23 Nisan 2011 Cumartesi

Butes - Pascal Quignard


Bu sefer oldukça sıradışı bir kitap ile karşınızdayım. Neden mi sıradışı? Açıkçası buna dahi verecek bir cevabım yok. Elimde üzerine kurşun kalem ile bir sürü not alınmış kitap ve kafa karışıklığı var. Neyse, belki yazarken bir şeyler netleşir. Tadadadadam... Karşınızda Pascal Quignard ve Butes.

Önce kitaptan sonra da yazardan bahsedeyim diyorum.

Ben bu kitabı geçen haftalarda, kapağını beğendiğim (ankete “evet” cevabını verenlerdenim) ve yazarı merak ettiğim için aldım. 1900’ler sonrası Fransız yazarlar beni hep şaşırttığı için Quignard’dan da benzeri bir performans bekliyordum, beni yanıltmadı. Kitap, orijinal adı Boutes ile kaç yılında yayınlanmış bulamadım fakat Türkçe’ye Turhan Ilgaz tarafından çevrilmiş ve Kırmızı Yayınları tarafından 2010 yılında basılmış. Ben bu Yayınevi ile daha önce tanışmamıştım, yayınladıklarına baktım da gerçekten kıyıda köşede kalan, çoğu insanın bilmediği önemli eserleri yayınlıyorlar. Ben bir göz atın derim. Kapak demiştim... Fotoğrafını çekemiyorum maalesef ama resimden belki anlarsınız, ben gerçekten çok beğendim. İşte bu da kapağa göre kitap almanın başka bir sonucu, mutlu bir son olanı.

Pascal Quignard (Kinyağ),1948 yılında Fransa’da doğmuş bir yazar. Ailesinde dilbilimciler ve müzisyenler olduğunu öğendim, bunu zaten kitap boyunca hissediyorsunuz. Fransız Akademisi Büyük Roman Ödülü’nün sahibiymiş! Belki Dünyanın Bütün Sabahları’ndan tanıyorsunuzdur onu. Bir ara epey ünlenmişti sanırım bu kitap. Her neyse, yavaş yavaş kitaba geçebiliriz artık sanırım.

Öncelikle belirtmeliyim ki, bu bir kere okunup rafa kaldırılabilecek bir kitap değil. Belki birkaç okumadan sonra yazmalıydım bu yazıyı ama dayanamadım. Kitap ince olmasına rağmen 17 bölümden oluşuyor. Bu aralıklı anlatım, bazılarınızın hoşuna gitmeyebilir. Genel olarak bahsedilenleri listelesem iyi olacak sanırım: Ege, Yunan mitolojisi, müzik, sesler, tınılar, melodiler, yükseklerden atlama, yerin altına sokulma...

Bence bu kitaptan en çok müzikten hoşlanan biri zevk alabilir. Kitabın ilk bölümlerinde bu tema çok baskın olsa da, bence çok güzel bir anlatım var melodiler üzerine. Mesela ben bu kitapta en çok mitoloji ile ilgili olan kısımlardan zevk aldım. Daha önce bahsetmiştim sanırım. 10 yaş civarından lise yıllarına kadar arkeolog olmayı istemiştim, şimdi ise mesleğin adını doğru yazıp yazmadığımdan emin olabilmek için kılavuza bakıyorum. Her neyse.. İşte mitolojiye olan merakım o zamanlarda eve giren National Geographic dergileri ile başlamıştı. Sonra o kadar fazla şey öğrenmiştim ki konu hakkında, annemler endişelenmeye başlamıştı. Bir anda en yakın arkadaşlarım Yunan tanrı ve tanrıçaları olmuştu. Sonra azaldı tabi bu merak. İşte bu nedenle, ben sevdim bu kitabı. Bir de Ege’nin tam içinden geliyor olması... Egeli olan her şey birazcık tuzlu ama bir o kadar da davetkardır. Hani Ege’nin kıyı şeridinin en güzel yerlerinden birine kurulmuş, yazın keyfini çıkarıyorsunuzdur. Sonra yavaş yavaş teninizde o acıyı hissedersiniz. Güneş yakıyor sanarsınız, gölgeye geçer ama yanmaya devam edersiniz. Yanılıyorsunuzdur. Sizi denizin tuzu yakıyordur. Sizi Ege yakıyordur.


Kabul etmeliyim ki, yer yer okuması ve sindirmesi çok zor ve yorucu bir kitap. Yarıda bırakmaya oldukça müsait , her ne kadar tersinin olmasını istesem de. 71 sayfalık bu kitabın ilk 10-15 sayfasını kendinizi kitaba alıştırmaya çalışıyorsunuz, tam alışmış ve daha fazlasını isterken de kitap bitiveriyor. Ama bilmiyorum, bu tarzda bir anlatım ve yoğun bilgi aktarımı bir yetmiş sayfa daha çok zorlayıcı olabilirdi. Bu kitapta varolan anlatım biçimi bence oldukça farklı ve her okuyucunun denemesi gereken bir şey. 17 bölümden bahsetmiştim. Bazen birbirinden çok kopuk bu bölümlerin aslında ne kadar birbiri ile bağlantılı olduğunu görmek çok güzel, sonunda. Aynı zamanda yazar için ne kadar zorlayıcı olduğunu bir düşünsenize! Bir de bu kitabı okuyacaksanız, dipnotları sakın atlamayın. Hikayelerin çoğunun temelinin orada yattığını unutmayın!

