-15 sayfasını kendinizi kitaba alıştırmaya çalışıyorsunuz, tam alışmış ve daha fazlasını isterken de kitap bitiveriyor. Ama bilmiyorum, bu tarzda bir anlatım ve yoğun bilgi aktarımı bir yetmiş sayfa daha çok zorlayıcı olabilirdi. Bu kitapta varolan anlatım biçimi bence oldukça farklı ve her okuyucunun denemesi gereken bir şey. 17 bölümden bahsetmiştim. Bazen birbirinden çok kopuk bu bölümlerin aslında ne kadar birbiri ile bağlantılı olduğunu görmek çok güzel, sonunda. Aynı zamanda yazar için ne kadar zorlayıcı olduğunu bir düşünsenize! Bir de bu kitabı okuyacaksanız, dipnotları sakın atlamayın. Hikayelerin çoğunun temelinin orada yattığını unutmayın!

Şimdi detaylara ve alıntılara geçelim...

Kitaba ismini veren Butes’in hikayesini size bırakıyorum. İlk sayfalarda bitiyor sanmayın sakın. O hiç ummadığınız anlarda karşınıza çıkıp, siz fark etseniz de etmeseniz de kendini hatırlatacak nasıl olsa. Ben iki temadan oldukça etkilendim. Biri kendini yükseklerden aşağı atanların dünyası diğeri de yerin altına girenlerin diyarı idi. Çok masalsı ama bir o kadar gerçek. Hani bazen rüyanızda hissedersiniz, yüksek bir yerden düşüyorsunuzdur, o heyecan aslında tatlı gelir ama inkar edersiniz. Çünkü aklı başında her insan düşüşün sonunu bilir. Ve yaftalanmamak için de havada geçen o anın çekiciliğini kabullenmez. Bazen bir çağrıdır sizi atlatan bazen de sebepsizdir. Kitaptakilerin hangisi bir davetin kabulü hangisi nedensiz bir ziyaretti, size bırakıyorum. Zorlayıcı sorular biliyorum, ama denemeye değmez mi? Yerin altına girenler vardı bir de. Bilmiyorum... Benim ilgimi çekmedi sanırım. Her bir taneciğinde Ege’nin iyotu yerleşmiş havanın içinde süzülüp, köpük köpük o mavi suya dalmak varken, toprağın kızgınlığı niye?

Bu kitabı son kez anlatmaya çalışayım. Belki 2000 belki de 2500 yaşında birinin size ilginç şeyler anlatmaya çalıştığını düşünün. Hoş, o çabalamasa da anlatacağı her şey size ilginç gelecektir. Belki size ertesi gün kendini öldürmeye karar veren adamın son gece okumak için seçtiği kitaptan, MÖ 447’de Atinalı çocuklara neden flüt öğretmekten vageçildiğinden belki de Kuşbaz’ın hikayesinden bahseder. Kim bilir...

“Her müzikte ayaklandıran bir sesleniş, zamansal bir çağrı, sarsan, yer değiştirten, ayağa kaldıran ve sesin geldiği kaynağa yönelten bir dinamizm vardır.”

“Çünkü Sirenler bağlayıcılardır. Bağlanmış Odyssesus’un karşısında, Siren bağlayıcı olandır. Seiren sözcüğü, bağlamak anlamına gelen ser’den türer. Yunanca’da seira sözcüğü ipi gösterir; kaygan bir düğüm taşıyan ipi; daha keskin bir anlatımla, İskitlerin düşmanlarının boynuna fırlattıkları kementtir.”

“Müzik neden acının dibine kadar gidebilmektedir? Zira orada yatar.”

“Hüznün aleminin en ucuna kadar inmeye kim cesaret eder? Müzik.”

“Müzik hiçbir şeyi betimlemez: yeniden-duyumsar.”

“İsimler ölümümüze kadar bize seslenirler.”

“Eğer müzik olmasaydı, tutkular birbirlerinden farklılaşmamaka, hatta kendi kendilerini kavramakta yetersiz kalırlardı.”

“Müzik olmasaydı aramızdan bazıları ölürdü.”

“Müzik nedir? Dans. Oysa dans nedir? Bastırılamaz biçimde ayağa kalkma arzusu”

“Kuş bir gün daha ölünün evinde bekledi. Sonra kuş uçtu. Hangi ruh gün ortasında uçmaz ki? Ölen kimdir? Yiyen kim? Kim şarkı söyler? Bu dünyada konuk olan kimdir? Kim karşılar? Kim gider?”

“Bir süngerin, ölümlülerin derisinden ölümü emen bir tür ‘geçmiş yaratık’ olduğunu söylemek mümkündür. Sonra, yok oluş, bu ışık sahili üstündeki bizler olan o nihai kirleri sessizce ve çabucak hiçleştirir, tıpkı süngerlerin sayısız dudaklarına uzatılan suya yaptıkları gibi.”

“Tıpkı gökyüzüne karışan bir avcı kuşun dalışı gibi yani yakalanamaz olanın durmadan asla yakalanmamış olduğu dalış.”

“Timogenes şöyle yazmıştır: sanatsal faaliyetler arasında müzik en eskisidir, yalnızca ayın devinimi ondan öncedir.”

“Yakınan dili, soluktan yoksun olsa bile mırıldanır.”

“Her müzik kaybetmiş olduğumuz biriyle ortak bir şeye sahiptir.”




Kitap boyunca Sappho’nun, Sirenler’in, Apollonie’nin, Cicero’nun, İstanbul’un, Capri Adası’nın, en çok da Ege’nin adı satırlarda göründükçe, ben kitaba daha çok bağlandım. Birazcık daha meraklanın diye Mora yarımadası’nın, yani annemlerin geldiği yerlerin fotoğrafını koyuyorum (Baba tarafım Arap bu arada, Hellenizm’in meyvesiyim sanırım). Bence deneyin, kitabı severseniz beni ve Ege’yi daha çok sevebilirsiniz.



Butes kimdir?

19 Nisan 2011 Salı

Sıradaki yazar...


Pascal Quignard.

Sıradaki yazar...


Halide Edib Adıvar

Pek bilinmeyen bir kitabıyla...

Korkunç Bir Gece - Anton Çehov


Spiritizmaya inanır mısınız? Ben inanmam. Ama korkmak için inanmaya gerek yoktur zaten. Öyle değil mi?

Ben kısa öyküleri çok severim. Aile ile yenen sohbetli masaları romanlara benzetirsek, kısa öykü de annenizden gizli masaya oturulmadan tencere üzerinden kaşıklamaktır yemeği. Size özeldir, sıcacıktır ve bıraktığı tat eşsizdir. Kısa öykü deyince akla gelen ilk isimlerden biridir Çehov. Rus Edebiyatı’nın 19. Yüzyılına ait sanantçılardandır ve benim çok sevdiğim, özlediğim toprakların yazarıdır.

Anton Çehov, 1860 yılında, Taganrog’da doğdu. Tıp eğitimi sırasında dergilere yazdığı kısa öyküler çok sevildi ve kısa sürede tanınan bir sima oldu. En bilinen eserleri, sizlerin de tahmin edebileceği gibi: Vanya Dayı, Üç Kız Kardeş ve Vişne Bahçesi. Daha önce hiç okumamıştım ben bu yazarı, neyse çok da geç kalmış sayılmam sanırım. Tek tesellim de bu zaten.

Elimdeki kitap, Can Yayınları’nın Can Cep dizisinden. Bavulum çok ağır olmasın diye yanıma çokça ince kitap almaya karar vermiştim (aynı hesaba geldiğini geç fark ettim). İyi ki de öyle yapmışım. Bu seri aslında çok da yeni değilmiş, ben kitapçıda rastladım. 2005 yılında basılan bu kitabın ait olduğu Can Cep serisinde, 20 kitap var. Boyutu gerçekten ufak. Yukarıdaki fotoğraftan da anlayabileceğiniz üzere. Ne demiştik... Evet, 2005 yılında basılmış bu kitap(çık), çevirisi de Mehmet Özgül tarafından yapılmış. Bu incecik kitap, sizi yormadan diğer insanların dünyalarının içine çekecek ve eminim, bir çok konuda yalnız olmadığınızı göreceksiniz. Diğer bir detay ise, kahramanlar neredeyse hep erkek. Bence oldukça garip bu durum...

Kitabımızda 8 adet kısa öykü var. İsimleri de pek hoş: Berber Dükkanında, Memurun Ölümü, Hep Dilimin Yüzünden, Korkunç Bir Gece, Atla İlgili Soyadı, Yolunu Şaşıranlar, Bu Kadarı da Fazla, Ah Şu İnsanlar. Hepsinde bir olay var ve içinde var olan kişiler bu basit durumları eşsiz kılıyorlar. Öykülerin geneline korku, panik ve telaş hakim. Bir de ısrar ve yanlış anlaşılma. Dil o kadar yalın ki, acaba ben bir şeyler mi atlıyorum diye sayfalar arasında gezindim durdum. Sonra da öykülerin kahramanlarının paranoyalarının bana bulaştığını düşünüp, bir fincan kahve daha alıp rahatladım. Bu öyküler benim için amaçlarından farklı, gereğinden fazla şey çağrıştırdılar. Uzunca bir süre Rusya’da yaşadık, gelip gittik ailemle. Öykülerde de oturduğumuz mahallenin ve dolaştığım sokakların adları geçince çok garip hissettim. Mesela Varvara Petrovna’nın aşığı genç, bizim mahallemiz Sokolniki'nin eşsiz güzellikteki parkında ona aşkını ilan ediyordu. İvan Petroviç Panihidin ise Yeni Arbat’ın sokaklarını telaşla geçerken ben oralarda ne de çok dolaşmış, fotoğraf çekmiştim. Sonra Ah Şu İnsanlar öyküsünde, Rus trenlerinden ve biletçilerden şikayet eden adam. Moskova-St.Petersburg trenine defalarca binen ben, tüm şikayetlerinizde size hak vermeden duramıyorum. İşte bu küçük detaylar nedeniyle, bu kitap benim için mükemmeldi.

Öyküler gerçekten güzeldi. Fakat alengirli, detaylarla dolu anlatımlara çok alıştıysanız bu parçalar belki de size biraz yavan gelebilir. Umarım öyle olmaz. Neyse, ben en sevdiğimi belirtmeden geçemeyeceğim. Merak etmeyin, bu heyecanlı hikayenin sonunu söylemeyeceğim. En sevdiğim öykü, kitaba adını veren, Korkunç Bir Gece oldu. Kurgu o kadar akıllıca ki, sonunda gerçekten çok şaşıracaksınız. Çok detay vermek istemiyorum ama kahramanların soyadlarını mutlaka sizinle paylaşmalıyım. Bence çok yaratıcıydı. Şöyle: Panihidin (Cenazetörenigil), Trupov (Cesetoğlu), Upokoyev (Rahmetligil), Çerepov (Kafatasıoğlu), Mertvets (Cesetgil), Pogostov (Tahtalıköygil), Miortvıy (Ölüler), Kladbişçenski (Mezarcıoğlu). Sizce de dahiyane değil mi!

Açıkçası ben ödlek biriyimdir. Küçükken, o zamanki evimizin uzun bir koridoru vardı. Akşamları en arka odadan öndeki odaya koşarak gider gelirdim, gözlerim de kapalı. O koridor benim için tüm korku tünellerinden daha ürkünçtü. Bu gözü kapalı koşmalar bana bir keresinde pahalıya patladı. Annem elinde tepsi bana doğru gelirken, tepsinin içindeki tüm çatal, bıçak ve bardağı yüzümde hissettim. Neyse ki, yaralanmadan atlattım. İşte ben öyle korkağımdır ki, bu öyküde dahi korktum. Ama hakkını vermek lazım, korkunç değil demek yalan olur. Korkunç bir geceyi, bu kitapla tersine çevirebilirsiniz bence. Benim kendimden başka kimseye zararı dokunmayan korkaklığım da Çehov’un sözleriyle aklanabilir sanırım.

“Beyler, önceden de söylediğim gibi, ispritizmaya inanmam, şimdi de inanmıyorum. Ancak böyle bir rastlantı bir filozofu bile doğaüstü düşüncelere, hatta inançlara itebilir”

18 Nisan 2011 Pazartesi

7. Mini anket sonuçlandı!


Soruyu hatırlıyorsunuzdur büyük ihtimalle fakat ben bu aralar kafası meşgul olanlar için bir kez daha tekrarlayayım:

Kitaplığınızda kitaplarınız üst üste mi yoksa yan yana mı durur?

Ankete 30 kişi katılmış.
24 kişi ben kitaplarımı yan yana koyarım, klasik iyidir demiş
6 kişi de üst üste koyarım, böylesi daha kural dışı demiş

Öncelikle kabul etmeliyim ki, “her ikisi de” şıkkını eklememek benim hatam oldu. Bu nedenle, 100% gerçekleri yansıtmıyor olabilir bu anket.

Aslında benim kitaplarım Türkiye’nin 3 coğrafi bölgesine dağılmış durumda. Üniversite öncesi kitaplarım Ege bölgesindeki evimizde. Üniversite yılları kitapları ise Marmara ve Karadeniz bölgelerinde. Bu nedenle tek bir kütüphaneden bahsedemeyeceğim. Ama son yıllarda en aktif kitaplığım, İstanbul’daki evimde. IKEA’dan alınmış, oldukça mütevazi beyaz bir kitaplık. Denge konusunda biraz sıkıntı yaşasam da genel olarak memnunum. Bir türlü lafa giremedim, kitaplar da üst üste işte bu raflarda. Elbette altında çok büyük bir neden yok ama böyle daha rahat ediyorum bir de yaptığım denemeler sonucunda, böyle daha az yer tutuyor kitaplar. Evet, bazen alttakileri çekip almak zor olsa da, şimdilik böyle dizmekteyim.

Bir arkaşımın yöntemi de hoşuma gidiyor, size de anlatayım. En az benim kadar okumaktan zevk alan bu kişi, kitaplarını okuyup okumadığına göre diziyor. Yani, okumadıkları onu ayakta bekliyor, okudukları ise yan gelip yatıyor. Bence oldukça akıllıca ve sevimli bir yöntem bu.

Belki Twitter’dan takip ediyorsunuzdur, dün sabahtan beri Samsun’dayım. Kendi evimde olsam, kitaplığımın fotoğrafını çeker koyar, size kanıtlarımı sunardım. Neyse artık başka yazıya kısmetmiş. Bu arada, Karadeniz garip bir yer! Ya yağmur yağıyor, ya da yağmadığı zamanlarda da sakin sakin çiseliyor. Yani tepeniz hiç kuru kalmıyor. Ailem bir süreliğine buraya taşındı, henüz eve alışmaya ve tatilin tadını çıkarmaya çalışıyorum. Elbette yanımda bir bavul dolusu kitap. Sanırım burada kitap satılmıyor sandım. Karadeniz fotoğrafları bekleyenler var, en kısa zamanda gelecekler. Önce evden çıkmam lazım üzerimdeki miskinliği atıp, elimi kağıt kalemden koparıp. Benden haberler böyle, umarım herkesin keyfi yerindedir. Söz verdiğim gibi, bu akşam da bir kitap yazısı gelecek. O zamana dek keyifli bir akşam geçirip, Pazartesi gerginliğini atmanız dileğiyle...

Ankete katılanlara teşekkür ederim. Bir sonraki anket sorusu için aklınızda bir fikir varsa bana lütfen mail atın ya da Twitter’dan ulaşın. Anonim kalma gibi bir isteğiniz var ise, Formspring tam size göre. Yeter ki değişik anket soruları cevaplayalım. Bu soruyu mesela Ayşe yolladı, ona da tekrar teşekkürler.
Bir sonraki ankette görüşmek üzere!

Uygarlığı Değiştiren 100 Köpek – Sam Stall


Ve yine bir Kırkmerak kitabı. Bu seferki çok ama çok eğlenceli. Şu an tuşları tıkırdatırken bile yüzümde bir gülümseme var, nedeni de bahsi geçen 400 pati, 100 de kuyruk.

Bu sabah 6 uçağıyla, Karadeniz’in sevimli bir şehrine geldim. Uçak çok erken olduğu için uyur uyanık vardım havalimanına ve en koyusundan bir kahve ve limonlu kek ile başladım güne. Bekleme salonuna geçtim, ilk defa Karadeniz’e gideceğim için başladım insanları incelemeye. Gideceğim şehrin insalarının ortak bir tipe sahip olup olmadıklarına baktım, düşe kalka koşan bebekleri izledim ama sonunda sıkıldım, zaten bu şehrin insanlarının da tek bir tipi yoktu. Sonra çantamda ufak bir kitap deposu olduğu aklıma geldi ve elimi bir tanesine attım. Ne şans ki, sonraki 2 saatim mükemmel geçti. Uçak yolculuğu boyunca elimden bırakamadım kitabı. Bulutların şeklini bir şeylere benzetmeye bayılan ben, tüm o pofudukluğu unuttum. Birazdan da bahsedeceğim ama tüm kitap boyunca gülünemiyor maalesef, ara ara serpiştirilmiş içinizi acıtacak hikayeler de var. İşte bu nedenle, bir ağlar bir güler halim yanımda oturan amcayı biraz korkuttu, sanırım ufak bir buhran döneminde olduğumu düşündü. Yeter bu kadar gevezelik, gelelim kitaba.


Sam Stall’ın yazdığı bu kitap 2007’de 100 Dogs Who Changed Civilization adıyla yayınlanmış, Türkçe’ye ise Ayşen Anadol çevirmiş. 2010 yılında basılan bu kitap, Can Yayınları’nın Kırkmerak dizisinden. Bu diziyi çok sevdiğimi biliyorsunuz, bu nedenle önümüzdeki günlerde serinin diğer kitapları hakkında yazılara da hazırlıklı olun. Son olarak belirtmeliyim ki, kapak tasarımı da çok başarılı bence. Bakalım siz ne düşüneceksiniz?

Kitabımızda tam tamına 100 adet köpek var. Bir ya da en fazla 2 sayfa olan hikayeleri anlatılmış. Hikayeler 5 bölüme ayrılmış, bahsi geçen köpeklerin uzmanlık alanlarına göre. Sıralama şöyle: Bilim ve Doğa, Tarih ve Yönetim, Sanat ve Edebiyat, Popüler Kültür, Kahramanlar. Benim birkaç favorim oldu fakat onlardan bahsetmeden önce, köpeklerle aramdaki ilişkiden bahsetmek istiyorum.

Benim hiç köpeğim olmadı. Ama köpekleri hep çok sevdim. Köpekleri seven, okuyan bir kedi... Evet farkındayın tabuları yıkıyorum. Her neyse, ben köpekleri seviyorum çünkü çok şapşallar. Bir kedinin soğukluğu onlarda asla yok. Her an oyuna hazırlar, dünya onlar için havada uçan toplar ve frizbilerden ibaret gibi. Ama kediler birazcık daha kurnaz daha hin. Neyse, kedi mi köpek mi daha iyi tartışmasına hiç girmeyelim. Anneni mi babanı mı daha çok seviyorsun sorusuyla eşdeğer benim için.

Gelelim kitaba...

Tam haftasonu okumaya uygun bir kitap bu. Kısa kısa hikayeler kişinin kendini daha fazlasını isterken bulmasını sağlıyor. Bir de bence en iyi taraflarından biri, siz farkında olmadan tarih, teknoloji, kültür vb. konularda bilgilerinizi tazelemenizi sağlıyor. Hele bir de bahsedilen konulara önceden aşinaysanız, keyiften dört köşe olmanız kaçınılmaz. Eğer şehrinizde bu aralar Pazarları güneşli ve şenlikli geçmeteyse, bence kahvaltıdan sonra bu kitabı alın ve etrafınızda bolca köpeğin dolanabileceği bir parka gidin ve kitabın keyfini çıkarın. Bir de, onların hikayelerini tahmin etmeye çalışın. Kitaba geri dönersek, ben çevirisini çok beğendim. Çünkü bu dili eğlenceli, içinde kelime oyunları içeren bi kitap. Ve bana kalırsa, çevirisi en zor olan türlerden biri. Bence bu kitaptan benim bu kadar zevk almamın en büyük sebeplerinden biri, yabancı bir yazarın esprilerinin dile çok başarılı bir şekilde yedirilmilş olması. Bir de tüm bunların üstüne köpekleri seviyorsanız, sizden keyiflisi olmayacaktır.


Bu yazı sona ermeden, bir sonraki yazımıza kadar benden ayrılmadan önce kitaptan favori köpeiğimi paylaşmazsam olmaz. Layka'yı belki bilenleriniz vardır. Uzaydaki ilk Dünyalı. 1957 yılında, Sovyetler'in Sputnik II'nin tek yolcusu. Sıradan bir sokak köpeği iken kendini uzayın derinliklerinde bulması çok garip bence. Acıklı olansa, biletinin tek taraflı kesilmiş olması. Ama Layka hiç unutulmadı. Adına yaptırılan anıtta, tüm proje çalışanlarından adı geçen bir tek o var. En cesur en büyük ödülü hakediyor elbette. Bunun gibi daha çok hikaye var. Eminim sizin de bir favoriniz olacak okudukan sonra. Kitap boyunca gözlerim gülerken de ağlarken de kurumadı.

Hayvanlar iyidir. Bir çocuğun evde bir hayvanla büyümesi tahmin edebileceğinizden farklıdır. Tüyünden şu olur, ısırırsa bu olur demeyin. Bunlara sizin de aslında inanmadığınızı, sadece zararsız bahaneler olduklarını biliyorum. Kendimden örnek vermek gerekirse, eğer ben evde bir kedi ile büyümeseydim vicdan kavramı benim için hep soyut kalacaktı. Elbette, bir seri katile dönüşmeyecektim ama bilmiyorum bence bir fark murlaka olurdu. Herhangi bir şeyi sevmenin ne kadar güzel bir duygu olduğunu bu kadar küçük yaşta öğrenemeyecektim mesela. En önemlisi de, okuldan eve gelmemi bekleyen gelince de daha önlüğümü çıkarmadan kucağımda uyuyakalan bir tüy yumağının sevgisinin ne demek olduğunu hiç bilemeyecektim. Uzun lafın kısası, hayvanları sevmek güzel şey.

Bu arada aynı yazarın Uygarlığı Değiştiren 100 Kedi adlı eseri olduğunun farkındayım, ben sadece bir kereliğine mütevazi olmayı seçtim (:

14 Nisan 2011 Perşembe

Önümüzdeki 1 hafta

Sıradaki anket sorusunu SİZ belirleyin. Ne dersiniz?


Herkese merhaba,

Bugün İstanbul'da hava korkunç. Umarım sizin şehrinizde güneşten gözleriniz kamaşıyordur. Gelelim konuya. Sizlerden bir isteğim var...

Bir süredir anketler yer alıyor burada, biliyorsunuz ve katılıyorsunuz, beni çok mutlu ediyorsunuz. Aslında benim depomda ilginç bir sürü soru var fakat önümüzdeki 5 gün boyunca ziyaretçileri karşılayacak soruyu aramızdan biri belirlesin istiyorum.

Bu akşam boyunca, hatta aklınıza geldikçe, bana bunları yollayabilirsiniz. Ben de onları bir sıraya koyarım ve ara ara, benim sorularım yerine sizin sorularınız yer alır. Ne dersiniz?

Şimdi gidip biraz kuru üzüm yiyin ve sonra da bana aklınıza gelenleri yazın.
Marş marş!

6. Mini anket sonuçlandı!


Sorumuz şuydu:

Çocukken okuduğunuz kitaplar hala duruyor mu? Saklıyor musunuz?

Ankete 37 kişi katılmış.
23 kişi evet, ben onlardan asla ayrılamam demiş.
14 kişi de hayır, çok uzun süredir onlardan haber alamıyorum demiş.

Ben, büyük bir üzüntüyle hayır cevabını verdim. Aklıma bu konu geldiğinde hep birazcık üzülüyorum. Çünkü gerçekten çok şanslı bir çocukluk geçirdim. Hediylerim hep kitaplar oldu çünkü kardeşim olmadığı için oyuncaklarla tek başıma pek oynayamazdım. Bebeklerden de çabuk sıkılırdım. Bu nedenle, hediye hakkımı ya kitaplardan ya da yapbozlardan yana kullandım. İşte bu yüzden, tüm duvarları çingene pembesine boyalı odamda çok fazla kitap vardı (o duvarların rengi değişti sonra, korkmayın).

Benim hiç kardeşim olmamasına rağmen, annemin onlarca kuzeni vardı ve onların çocuklarının da kitaba ihtiyaçları vardı. Bu yüzden çocuk kitaplarının artık benm için yeteri kadar "cool" olamdığını düşündüğüm bir ergenlik buhranında, hepsi dağıtıldı. Elimde sadece benim için çok farklı olan Pıtırcık serisi ve birkaç kitap daha kaldı. Ah! bakın yine hüzünlendim.

Neyse, aslında düşününce bence iyi bir şey yapmışım. Evet belki benim çocuklarım benim kitaplarımıı okuyamayacak. Ama zaten ben de küçükken annemin çocukluk kitaplarını hiç görmedim. Bu eli bolluk, bizde bir aile geleneği sanırım. En azından, benim kadar şanslı olmayanlar da çocukluk kahramanlarıyla o kitaplar sayesinde tanıştılar. Bu da son derece iyi bir şey!

Benim hikayem böyle. Bu konuda ikilemdeyim gördüğünüz gibi. Hem "keşke" diyorum sonra da "iyi ki" demekten geri duramıyorum. Belki de çocuklu kitaplarım kanatlanıp uçmasalardı, şu an sahip olduklarımın değerini hiçbir zaman bilemeyecektim.

Soruya evet diyenler, umarım ne kadar şanslı olduğunuzun farkındasınızdır ve eski arkadaşlarınıza iyi bakıyorsunuzdur. Hayır diyenler, sizler de onların yerini başka kitaplarla doldurursunuz, üzülmeyin bence.

Ankete katılan herkese teşekkür ederim, ben anket kısmında çok eğleniyorum. Umarım siz de keyif alıyorsunuzdur.

11. parmağım

12 Nisan 2011 Salı

10 yıl önce.


10 yıl önce, her gece 10 sayfa okuduğum kitap. Yanında da ballı süt olurdu.

10 Nisan 2011 Pazar

En sevdiklerimden biri


Siyah küçük kuş, sayfaların arasında uçmakta uzunca bir süredir.

9 Nisan 2011 Cumartesi

Sıradaki yazar...


Yaşar Kemal
Yakında.

Bilinmeyen Adanın Öyküsü - José Saramago


José Saramago'yu bilenler bilir, bilmeyenler de elbet birgün onunlar tanışacaklardır. 1922 Lizbon doğumlu bu yazarın dili, beni oldum olası kendine hayran bırakmıştır. 2010'da kalem ve kağıttan sonsuza dek ayrılan Portekizli yazar, benim için yazarın tanımıdır.

Bilinmeyen Adanın Öyküsü, incecik bir kitap. İçi bomboş laflarla dolu binlerce sayfalık kitaplara kafa tutarcasına. İlk defa bu yazarı okuyacak kişilere garip gelecek olan şey ise, Saramago'nun nokta ve virgülden başka noktalama işareti kullanmıyor oluşu olabilir. Evet bazen karşılıklı konuşmaları, sadece büyük harf takibi yaparak anlayabiliyorsunuz (kişiler lafa başlarken, büyük harfe geçiliyor). Bu da biraz dikkat istiyor ama zaten okumak, dikkat işi değildir de nedir?

Benim elimdeki kitap, 2010 yılında Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Modern Klasikler Dizisi'nin bir üyesi olarak basılmış. Orijinal eser ise 1997 yılında O Conto da Ilha Desconhecida adı ile yayınlanmış. Çeviri Emrah İmre tarafından yapılmış ki bence çok çok başarılı. Sayfalar arasındaki desenlere gelecek olursak, Birol Bayram gerçekten harika bir iş çıkarmış. Kitabı okuduğum sürenin iki katını, bu çizimlere bakarak geçirdim. Ben ne kadar anlatırsam anlatayım, bir de sizin bakmanız lazım bence, en az benim kadar etkilenebilmeniz için. Nobel ödüllü bu yazarın kitabına bakalım biraz da.

Elimizde neler mi var? Bir kral, bir temizlikçi, bir de bilinmeyen adayı bulmak isteyen bir garip adam. Yaş, isim, ülke, dil... Bunların hiçbiri yok hikayede, işte bu yüzden de küçükken dinlediğimiz masalların tadı var. Bilinmeyen adayı bulmaya kalkan bu adam, birken iki oluyor. Kadın da onunla kalmaya karar veriyor. Ve bilinmeyene giden yolda bir karavela, bir adam bir de kadın beliriyor. Hikaye bu kadar. Daha fazlasını da beklemeyin. Asıl hikaye, kitap bitince kendi bilinmeyeninizin ne olduğuna dair sorular ile başlıyor. Kendi hikayenizi kurgularken, en çok vakti de yanınızda kimin olacağını düşünürken harcıyorsunuz.

Ben açıkçası hayran kaldım bu kitaba. Hani bir film izlersiniz ya da iyi bir oyundasınızdır ve ışıklar söner, perde kapanır. O kadar beğenmişsinizdir ki, ne alkışlayabilirsiniz ne de yerinizden kalkabilirsiniz. Sadece bu eseri yaratan zekaya ve yaşanmışlığa hayran kalırsınız. Nutkunuz tutulur. Bu kitabı okuduktan sonra benim hissettiklerim tam olarak buydu. Yazılarımda, siz de farkındasınızdır, bence bunu alın ya da almayın gibi çok kesin saptamalarda bulunmayı sevmiyorum. Eğer bunu bir kerecik de kullanma hakkım varsa, bu kitap için diyebilmek istiyorum. Bence daha fazla geciktirmeden bu kitabı alın ve okuyun.

Kitap hakkında birazcık daha bir şeyler yazmak istiyorum. Adam ve kadın hakkında daha çok. Ben bu sefer detaylarda kaybolmadım. Adamın sakalında beyazlar olup olmadığını, kadının saçını ne tarafa doğru ayırıp taradığını düşünmedim. Benim aklımda martılar, yeşim rengi sular bir de ay ışığı altında içtikleri şarap, yedikleri peynir vardı. Adam cesurdu, kraldan bir yelkenli olmasa da karavela kapmayı başarmıştı. Kadın doğuştan denizciydi, adamın açık denizlerdeki pusulasıydı. Onlar bir yolculuğa çıkmaya karar verdi, ve yolculuk hayatları oldu.

Şimdi kitaba ucundan da olsa bakma vakti.

"Aç şu kapıyı, demiş Kral temizlikçi kadına, Ardına kadar mı açayım yoksa azıcık mı aralayayım, diye sormuş kadın da. Kral bir an tereddüte kapılmış, aslında sokağın havasını solumaktan pek hoşlanmazmış, fakat iyice düşündükten sonra koskoca kral hazretlerinin önemsiz bir kuluyla sanki çekiniyormuş gibi kapı aralığından konuşmasının uygunsuz kaçacağına, hele de yanı başında cümle aleme kim bilir neler anlatacak olan temizlikçi kadın varken bunun hiç hoş karşılanmayacağına karar vermiş ve, Aç kapıyı sonuna kadar, diye buyurmuş"

"Bilinmeyen ada, diye tekrarlamış adam, Saçma, bilinmeyen ada kalmadı artık, Bilinmeyen ada kalmadığını nereden biliyorsun, kral efendi, Haritalarda bütün adalar var, Haritalarda sadece bilinen adalar var, Peki bulmak istediğin bu biinmeyen ada neyin nesi, Bunun cevabını bilseydim ada zaten bilinmeyen olmaktan çıkardı, Bu adayı kimden duydun, diye sormuş kral biraz ciddileşerek, Kimseden, Öyleyse niçin var diye tutturuyorsun, Çok basit, bilinmeyen bir adanın var olmaması imkansız olduğu için"

"Ben bu krallığın kralıyım ve krallıktaki tüm tekneler bana aittir, Bu gidişle onlar sana değil sen onlara ait olacaksın, Ne demek istiyorsun diye sormuş kral, huzursuzca, Tekneler olmasa sen bir hiçsin, oysa tekneler sen olmasan da rahatlıkla denize açılabilirler"

"Henüz tayfasını bile toplamaya başlamamış olan adam ise teknesini yıkayıp temizleyecek kişinin daha o zamandan peşine takıldığının farkında değilmiş, işte kader hep böyle davranır bizlere hemen arkamızdadır omzumuza dokunmak için elinin çoktan ileri doğru uzatmıştır, bizlerse hala, Geçti gitti, gösteri bitti, yine aynı hikaye, diye homurdanıp dururuz"

"Benimle birlikte bilinmeyen adayı aramaya çıkmaya kararlı mısın yani, Saraydan kararlar kapısından çıktım"

"Beğenmek, sahip olmanın en iyi şekli, sahip olmaksa beğenmenin en kötü şekli olsa gerek"

"Belli ki adamın gözleri bilinmeyen adadan başka bir şeyi görmüyor, diye düşünmüş kadın, işte göz yanılması, insanın yanı başında duran insanı görmemesi böyle olur"

Eğer siz de bilinmeyen adayı aramaya yola çıkmak üzereyseniz herkesin tüm adalar çoktan bulundu demesine rağmen, ve bir de yanınızda yıkık dökük bir karavelayı size ev yapmaya gönüllü birisi varsa, Saramago sizin için Portekizli eski bir Komünist Partili olmaktan öteye gidecek. Yeter ki siz karar kapısından bir kez çıkagörün. İşte o zaman kendiniz bile bilmiyorken, diğer yarınıza o bilinmeyen adadan bahsetmeye başlayacaksınız.

5. Mini anket sonuçlandı!


Sorumuz, sizin de hatırladığınız gibi şuydu:

Otobüs, vapur vb. yerlerde kitap okuduğunuzda, okuduğunuza gerçekten yoğunlaşabiliyor musunuz?

Ankete 41 kişi katılmış.
24 kişi, elbette okurum. Önemli olan niyet demiş.
17 kişi, yok benim yoğunlaşmam lazım dur kalklarla olmuyor demiş.

Ben kesinlikle okuyamıyorum. Açsam ya da toksam zaten hareket halindeki herhangi bir şeyde önüme bakmam mümkün bile değil. Ki zaten insan ya açtır ya da tok. Vapur ve uçak, kara taşıtlarına göre çok daha iyi okuma alanları benim için. Özellikle uçakta okumayı seviyorum ama yine de çok yoğunlaşmamı gerektirmeyecek, eğlenceli şeyler okumayı tercih ediyorum, çocuk kitapları gibi.

Midem bulanmasa yine de okumayı tercih etmem sanırım otobüste, çünkü ilgini dağıtacak o kadar çok şey var ki. Elindeki kitabı yanındakinin de okumaya çalışması ise işin tuzu biberi.

Kısacası, ben en güzel en huzurlu şekilde, ısısı ortalama değerlerde, mümkünse azıcık loş ve sessiz ortamlarda okumayı seviyorum. Belki de en çok yatakta okumamın, yatağımı koltuklardan çok kullanmamın sebebi budur.

Fikirlerini paylaşan herkese bir sürü teşekkür, yeni ankette görüşmek üzere!

8 Nisan 2011 Cuma

Bilinmeyen Adanın Öyküsü


"(...) ben bilinmeyen adayı bulmak istiyorum, o adaya ayak bastığımda kim olduğumu öğrenmek istiyorum. Bilmiyor musun ki, kendinden dışarı çıkıp kendine bakmadıkça kim olduğunu asla bilemezsin."

7 Nisan 2011 Perşembe

Sıradaki yazar...


Jose Saramago

Çok yakında.

Bu aralar...


Bu aralar, benimle beraber her kitaba dalıp çıkan kitap aram.

Üçüncü Kız - Agatha Christie


Agatha Christie'yi kim sevmez?
Açıkçası ben okuyan herhangi birinin bu yazardan ve kitaplarından nefret edebilmesine pek ihtimal veremiyorum. Nedeni de çok basit. Genelde anlatılan, daha doğrusu çözülmeye çalışılan olay o kadar merak uyandırıcıdır ki bir bakmışsınız bildiğimiz bıyıklı Hercule Poirot gitmiş, onun yerine olayı siz çözmeye kalkmışsınız. İşte okuyucunun detaylara bu kadar dalması, yazarın dilini, yazım biçimini unutturur. En azından bendeki durum bu, yaklaşık son 10 senedir. Yani, siz aslında Christie'yi değil, olayı okursunuz bir de devamlı dedektif olduğuna inanmış iç sesinizi dinlersiniz.

Bir Agatha Christie hayranı değilim, kitaplarından çoğunu okumadım. Okuduklarımın çoğunu beğendim fakat çok karambollü zeka ürünleri olduklarını söylemeye dilim de pek varmıyor. Yine de alır, okurum çünkü keyiflidir olayın nasıl sonuçlanacağını öğrenmek. Sonucu öğrenmekten de çok, meraklanma hissi hoşuma gider benim. Agatha Christie denince akla elbette acar dedektif Hercule Poirot gelir. Sanırım yazarın sıkı bir fanatiği olmamamın, kitaplarını okudukan 1-2 hafta sonra unutmamın en önemli sebebi bu bıyıklı beyefendi. Ben Poirot'yu hiçbir zaman çok sevemedim. Kibiri hep sinirime dokundu. Belki de bazı olayları ondan önce çözmem -evet, bu konuda maalesef alçak gönüllü olamayacağım, gözümde onu çok yükseklere taşımadı. Fakat, bu kitapta biraz farklı şeyler oldu. Birazdan oraya da geleceğiz.

Elimdeki kitap ilk olarak İngiltere'de, Collins Crime Club tarafından 1966 yılında basılmış. Benim okuduğum ise Altın Kitaplar tarafından 2010 yılında basılmış bir kopyaydı. İlk sayfalarda, bu kitabın daha önce Tavus Kuşu Cinayeti adıyla yayınlandığına dair bir not vardı, belki o isimle okuyanlarınız olmuştur. Ben bu yeni basım serinin kapaklarını oldukça beğendim. Sizce nasıl? Gelelim kitabın konusuna. Yine çok dikkat ediyor olacağım ki bu kitabı okumayı düşünenlerin tadını kaçırmayalım.

Agatha Christie kitapları ile büyük olasılıkla 10 yaşlarındayken, anneannem vasıtasıyla tanıştım. Her ne kadar onun favorisi Sir Arthur Conan Doyle olsa da, bu İngiliz bayanı da severek okurdu. O yaşlarda benim en çok sevdiğim ise hikayeye başlamadan ilk 1-2 sayfada yer alan kısa özetlerdi. Olaya karışanlar, Poirot'nun esrarı çözerken cevaplandıracağı sorular ve elindeki ipuçları diye bölümler olur ve altlarındaki bilgiler listelenirdi. Ben okurken sanki dedektif benmişim, kendim çıkarmışım gibi hissederdim bu listeleri. Oysa gerçekler tamamen farklıydı. Küçük beynim için oldukça faydalıydı bu kullanma kılavuzları, hikayenin içnde kaybolmamam için.

Hikaye ile ilgili çok fazla şey anlatamayacağıma göre, size biraz çözülmesi gereken esrardan, cevaplanması gereken sorulardan ve elimizdeki ipuçlarından bahsetmek isterim.

Olay şöyle ki, Poirot'nun ofisine bir gün, genç bir kız gelir ve bir cinayet işlemiş olabileceğinden söz eder ve gider. Sonra da olaylar gelişir. Bu kız ortadan kaybolur, geride pek çok soru işareti bırakarak. Fakat tüm bu esrarı çözerken dedektifimiz bir başına değildir. Polisiye kitaplar yazan Ariadne Oliver ona yardımcı olacaktır. Elbette bir de geveze temizlikçiler, apartman görevlileri ve ağızlarında bakla ıslanmayan daha birçok insan farkında olmadan Poirot'nun hayatını kolaylaştıracaklardır. Ariadne Oliver karakteri bana oldukça sevimli ve gerçek geldi. Yazar tarafından birkaç kitapta daha boy göstermişti. Saçlarına sahte bukleler iliştirmekten hoşlanan, oturma odasının tüm duvarlarını kiraz desenli bir duvar kağıdı ile kaplayan bir kadından ne zarar gelebilir ki? Bu kitapta ben Poirot'ya biraz daha alıştım sanırım. Sebebi de onun kırılganlığını fark etmiş olmamdı. Hani dedim ya genç kız geldi ofisine ve ona bir itirafta bulundu, işte orada Poirot derinden yaralandı çünkü kız dedktifin çok yaşlı olduğunu eklemeden geçemedi. İşte buna çok alındı, bu durum benim hoşuma gitti ve onu benim için sadece bir roman karakteri olmaktan kurtardı.

Ah! O kadar gevezelik ettim ki, elimizdeki ipuçlarından bahsetmeyi unutuyordum az kalsın. Belki içinizdeki dedektif ortaya çıkar ver olayı çözmeye çalışırsınız. Tahminlerinizi bana yollayın, doğru cevabı bilene hediye büyüteç, trençkot ve bir adet en fiyakalısından pipo!

Olaya karışınlar: Açıkçası olaya karışmayan pek insan kalmamış neredeyse koca İngiltere'de, ama esasen aynı evde yaşayan 3 kız diyebiliriz; Norma, Frances ve Claudia. Kızların tanımlanışları da ayrı garip ve hoş bence. Mesela Frances için şöyle demiş: sanata düşkün bir esmer. Neyse. Bir de Norma'nın, yani Poirot'ya şaibeli bir cinayet ihbarında bulunan kızın neredeyse tüm ailesi işin içinde.

Poirot'nun cevaplandırması gereken sorulardan bazıları şöyle: Ortada gerçekten bir cinayet var mıydı? Norma nereye kaybolmuştu? Üvey annenin Norma ile alıp veremediği neydi? Avludaki kan izleri, kaybolan mektuplar, şüpheli hasta bakıcı, serseri tipli genç oğlan ve aklı karışık kızlar... Tüm bunları mantıklı bir düzene oturtmalıydı dedektif.

İpuçlarına gelince, bakalım size bir şey ifade edecekler mi?: 67, 76, ilan, intihar, mektup, kağıt parçası, çek, peruk, kutu ve portre.

İşiniz zor. Kafaları çalıştırınız. Benden tavsiye, düşünürken sıcak bir kakao ve yanında kedi dili ya da diğer bir deyişle langue de chats oldukça iyi gidebilir. En azından bu ikili, Poirot'da işe yaramıştı...

Ufak bir değişiklik


Yeni kedimiz bu.

6 Nisan 2011 Çarşamba

Ben küçükken...

Hani kitaplarda, metinlerin içinde bazı kelimeler yazar tarafından italik yazılır. İşte ben küçükken ne yapıyordum biliyor musunuz? Kitabın en başından itibaren o italik kelimeleri bir kağıda yazardım. Bir nevi şifre olduklarını, ve bir araya geldiklerinde anlamlı bir mesaj oluşturacaklarına inanıyordum. Birkaç deneme sonrası yanıldığımı anladım. Kime anlatsam bunu, içimde bir dedektif gizlendiğine inanıyor.
Küçükken beyinlerimiz farklı çalışıyor. Ben gereğinden fazla içtiğim taze inek sütüne bağlıyorum bu durumu. Belki bir de anneannemin patateslerine.

Sabah kahvesi ve Gentz


Sabah kahve ile okunan kitap, daha iyi anlaşılıyor. Bilmiyorum, ya da bana öyle geliyor. Bu nedenle, ciddi bir şeyler okumalıydım.

Sartre- Pembe bir Biyografi


1985 yılından, babamın kitaplarından. Yorganın altında, bu pembe kapaklı inanılmaz yaşama elimde bir fincan sakızlı Türk kahvesi ile eşlik ediyorum.

"Sartre yazmak için yaşadı, her şeyin belgesini sunmakla ve her şeyi zorunluluğun önceliğiyle düşünürek yeniden yaratmakla yükümlüydü" - Simone de Beauvoir.

5 Nisan 2011 Salı

Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın- Umberto Eco & Jean-Claude Carrière


Bir bibliyofilin kitap yorumu yazmasından daha güzel bir şey varsa o da kitaplar üzerine yazılmış bir kitabın yorumunu yazacak olmasıdır. 2010 yılında, Can Yayınları’nın Kırkmerak dizisinin bir üyesi olarak basılmış olan bu kitap hakkında gelin biraz konuşalım.
Elimdeki kitap, okuması ve bir nevi dinlemesi son derece keyifli iki kişiyi buluşturuyor. Umberto Eco ve Jean-Claude Carrière. Söyleşiyi yöneten ise Jean-Philippe de Tonnac. Bu üç hoşsohbetin hoş sohbeti öyle güzel aktarılmış ki saman kağıdı üstüne, kendimi koca gözlerimi daha da açarak aralarında oturmuş ağızlarının içine düşmüşken buldum. Kırkmerak dizisinin diğer kitapları için geçerli olduğu gibi, bu kitabın da bir miktar bilgi birikimi gerektirdiği aşikar. Elbette kimsenin gözünü korkutmak istemem. Demek istediğim şu ki, kitap boyunca bahsedilen konulara çok yabancı olmamanız, kitaptan alacağınız zevki artıracaktır. Gelelim detaylara...
Bu uzun söyleşi, konulara göre bölümlere ayrılmış. Okuma bağımlılığı, kitap koleksiyonu sahiplerinin ölümünden sonra kitaplarına ne olduğu, teknolojinin kitap üzerinde yaratacağı olumlu ve olumsuz etkiler, kitabın tarihi ve çok daha fazlası. Öyle çok şey hakkında konuşmuşlar ki, bana kalırsa her bir bölümden ufak kitapçıklar bile çıkarılabilirdi. Etrafında dönülen konu ise, elbette kitabın adından da anlaşılabileceği üzere: Kitaplar sonsuza kadar bizimle kalabilir mi yoksa yerlerini daha üst modellere (!) mi devretmek zorundalar? Kitap bugüne kadar hangi badireleri, yara alsa da bir şekilde atlatmayı başardı? Kitabın en büyük tehdit kaynağı gerçekten de teknoloji mi?
Kitap, 2008 Davos Zirvesi’nde bir fütürologun kitapların 15 yıl içinde ortadan kalkacağına dair savı üzerine şekilleniyor hemen ardından başlıyor Eco ve Carrière  bıçaklarını bilemeye. Kitabı okuduktan sonra rahatlıkla diyebilirim ki, kitabın gül bahçeleri arasından gelen bir geçmişi yok. Yangınlar, kasıtlı yakmalar, yasaklanmalar, kaybolmalar ve benzeri olaylar bizi kimbilir hangi eserlerden mahrum etti. Aslında çok önyargılı da olmamak lazım. Teknoloji belki de köstek değil destek olacak, en azından şimdi var olan eserleri geleceğe taşımak konusunda. Gelelim kitabın tahtını devralacağına inanılan “e-kitap”lara. Gerçeken kitabın tahtını sarsacak kadar sokulabilecekler mi insanlar arasına? Onların tahtını ne sallayacak? Hiç mi durulmayacak insanların hep daha fazlasını istemeleri? Bir zamanlar radyo ve televizyon için de aynı şeyler söylememişlermiydi? Eco ve Carrière’in en başarılı yanıtlarından biri şuydu sanırım tüm bu sorulara: Kaşık bir defa icat edildikten sonra, bir üst model olarak getirilen hiçbir şey bildiğimiz o basit kaşığın yerini alamaz çünkü insanlar onu benimsemişlerdir ve ondan farklı bir şeye alışmak her zaman daha zor, bazen de gereksiz ve tatsızdır. Yemeğinizi yemeniz için gereken metal ya da tahtadan yapılmış basit bir alettir. İhtiyacınız olan enerjiyi almak için ne yediklerinizi size yüksek sesle tekrar eden, kalori hesaplamaları yapan, aynı zamanda müzik dinleten ve ajandanızdaki işleri kulağınıza fısıldayan bir alete gerçekten ihtiyacınız yoktur. Esas olan karnınızın doyması, kan şekerinizin yükselmesidir. Gerisi olsa olsa teferruattır ve biraz da kapristir.
Eco der ki, internetin bu kadar hayatımızın içine girmesi aslında bizi Gutenberg çağına geri soktu, artık herkes okumak zorunda. Sokağa giyinmeden nasıl çıkamıyorsak, güne de bilgisayarımızın ekranına bakmadan başlayamıyor ve devamını getiremiyoruz. Peki bu demek midir ki eski sadık dostlar ortadan kaybolmalı?Bu kayboluş beraberinde neleri getirir? Kitaplar uzunca bir süredir sadece seçkin sınıfın elinde değil, bu nedenle ulaşım ve alım daha kolay.  E-kitap okuyucularının da aynı ölçüde erişilebilir bir alet olduğunu iddia edebilir miyiz? Sorular, sorular, sorular. ..
Kitaplar güzeldir. Kimi okumayı sever kimi dokunmayı, bazısı da koklamayı. Siz hiç kitapların, hani saman kağıdına basılmış çeşit çeşit kapaklara bürünüp evinize girmiş olanın tamamen ortadan kalktığını aklınıza getirdiniz mi? Bunu düşünüp, az da olsa içiniz burkulduysa bilin siz bir kitap seversiniz ve sizin isteğiniz olmadan hiçbir güç o soğuk nanoteknoloji harikası e-kitap okuma tabletlerini elinize tutuşturamaz. Karl Valentin der ki, “Her şey daha önce söylendi ama herkes tarafından değil”.  Kitaplar ve onları okumak sevildi, binbir çeşidi de yazıldı. Peki herkes bu zevki tattı diyebilir miyiz? Peki ya gelecek nesiller?  Evet biz, annelerimiz ve onların büyükleri kitap okuma zevkini tattı, uyumadan önce okunmaya çalışılan bir kitabı sabah uyandıklarında yastıklarının kenarında gördüler, belki de büyükanneniz dedenizin ona gizli gizli yazdığı özlem dolu satırları o sırada okuduğu aşk romanın arasında sakladı. Evet çok kitap basıldı, hatta varsayalım tüm hikayeler anlatıldı. Peki ya bizim çocuklarımız? Onları bu zevkten mahrum bırakmak ister miyiz gerçekten?
Tonnac’ın mükemmel bir iş çıkardığı, en az kitaplardan kurtulamayacağımız gerçeği kadar aşikar. Tarihin, dinin, otoritenin, icatların ve daha birçok birbiriyle bağlantılı ya da bağlantısız konunun nerelerden kitaplara ve onun tarihine dokunduğunu bilmek isteyenler ve kitaba olan hayranlıklarını bir kez daha pekiştirmek isteyenler için bu kitabın harika bir fırsat olduğunu belirtmek gerek. Kitaplardan kurtulabileceğinizi sanmayın ve hazır Bahar gelmek üzereyken raflarınızda yeni kitaplara yer açın.
 


4 Nisan 2011 Pazartesi

Kodin ve hayalet kedi

Mum ışığında Barbara Cartland

 ördekli kahve fincanıma dikkat!

Belki de mektup vardır

Kafka ve Anne


 Sene 1985, annem 20 yaşında.Yani bu kitabı ikimiz de aynı yaşta okumuşuz. 
O sonra not almış ilk sayfaya. Bana da yer bırakmış, bilmeden. 
Ben sanırım ona katılıyorum, bir şey eklemedim. 
Sahneler canlı, kesinlikle.

Güneşli bir Pazar'dan


Bu kitaba sadece demli bir çay eşlik edebilirdi, şekersiz, acı.

Bir soru..

Tumblr'da var olan kitap fotoğraflarını buraya koysam nasıl olur sizce? Onları koymak demek, yeni çektiklerimi de koymak demek olacak. 
Ne dersiniz? 
Yoksa burası sadece yazının hüküm sürdüğü bir yer mi olsun?
Bahsi geçen fotoğraflar için buradan.
(orada bir çok şey var, ben kitap çekimlerinden bahsediyorum)

Sıradaki yazar...


İyi bir Agatha Christie romanı okumayalı epey oldu
Bakalım bu sefer katil kim?

Çok yakında! 

3 Nisan 2011 Pazar

4. Mini anket (haftalar önce) sonuçlandı


Ve ben daha ancak kamuoyu ile paylaşabiliyorum bu durumu. Önce sorumuzu hatırlayalım tabi.

Yazarı olduğunuz kitabın arka kapağına fotoğrafınızı koyarmıydınız?

Ankete 39 kişi katılmış
10 kişi evet koyardım, profilime güveniyorum demiş
29 kişi hayır koymazdım, yaptığım işlerle gündeme gelmek istiyorum demiş

Ben, evet koyardım dedim. Nedeni de benim için çok açık. Arka kapakta fotoğrafını gördüğüm yazarla daha kolay iletişim kuruyormuşum gibi geliyor. Biliyorum çok basit bir ilişkilendirme fakat bende işe yarıyor. Bu ister yüzündeki her kırışıklığı bildiğim biri olsun ister kitabını ilk defa okuyacağım birisi.

Kendi kitabım olsa, kitabın içeriğinden bağımsız olarak, arka kapakta şööyle kocaman gülümsememle bir fotoğrafım olsun isterdim. 3 sene ortodonti tedavisi gördüm, bir işe yarasın düzgün dişlerim, öyle değil mi ama?

Şaka bir yana, benim hoşuma gidiyor bu durum. Bir de şunu fark ettim ki, eski kitaplarda daha çok var olan bir gelenekmiş sanırım bu. Yukarıdaki fotoğrafı çekmek için başucumdaki 10-15 kitaplık yığını şöyle bir karıştırdım da, ortaya çıkanlar annemin ve babamın kitapları oldu. 

Neyse, olur da aranızdan birinin kitabı çıkar, bu dediklerim kulağınıza küpe olsun. Olmadı, benim için imzalayacağınız baskının içine bir vesikalık iliştirirseniz sevinirim.


Uzun bir ara sonrası, Merhaba Dünya!

 Polonezköy

İnadımı yendim. Bloglar kapatıldıktan sonra nedense farklı yollardan girmek istemedim. Hem girsem de herkes benim gibi giremeyecekti belki de, yani yazdıklarımı hepimiz aynı zamanlarda okuyup üzerine konuşamayacaktık. Ama fikrim değişti şu son birkaç günde. Öncelikle gördüm ki herkes bir şekilde girmenin yolunu bulmuş, ikincisi de ben buraya yazmayı çok özledim. Evet blogumun yokluğunda farklı zevklerim oldu, bir nevi gönül eğlendirme fakat Okuyan Kedi'nin çıkış noktasının yerini hiçbiri dolduramadı- neyse onları da kötülemeyelim şimdi hemen, ayıp.

Blog yokken neler mi yaptım? Çok çok kitap okudum. Ve gerçekten eklektik bir okur olduğumu kanıtladım. Yazmak için epey sabırsızlanıyorum. Ellerim ve gözlerimin biyolojik nedenlere bağlı olarak kendini iptal etmeyeceğini bilsem, hepsini bir seferde yazarım ama neyse yavaş yavaş keyfini çıkaralım.
Fotoğraf makinem geri geldi. Hatta görmeyenler varsa, buraya tıklayıp, birkaç örneği görebilirler. Yani artık kitap yazılarımda oradan buradan aldığım fotoğraflar yerine kendi çektiklerim olacak. Ben profesyonel bir fotoğrafçı değilim ama annem öyle, makinemse yarı profesyonel. Kısacası, üçümüz birbirimizi tamamlıyoruz.

Ders çalıştım, bir sürü yeni şey öğrendim. Her şeyden daha fazla keyif almaya çalıştım.

Aklıma süper anket fikirleri geldi! Bekleyin.

Twitter'da çok eğlendim, yeni insanlarla tanıştım, bazılarını gerçekten çok sevdim.

Mezuniyet için kepli fotoğraflar çektirdim! 

Çeviri işleri almaya tekrar başladım günlerin uzamasıyla.(Daha sonra çeviri maceram ve kitaplara harcadığım parayı nasıl kazandığımla ilgili bir yazı yazmayı planlıyorum)

Lahana ve pırasa yemeye başladım.

Çiçek çocuklarıma yenilerini ekledim.
Polonezköy'e gittim.

Kapalıçarşı'da kayboldum, polislere yön sordum.
Bahar temizliği yaptım. Kış başında kaybettiğim takılarımı, kitap ayraçlarımı ve en önemlisi kedimin kayıp toplarını buldum. Kendi aralarında ufak bir krallık kurmuşlar sanırım.

Genel olarak güzeldi blogsuz geçen haftalarım ama her şey biraz daha güzelleşecek bundan sonra, eminim!

Kitaplarda görüşmek üzere.