Şimdi detaylara ve alıntılara geçelim...

Kitaba ismini veren Butes’in hikayesini size bırakıyorum. İlk sayfalarda bitiyor sanmayın sakın. O hiç ummadığınız anlarda karşınıza çıkıp, siz fark etseniz de etmeseniz de kendini hatırlatacak nasıl olsa. Ben iki temadan oldukça etkilendim. Biri kendini yükseklerden aşağı atanların dünyası diğeri de yerin altına girenlerin diyarı idi. Çok masalsı ama bir o kadar gerçek. Hani bazen rüyanızda hissedersiniz, yüksek bir yerden düşüyorsunuzdur, o heyecan aslında tatlı gelir ama inkar edersiniz. Çünkü aklı başında her insan düşüşün sonunu bilir. Ve yaftalanmamak için de havada geçen o anın çekiciliğini kabullenmez. Bazen bir çağrıdır sizi atlatan bazen de sebepsizdir. Kitaptakilerin hangisi bir davetin kabulü hangisi nedensiz bir ziyaretti, size bırakıyorum. Zorlayıcı sorular biliyorum, ama denemeye değmez mi? Yerin altına girenler vardı bir de. Bilmiyorum... Benim ilgimi çekmedi sanırım. Her bir taneciğinde Ege’nin iyotu yerleşmiş havanın içinde süzülüp, köpük köpük o mavi suya dalmak varken, toprağın kızgınlığı niye?

Bu kitabı son kez anlatmaya çalışayım. Belki 2000 belki de 2500 yaşında birinin size ilginç şeyler anlatmaya çalıştığını düşünün. Hoş, o çabalamasa da anlatacağı her şey size ilginç gelecektir. Belki size ertesi gün kendini öldürmeye karar veren adamın son gece okumak için seçtiği kitaptan, MÖ 447’de Atinalı çocuklara neden flüt öğretmekten vageçildiğinden belki de Kuşbaz’ın hikayesinden bahseder. Kim bilir...

“Her müzikte ayaklandıran bir sesleniş, zamansal bir çağrı, sarsan, yer değiştirten, ayağa kaldıran ve sesin geldiği kaynağa yönelten bir dinamizm vardır.”

“Çünkü Sirenler bağlayıcılardır. Bağlanmış Odyssesus’un karşısında, Siren bağlayıcı olandır. Seiren sözcüğü, bağlamak anlamına gelen ser’den türer. Yunanca’da seira sözcüğü ipi gösterir; kaygan bir düğüm taşıyan ipi; daha keskin bir anlatımla, İskitlerin düşmanlarının boynuna fırlattıkları kementtir.”

“Müzik neden acının dibine kadar gidebilmektedir? Zira orada yatar.”

“Hüznün aleminin en ucuna kadar inmeye kim cesaret eder? Müzik.”

“Müzik hiçbir şeyi betimlemez: yeniden-duyumsar.”

“İsimler ölümümüze kadar bize seslenirler.”

“Eğer müzik olmasaydı, tutkular birbirlerinden farklılaşmamaka, hatta kendi kendilerini kavramakta yetersiz kalırlardı.”

“Müzik olmasaydı aramızdan bazıları ölürdü.”

“Müzik nedir? Dans. Oysa dans nedir? Bastırılamaz biçimde ayağa kalkma arzusu”

“Kuş bir gün daha ölünün evinde bekledi. Sonra kuş uçtu. Hangi ruh gün ortasında uçmaz ki? Ölen kimdir? Yiyen kim? Kim şarkı söyler? Bu dünyada konuk olan kimdir? Kim karşılar? Kim gider?”

“Bir süngerin, ölümlülerin derisinden ölümü emen bir tür ‘geçmiş yaratık’ olduğunu söylemek mümkündür. Sonra, yok oluş, bu ışık sahili üstündeki bizler olan o nihai kirleri sessizce ve çabucak hiçleştirir, tıpkı süngerlerin sayısız dudaklarına uzatılan suya yaptıkları gibi.”

“Tıpkı gökyüzüne karışan bir avcı kuşun dalışı gibi yani yakalanamaz olanın durmadan asla yakalanmamış olduğu dalış.”

“Timogenes şöyle yazmıştır: sanatsal faaliyetler arasında müzik en eskisidir, yalnızca ayın devinimi ondan öncedir.”

“Yakınan dili, soluktan yoksun olsa bile mırıldanır.”

“Her müzik kaybetmiş olduğumuz biriyle ortak bir şeye sahiptir.”




Kitap boyunca Sappho’nun, Sirenler’in, Apollonie’nin, Cicero’nun, İstanbul’un, Capri Adası’nın, en çok da Ege’nin adı satırlarda göründükçe, ben kitaba daha çok bağlandım. Birazcık daha meraklanın diye Mora yarımadası’nın, yani annemlerin geldiği yerlerin fotoğrafını koyuyorum (Baba tarafım Arap bu arada, Hellenizm’in meyvesiyim sanırım). Bence deneyin, kitabı severseniz beni ve Ege’yi daha çok sevebilirsiniz.



Butes kimdir?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder