25 Eylül 2011 Pazar
Bavullar, kutular, eşyalar.
Ben bu aralar kitap yazısı yazamıyorum çünkü...
1. İstanbul'a geldim.
2. İstanbul'u çok özlemişim.
3. Çevirinin sonlarına yaklaştım.
4. Sürekli ya bavul topluyorum ya bavul boşaltıyorum.
5. Yaz boyunca göremediğim insanları çok özlemişim, hasret gideriyorum.
6. Tüm bunlara rağmen kitap okuyorum, sadece yazamıyorum.
7. Asistanlık nasıl yapılır, bunu öğrenmeye çalışıyorum.
8. Alacağım derslere karar vermeye çalışıyorum.
9. Odanın eksiklerini tamamlıyorum.
10. Çok mutlu olmayı ne kadar özlediğimi fark ediyorum.
En kısa sürede, yazılar ile karşınıza çıkmak üzere.
19 Eylül 2011 Pazartesi
İletişim.
Blogun sol tarafında linkler ve yazılar arasında kaybolmuş, bu ara twitter üzerinden çok soran oldu.
Mailleriniz için,
okuyankedi@yahoo.com
İçinizden geldiği gibi mail atabilirsiniz.
Tezer Özlü yazısı.
Bazı yazarlar var, nerede ilk gördüm adlarını bilmiyorum. Tek bildiğim hayatlarına karşı konulamaz bir merak besliyorum. Ve bu yazarlar dönem dönem değişiyor. Örnek vermek gerekirse, 2008'de bir diğer Moskova yazında Nilgün Marmara-Sylvia Plath-Tezer Özlü üçlüsüne kafayı takmıştım. Bazı şeylere netlik getirmeliyim sanırım önce. İntihar fikrine uzağım. Zaten Özlü doğal yollardan ölmüştü. Depresif diye kesinlikle adlandırılamam (pms hariç). Beni meraklandıran bu kadınların X'iydi. X yerine mutsuzluk mu koyarsınız yokda başka bir kelime, olgu, his ya da durum mu, o size kalmış. Bu üçlünün her eserini okudum diyemem. Özlü'nün her şeyini okudum, evet fakat Marmara ve Plath için aynı şeyi söyleyemem. Neyse. Bir dönem bu kadınları merak ettim. Bir dönem Virginia Woolf'u. Çok sıradışı şeyler değil bunlar. Bakın ben ne de marjinalim diye yazmıyorum, biliyorsunuz. Sadece neden bu kadar deşiyorum bu insanları, işte onu çok merak ediyorum.
Bazen kızıyorum kendime. Özlü'yü okuyanlar bilir. Kitaplarında Günk, Hayalet, Süm vb. İsimler geçer. Mesela onlar kimdir, necidir o kadar merak ediyorum ki. Kitabı bir yana bırakıp onlar hakkında okumaya başlıyorum. Mesela bu magazin temelli merakım okuduğum metini gölgede bıraksa o zaman kendime kızarım ama tam tersi, bu insanları da tanıyınca ya da en azından kim olduklarını öğrenince, her şey daha anlamlı gelmeye başlıyor. Hani nasıldır bilirsiniz. Biri gelir, çok önemli bir dedikodu anlatır size. Aman kimselere söyleme diye yemin üstüne yeminler ettirir. Bu durumu bir kişilerini tanıyarak bir de dıdısının dıdısı hatta yüzünü dahi bilmediğimiz insanların başından geçti diye dinlediğinizi hayal edin. İki durumdan alacağınız zevkin arasında, evet kelime kesinlikle zevk hatta tatmin, haz tamamen farklıdır.
Neyse. Gelelim Tezer Özlü'ye. Biraz Çocukluğun Soğuk Geceleri'nden bahsetmek istiyorum. Kitap diğer evde kaldığı için basım yılı, yayınevi vb. Detayları veremiyorum, kusura bakmayın. Bu kitabı kaçıncı okuyuşum gerçekten bilmiyorum. Daha da okurum diye düşünüyorum. Her seferinde yeni bir şeye şaırıyorum. Hani derler ya genç ölenler, akılda hep öyle kalır diye. Sanırım Özlü öyle yerleşmiş benim zihnime.Dün bir hesapladım da, yaşasaymış 68 yaşında olacakmış. Ama o bu kadar duramamış, 43 yaşında gitmiş. Mesela ben kimle konuşsam, eğer Özlü'yü çok bilmeyen birisi ise yani sadece kulaktan dolma bilgilere dayanıyorsa temeli, “haa o intihar eden kadın mı?” diyor. Bilen tanıyan ise “doğal yolla ölüm ona hiç yakışmadı” diyor. Çok garip değil mi sizce de? Bir insanın intihar ile bu denli beraber anılması. Bir insana intiharı yakıştırmak. Kötü ya saçma demiyorum. Sadece garip.
Benim çok korkularım var. Hastalanmak, sevdiklerimi kaybetmek, yalnız kalmak ve delirmek. Delirmenin herkes için ihtimaller dahilinde olduğunun epey önceden farkına vardım. Ve korku hissi. Senden korkulması ve senin kendinden korkman. En çok da etrafındakilerden korkmak. Delilik bir korku hali bana kalırsa. Tezer Özlü'nün yazdıklarını, yaşadıklarını okurken ona en çok bir kadın olarak acıdım sanırım. Bir de deliliğinin daha doğrusu hastalığının arada gitmesi ama tekrar gelmeden önce kendisini hissettirmesi ve işte tam o anki çaresizlikler esnasında. Kolay mı? Hiç değil.
Bir de işte bu gibi yazarların yazdıklarından çok kendileri ilgilenme durumu var okuyucuda. Çünkü insanız, merak ediyoruz. Pavese'yi de merak ediyoruz ama bence ondan çok bu yazarın başından geçenleri öğrenmek istiyoruz. Çünkü insanız. Duyguların esirindeyiz.
Kalbimiz sol yanımızdadır ama ben Tezer Özlü'yü okurken kalbim değil de iki göğsümün arası sıkışıyor. Ama hani olmaktan korktuğun insanı okurkenki endişe ya da azap değil. Çok yalın, sadece onun için üzülüyorsun. Hiç tanımadığın bu kadını çekip alıp her şeyden kurtarmak istiyorsun. E tabi bu da mümkün değil. Çünkü o tam da şöyle söylüyor: “Acımın derinliğinde, benim için artakalan hiçbir şey yok. Yalnızlığımı algılamamın gururu bile.” Sonra soruyorum kendi kendime, bu kadar acı, bir küçük kadın, çok fazla değil mi? Gereğinden çok fazla? Haddinden fazla?
Peki onu diğer insanlardan farklı yapan neydi? Onu yüceltmek için sormuyorum bunu. Diğer bir deyişle, Tezer Özlü'nün derdi neydi, kiminleydi. Belki aramızda onun gibileri çok fazla, ki ben buna inanmıyorum. Sanki o görmekten kaçılanları gördü, kendine dert edindi. Elinden bir şey geldi mi? Pek mümkün değil, hiçbir zaman da olmayacak kurulu düzene kafa tutmak. Peki mutsuzluğu ona keyif mi veriyordu, mutsuzluğundan mı besleniyordu? Evet öyleydi dersem çok basite indirgemiş olurum hem onu hem de yaşadıklarını, yazdıklarını bence. Kim bilir, belki de böyle değildi hiçbir şey. Her şey anlık buhranlardan ibaretti. Ben de kendi kafamda kurduğum bir yazar profilini çözümlemeye çalışıyorum. Ne desem boş sanırım. En iyisi son sözü o söylesin.
All is the same
Time has gone by
Some day you come
Some day you'll die.
Some one has died
long time ago.
18 Eylül 2011 Pazar
Zaman.
"Sonunda büyük kentin görüntüsü yavaş yavaş değişmeye başladı. Eski mahalleler yıkıldı, yeni evler yapıldı. Gereksiz bulunan şeyler kaldırıldı. İçlerinde oturacak kişilere uygun olup olmadıklarına bakılmadan herkes için örnek evler yapıldı. Aslında her aileye ayrı bir model yapmak gerekirdi, ama tek tip evler hem ucuz oluyor hem de çok daha kısa zamanda bitiriliyordu. Büyük kentin kuzeyinde şimdi dev gibi yeni binalarla bir mahalle kurulmuştu. birbirinin tıpkısı olan, kışla gibi dört köşe yapılar sıra sıra uzanıyordu. Evler aynı olduğu için sokaklar da birbirine benziyordu. Bu tek tip yollar çoğala çoğala ufka kadar dayandılar. Tıpkı düzgün bir çöl gibi! Burada yaşayan insanların hayatları da aynı şekilde son derece düzgündü. Çünkü burada her şey hesaplı, her şey planlıydı. Her santim ve her an.
Zaman tasarruf edeyim derken aslında başka şeylerden tasarruf ettiğinin kimse farkında değildi.
Yaşamlarının gittikçe daha zavallı, daha tekdüze ve daha soğuk geçtiğini kavramak istemiyorlardı. Bu gerçeği sadece çocuklar, taa yüreklerinde hissettiler. Çünkü artık kimsenin onlara ayıracak zamanı yoktu.
Oysa zaman yaşamın kendisiydi. Ve yaşamın yeri yürekti.
İnsanlar zamandan tasarruf ettikçe, zaman azalıyordu."
Michael Ende, Momo.
Yılın geri kalanına dair kehanetler.
1.Evde tek başıma sıkılıyorumlar sonucu çıktığım tek kişilik yurt odasında buhranlar geçiririm.
2.Günde en az 3-4 kahve içip, kalp atışlarımı patlatırım. En iyisi odaya su ısıtıcısı almamak.
3.Okul çok soğuk olur diyip götürdüğüm onlarca yün kazağa dokunmadan tüm kış boyunca tsirtlerle dolanırım.
4.Masam 3 gün düzenli duracaksa kalan 4 gün kağıt ve kitap istilasından kurtulamaz.
5.Gözlük takmak zorunda kalırım, her ne kadar kaçsam da artık yaşlanıyorum.
6.Derslerine girdiğim birinci sınıflar beni dinlemediklerinde gizli gizli ağlarım. Şaka. Ağlamam da katılım puanlarından hiç acımam, keserim.
7.Quizlerde kopya çeken miniklere, minik dediğimde artık 92 doğumlu insanlar, göz yumarım. Ama sınavlarda otorite benden sorulur.
8.Her sağlıklı beslenme kararımdan sonra aldığım muz ve elmalar bir kez daha çürüdükleri için çöpe atılırlar.
9.Beyaz peynir ve domatesli kahvaltılara elveda diyip conflakes gerçeği ile yüzleşirim. Bu arada cornflakes'e süt koymuyorum. Reçel yemediğim gibi, bu da bir diğer garipliğim.
10.Kar yağdığında herkesten önce koşup, çaktırmadan gizli gizli kar yerim.
11.Yeni insanlarla tanışırım. Bir çoğu ile merhabalaşma seviyesinde kalırız, kimileri en sevdiklerimden olur.
12.Bazı hocaları çok severim, hele bir tane çok yaşlı olan hocamı daha da çok severim ve ya ona bir şey olursa, inşallah çok geç ölür diye hep içimden geçiririm.
13.Sınavlara çalışırım. Yatarım. İçim rahat etmez, tekrar kalkıp son kez bakarım.
14.Sınav zamanlarında yapmamam gereken her şeyi yaparım. Aşık olurum, hasta olurum, 20 yaş dişi çıkarırım, boynum tutulur, bir anda yeni bir uğraş edinirim...
15.Sınav zamanı okuyamadığın tüm kitaplara bakıp iç geçiririm.
16.Sınav zamanı bloga can sıkıntısından saçma sapan yazılar yazarım.
17.Kütüphane ikinci evim olur.
18.Kütüphanede uyuyakalırım.
19.Uzaktaki arkadaşlarımı, ailemi özlerim. En çok da önümüzdeki 2 sene boyunca annemler ile yaşayacak olan kedimi.
20.Fotokopi kuyruğunda, bankamatik kuyruğunda, market kuyruğunda, yemekhane kuyruğunda beklerken, kaçıp gitsem şimdi şu anda derim, sonra unuturum.
21.Yağmur yağdı mı çok mutlu olurum.
22.Yeni yazarlar keşfederim.
23.Ara Kafe'de makarna yerim. Gezi İstanbul'da sıcak şarap içerim. Okula dönüş yolunda tokluktan uyuyakalırım.
24.Birilerini çok iyi tanıdım sanırım. Sonra bir anlık bir şey olur. Yeni baştan tanışırız, hiçbir şey eskisi gibi olmaz.
25.Karda kesin en az bir kere düşerim.
26.En az bir kere yemekhane yemeğinden zehirlenirim.
27.Gerçek eğlencenin Irish Pub olduğuna bir kez daha inanırım.
28.Silgilerimi kaybederim.
29.Gereksiz alışverişler yaparım. Sonrasında azıcık pişman olsam da, yüzsüzlüğe vururum.
30.Kesin en az bir kere para kaybederim. Ya düşürürüm ya çalınır. Ama o para hep kaybolur.
31.Galata'nın ara sokaklarında kaybolurum. Umarım kaybolurum.
32.Anahtarımı kaybederim. Parasını ödemek zorunda kalırım.
33.Okulun köpekleri her sabah mutlaka beni fakülteye kadar geçirirler, karşılığında öğlen yemekleri bendendir.
34.Kalemler bitiririm, kalemler alırım. Defterler bitirir, defterler alırım.
35.Bir yıl içinde en az 4 kere kağıt kesiğine ağlarım. Genellikle yaralanan hep işaret
parmağımdır.
36.Yeni aldığım kışlık botlarım ilk hafa mutlaka ayağımı vurur.
37.Doğum günümde dünyanın en mükemmel şeyinin başıma gelmesini beklerim, gelmez. Elimdekiler ile yetinirim.
38.İstanbul Modern'e giderim, sonra gerçek hayata geri dönerim. Acılı olur.
39.Koridorlarda aceleden mutlaka birileriyle çarpışırım. Ama kitaplarım hiç yere dökülmez (çantamdadır), çarpıştığım insanlar genelde 50 yaş ve üstüdür.
40.Gece sınıflardan birine gidip, dev ekranda korku filmi izlemeye karar veririz. İlk korkup kaçan ben olurum.
41.Kızlarla beraber sınava çalışmaya kalkıp, son 3 saati dedikodu yaparak geçirdiğimiz fark edip kavga etmeye başlarız.
42.Yemekhanede beş gün üst üste tavuk yedikten sonra hayattan nefret ederim.
43.Bu Cumartesi 12'ye kadar uyuycam kararı sonrasında, kendiliğimden saat 8 olmadan uyanırım. E o zaman koşarım ben de derim. Koşarım. Üstüne omlet yerim.
44.Sushi Express'e giderim. Her seferinde, bu sefer wasabiyi de yiycem derim, korkarım, yiyemem. Keşke yemekhanede de sushi çıksa derim. Bunu yiyebildiğim için kendime şaşarım.
45.İzmir'i, en çok da gerçek denizi özlerim. Marmara pek deniz gibi değil bence. Balık avlamayı, lezzetli balık ve midye yemeyi özlerim.
46.Çok sık “Hani bazen çok garip...” kalıbıyla başlayan cümleler kurarım.
47.Vapura binerim. Sırf vapura binmiş olmak için karşıya geçerim. Ama ters oturamam, midem bulanır.
48.Karar veremem. Kararsızlıktan fenalık gelir.
49.En az 3 bardak kırarım. Bazen de 2 bardak 1 tabak.
50.Gülerim. Çok.
Reçelli ekmek.
"Karanlık bir gecenin geç vaktinde kalkıyorum. Herkes her geceki uykusunu uyuyor. Ev soğuk. Çok sessiz davranmaya özen gösteriyorum. Günlerdir biriktirdiğim ilaçları avuç avuç yutuyorum. Kusmamak için üzerine reçelli ekmek yiyorum. Genç bir kızım. Ölü gövdemin güzel görünmesi için gün boyu hazırlık yapıyorum. Sanki güzel bir ölü gövdeyle öç almak istediğim insanlar var. Karşı çıkmak istediğim evler, koltuklar, halılar, müzikler, öğretmenler var. Karşı çıkmak istediğim kurallar var. Bir haykırış! Küçük dünyanız sizin olsun. Bir haykırış! Sessizce yatağa dönüyorum. Ölümü ve yokluğu uzun süre düşünmeye zaman kalmıyor. Şimdi gözümün önündeki görüntüler renkli kırları andırıyor. Korkacaka bir şey yok. Kırlarda koşuyorum. Sanki bir deniz kentinde yaşamıyorum. Hep kırlar. Esintiyle birlikte eğilen otlar arasında bir başımayım. Birazdan ölüm beni alacak.
Kirli bir yastık kılıfı görerek uyanıyorum. P.K. harflerini okuyorum. Kafamda hemen "Psikiyatri Kliniği" çağrışımı uyanıyor.
- Kurtardılar beni!
düye düşünüyorum.
- Kurtarmasalardı.
Ağlamaya başlıyorum.
- Sen ne kadar düzenli bir kızsın,
diyor bir hasta.
Bedenime bakıyorum. Her yanım çürük içinde. Yanımdaki yatakta uzanmış genç kız hemen konuşuyor.
- Bak, buradan korkma. Bir süre kalırsın. Seni bırakmazlar. Burası hiç de kötü bir yer değil. Ben üniversite öğrencisiyim. Burada rahatım. İnsan buraya da alışıyor. Kliniği seviyor... Sen de kal da bak...
Sözlerini dinlemiyorum. Ama burada kalma düşüncesi korkunç bir olay. Beni çağırıyorlar. Uyanmamı mı bekliyorlardı?
- Gidiyorum,
diyorum hastalara.
- Gidemezsin ki! Buradan çıkılmaz! Gideceğini sanan delidir! diyorlar.
- Ama ben gidiyorum!
Hasta kadınlar koridorda, arkamda bir grup oluşturuyor.
-Çıkacağını sanıyor!
diye bağrışıyorlar.
Gerçekten de çıkarılıyorum.
Uyuduğum iki buçuk günün hiçbir anını anımsamıyorm.
Evin holündeyiz. Günk de geliyor. Babam ikimize incir sunuyor:
- Bu kadar güzel yemişler varken, insan ölmeyi nasıl düşünür?
diyor.
(Sözlerindeki gerçekliği bugün bile anlayıp anlamadığımı bilemiyorum.)
İntihat düşüncesi peşimi bırakıyor. Çoğunluk gibi doğal ölümüm bekleyeceğim."
Tezer Özlü, Çocukluğun Soğuk Geceleri.
Kirli bir yastık kılıfı görerek uyanıyorum. P.K. harflerini okuyorum. Kafamda hemen "Psikiyatri Kliniği" çağrışımı uyanıyor.
- Kurtardılar beni!
düye düşünüyorum.
- Kurtarmasalardı.
Ağlamaya başlıyorum.
- Sen ne kadar düzenli bir kızsın,
diyor bir hasta.
Bedenime bakıyorum. Her yanım çürük içinde. Yanımdaki yatakta uzanmış genç kız hemen konuşuyor.
- Bak, buradan korkma. Bir süre kalırsın. Seni bırakmazlar. Burası hiç de kötü bir yer değil. Ben üniversite öğrencisiyim. Burada rahatım. İnsan buraya da alışıyor. Kliniği seviyor... Sen de kal da bak...
Sözlerini dinlemiyorum. Ama burada kalma düşüncesi korkunç bir olay. Beni çağırıyorlar. Uyanmamı mı bekliyorlardı?
- Gidiyorum,
diyorum hastalara.
- Gidemezsin ki! Buradan çıkılmaz! Gideceğini sanan delidir! diyorlar.
- Ama ben gidiyorum!
Hasta kadınlar koridorda, arkamda bir grup oluşturuyor.
-Çıkacağını sanıyor!
diye bağrışıyorlar.
Gerçekten de çıkarılıyorum.
Uyuduğum iki buçuk günün hiçbir anını anımsamıyorm.
Evin holündeyiz. Günk de geliyor. Babam ikimize incir sunuyor:
- Bu kadar güzel yemişler varken, insan ölmeyi nasıl düşünür?
diyor.
(Sözlerindeki gerçekliği bugün bile anlayıp anlamadığımı bilemiyorum.)
İntihat düşüncesi peşimi bırakıyor. Çoğunluk gibi doğal ölümüm bekleyeceğim."
Tezer Özlü, Çocukluğun Soğuk Geceleri.
17 Eylül 2011 Cumartesi
Hep.
"Pazar günleri… Şimdilerde… Sokak aralarından geçerken… gözüme pijamalı aile babaları ilişirse, kışın, yağmurlu gri günlerde tüten soba bacalarına ilişirse gözlerim… evlerin pencere camları buharlaşmışsa… odaların içine asılmış çamaşır görürsem… bulutlar ıslak kiremitlere yakınsa, yağmur çiseliyorsa, radyolarda naklen futbol maçları yayımlanıyorsa, tartışan insanların sesleri sokaklara dek yansıyorsa, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek……… isterim hep."
Tezer Özlü, Çocukluğun Soğuk Geceleri.
Tezer Özlü, Çocukluğun Soğuk Geceleri.
Uzun, ıslak, nemli, soğuk, gri yıllar.
"Almanca, İngilizce. Latince. Goethe. Schiller. Rus-Alman savaşları. Karlofça-Pasarofça Antlaşmalarıı. Fen Bilimleri. Sayıların kökleri, köklerin kareleri. Tüm dünya ülkeleri. Tüm dünya ülkelerinin savaşları. Ne alıp ne sattıkları. Türk yazınının en anlaşılmayan örnekleri. Nasıl yurttaş olunabileceği. Askerlik görevleri. Savunma. Müslümanlığın koşulları. Faust'un özü. Bulutların oluşması. Ezberlenen şiirler, ezberlenen sözcükler, ezberlenen formüller... Bütün öğrendiklerimi unutmak istiyorum."
Tezer Özlü, Çocukluğun Soğuk Geceleri.
Tezer Özlü, Çocukluğun Soğuk Geceleri.
Sihirbaz.
“Faustus: Şu sihirbazların tabiat üstü eserleri, şu büyü kitapları ne güzel şeyler… Çizgiler, dayireler, mühürler, harfler, işaretler… işte, Faustus bunları öğrenmeye can atıyor. Ah, bu bilimde yorulmadan çalışanı ne geniş bir alem bekler: fayda, zevk, şeref, iktidar, hem de tam iktidar, hep onundur. Değişmeyen kutuplar arasında hareket eden her şey emrinde olur, imparatorlar, kırallar yalnız ülkelerinde itaat görürler; rüzgarları kaldırabilirler mi? bulutları yarabilirler mi? Fakat bu bilimde usta olan, insan zekasının uzanabileceği yerlere kadar hükmeder. İyi bir sihirbaz kudretli bir tanrıdır. Haydi Faustus, uğraş, didin ki sen de bir tanrı olasın.”
Marlowe, Doktor Faustus.
16 Eylül 2011 Cuma
Çiçektepe.
“Çiçektepe’de çiçekler açılınca, gün ışığında ilk önden minaresi tenekeden bir cami kuruldu. Caminin minaresini kurulduğu günün gecesinde rüzgar söküp uçurdu. Kulaktan kulağa yayılan, minareyi bulup getirenin her tuttuğunun altın olacağı söylentisi yüzünden uykularından olanlar, dere tepe gezenler çıktı. Tüm aramalara rağmen minare bulunamadı. Kayıp minare tartışması günlerce sürüp gitti. Sonunda yeni bir minare yapılmasına karar verildi. Çiçektepe’de bu tartışmaların sonucunda İslamın beş şartına ‘Geceleri minare tutmak’ diye bir şart daha eklendi. Çocuklar, sakatlar, emzikli ve gebe kadınlar özürlü kabul edildi. Onlara minare tutmak günah sayıldı.”
Latife Tekin, Berci Kristin Çöp Masalları
14 Eylül 2011 Çarşamba
“Ben Bu Blogu Neden Seviyorum?” - Kunegond'un Penceresinden
“Ben Bu Blogu Neden Seviyorum?” serisine Kunegond'un Penceresinden (http://qunegond.wordpress.com/ ) ile başlıyorum.
Bazen Qunegond, bazen de Kunegond ama ben Kunegond yazmayı tercih edicem sanırım.
Benim blog maceram 2010'un son ayında başladı. Ama esas başlangıç olarak 2011 Ocak diyebilirim. O zamandan beri de Kunegond'u takip ediyorum. Nerede rastladım pek hatırlayamıyorum. Ama sanırım benim gencecik bloguma ilk yorum yapanlardan biriydi. Çok da heyecanlanmıştım hani. Aslında onun tek bir yazma adresi yok. Kunegond'un Penceresinin yanısıra http://www.kunegondkare.blogspot.com/ ve http://qunegond.tumblr.com/ adreslerinde de paylaştıkça paylaşıyor. Hani nar gibi, pazardan aldım bir tane, eve geldim bin tane.
Bu aralar maddeler halinde yazmayı pek seviyorum (bkz. Kurşun kalem mevzusu), bu nedenle siz de daha keyifle okuyun diye madde madde yazıcam.
Evet başlıyorum.
Ben neden Kunegond'u severek, gülerek ve imrenerek takip ediyorum?
1.Bir kere blogunun tasarımı çok güzel. Wordpress. Wordpress olunca yine blog demeye devam ediyoruz değil mi? Her kağıt mendiler Selpak diyenlerden olmak istemem de. Neyse. Evet, çok güzel, hiç yormadan güzel güzel okutuyor kendini. Wordpress'e mi taşınsam, komple...
2.Fotoğraflar çekiyor (bkz. Kunegond'un Objektifinden), bunlara bakmak hoşuma gidiyor. Bir insanın bir şeylerden keyif aldığını görmek güzel. Hani oyun parkındaki çocukları izlemek gibi.
3.Kitap alıntıları paylaşıyor (bkz. Qunegond Okudukça). İşte bunu seviyorum! Bayılıyorum! Sanki bana özel, kitapların en vurucu yerlerini seçiyor, üşenmiyor klavyesinde tıkır tıkır yazıyor. Bunu daha da sık yaparsa, pek memnun olurum ayrıca.
4.Sırf yazmak istediği için, o an bu isteği bastıramadığından yazdığı oluyor. Siz okudukça anlıyorsunuz ki, o yazdıkça açılmış, keyfi yerine gelmiş.
5.Yazmaktan, okumaktan mutlu oluyor. Tüm bunları yapmak zorunda olduğu için değil, sadece içinden geldiği için yapıyor.
6.Onu nelerin mutlu ettiğinin farkında. Bunu herkes beceremiyor.
7.Profil fotoğrafından gördüğümüz üzere pek sevimli bir yüzü var.
8.Azıcık şaşı da olsalar dünyanın en sevimli Siyam kedilerine sahip. Siyam sahipleri her zaman birbirini kollar, belki de sırf bu yüzden bu serinin ilk yazısı ona ayrıldı.
9.Çalışma masasının fotğraflarına bakmayı, bazen fotoğrafı büyütüp kitapların adını okumayı çalışmayı seviyorum.
10.Yeni bir şeyler denemesini, başarı ve başarısızlıklarını anlatmasını seviyorum. “Aman ne derler!” dememesini.
11.Bloga vakit ayırabilmesini seviyorum.
12.Tek bir şey hakkında değil de bir sürü şey üzerine yazabilmesini ama genele bakıldığında hepsinin bir bütünü oluşturduğunu görmek güzel. Hayat da bu herhalde.
13.Dilini seviyorum (sapık gibi oldu), yazımını seviyorum diyelim. Nasıl desem, sen ben gibi konuşur gibi yazmasını seviyorum. Hani ne komik olayım diye tatszılaşıyor ne de ben çok şey biliyorum havalarında. Oturup karşılıklı bir kahve içseniz de pek farklı olmayacaktır.
14.Onda görüp okumaya heveslendiğim kitaplar oluyor. Mina Urgan'ın koca kitabı var onda. Çok kıskanıyorum bazen
15.Bazen kararlar alıyor mesela, bunu yazıyor. İngiliz Dili ve Edebiyatı mı okusam diyor. Bu gerçekten çok hoş bence. Çünkü artık insanlar yenilikten, yeni kararlar almaktan ölümüne korkuyorlar. Vazgeçiyor ama bu yeni şeylere heveslenmesini engellemiyor.
16.Bir şeylere heveslenen birini okumak, sizi de motive ediyor. Kesinlikle.
17.Büyümek, olgun bir kadın olmak, anne olmak bana her zaman çok uzak ve ne yalan söyleyeyim korkutucu gelmiştir. Bu evrelere adımımı atmamla beraber tatsız, huysuz, kafasında bigudiler ile dolaşan birine döneceğim fikri vardı aklımda. Ama Kunegond gibileri, geleceğe daha umutla bakmamı sağlıyor, bu yüzden de seviyorum (:
18.Günün birinde bir roman yazma hayali var. Hayaller ve planlar güzeldir.
19.Yemek tarifleri de var. Artık olmasa da bir ara varmış.
20.Ve son. İleride nerede yaşamak istediğim, ne yapmak istediğim hakkında çok net değilim. Fakat emin olduğum tek bir şey var ki, kaç yaşında olursam olayım kendimle dalga geçebilmeyi, bir şeylerle mutlu olmayı istiyorum. Keyifli aldığım işlerle uğraşayım istiyorum. Ve bana kalırsa Kunegond bunu çok iyi başarıyor!
13 Eylül 2011 Salı
Tercüme külliyatı.
“Eski Yunanlılardan beri milletlerin sanat ve fikir hayatında meydana getirdikleri şaheserleri dilimize çevirmek, Türk milletinin kültüründe yer tutmak ve hizmet etmek isteyenlere en kıymetli vasıtayı hazırlamaktadır. Edebiyatımızda, sanatlarımızda ve fikirlerimizde istediğimiz yüksekliği ve genişliği bol yardımcı vasıtalar içinde yetişmiş olanlardan beklemek, tabii yoldur. Bu sebeple tercüme külliyatının kültürümüze büyük hizmetler yapacağına inanıyoruz.”
1-8-1941
İsmet İnönü
Geçmişe mazi.
Yıl 1944, aylardan Şubat. Anneanne bir kitap okumuş.
Marlowe’dan Doktor Faustus.
Kitabın ön sözünü İsmet İnönü kaleme almış.
İç sayfaya bir not düşmüş anneanne, Faustus’un tam üstüne, Foset yazmış.
Kimbilir kimden duymuş
Doğru okunuşunun Fustü olduğunu söylesem mi ki?
Yeni seri başlıyor: "Ben Bu Blogu Neden Seviyorum?"
Yeni işlere girişmek hoşuma gidiyor. Mesela anket soruları, yakınlarımla ve tanıdıklarımla yaptığım kitap söyleşileri... Beğendiğinize dair yorum ve mailler alıyorum, pek mutlu oluyorum. Aklımda yeni bir seri var.
“Ben bu blogu neden seviyorum?”
Blog yazıyorum, aynı zamanda okuduklarım da var ve gerçekten çok keyif alıyorum. Zaten kendi blogumu oluşturmama vesile olanlar da o yazarlar. Buradan yola çıkarak ara ara, sevdiğim bloglardan bahsetmek istiyorum bu seri üzerinden.
Açıkçası amacım “bakın burada güzel bir şey var, siz de okuyun” demek değil. Bakıp, sevip okumaya başlarsanız ne ala ama benimki reklam amaçlı bir seri olmayacak, en azından bunu belirtmeliyim. Zaten blogun reklamı mı olurmuş. Neyse. Bana keyifli vakit geçirten, beni yazmaya ve yeni şeylerle ilgilenmeye teşvik eden blog yazarlarına ufak bir teşekkür niteliğinde olacak gibi.
Bu nedenle güzel olacak gibime geliyor!
Bu serinin ilk yazısı da Kunegond'a dair olacak.
Bakalım neler çıkacak.
Blogspot, bu laflarım sana.
Aylardır,
- İstediğim gibi fotoğraf koyamıyorum.
- Bin türlü ayarlama yapıp güzel güzel çektiğim "kaliteli" fotoğraflarımı bin bir güçlükle bloga yüklediğimde Nokia 6610 ile çekilmiş gibi duruyorlar.
- Yüklesem de boyutlarına ben karar veremiyorum. Ya üç parmak kadar çıkıyorlar ya da ekrana sığmayıp kendilerini aşıyorlar.
- Yazı fontlarına karar veremiyorum.
- Yazı fontlarını geçtim bazen satır bile atlamam izin vermiyorsun.
- Azıcık değişiklik yapayım, bloga renk gesin diyorum onu da beceremiyorum.
- Güncellenen arayüzün de dertlerime çare olamadı.
Benim de yeteneksizliğim eklenince, blog korkun. bir hal almaya başladı. Belki de bahsettiğim tüm sorunların bir çözümü var. Bilen yardım etsin bana, nolur.
Wordpress'e taşınmama az kaldı sanırım.
- İstediğim gibi fotoğraf koyamıyorum.
- Bin türlü ayarlama yapıp güzel güzel çektiğim "kaliteli" fotoğraflarımı bin bir güçlükle bloga yüklediğimde Nokia 6610 ile çekilmiş gibi duruyorlar.
- Yüklesem de boyutlarına ben karar veremiyorum. Ya üç parmak kadar çıkıyorlar ya da ekrana sığmayıp kendilerini aşıyorlar.
- Yazı fontlarına karar veremiyorum.
- Yazı fontlarını geçtim bazen satır bile atlamam izin vermiyorsun.
- Azıcık değişiklik yapayım, bloga renk gesin diyorum onu da beceremiyorum.
- Güncellenen arayüzün de dertlerime çare olamadı.
Benim de yeteneksizliğim eklenince, blog korkun. bir hal almaya başladı. Belki de bahsettiğim tüm sorunların bir çözümü var. Bilen yardım etsin bana, nolur.
Wordpress'e taşınmama az kaldı sanırım.
Kurşun kalem mevzusu.
Bir süredir bu yazıyı yazma fikri vardı aklımda. Kitap yazılarına da ufak bir ara verdim, farkındasınızdır belki. Hem elimdeki kitap çok uzadı, bitmiyor hem de ben bu ara epey telaş içindeyim, iyi bir kitap yazısı yazacak kadar yoğunlaşamıyorum. Haftaya bugünlerde her şey normale dönmüş olacak.
Gelelim kalemlere. Ama uçlulara ya da mürekkeplilere değil. Kurşun kalemlere!
Biliyorum. Kaç kişi kaldık hala kurşun kalem ile yazmakta direnen? Az. Ama ben vazgeçmeyi düşünmüyorum.
Sebebim de çok.
1.Uçlu kalemler ile yazınca, ellerime bulaşıyor, o da yetmiyor kıyafetlerim bile siyah oluyor. Hele bir de azıcık bastırarak yazanlardansanız, defterinizin temiz sayfaları bile iz oluyor, siyah siyah.
2.Azıcık bastırsanız bile uç *çat* diye kırılıveriyor.
3.Uç çok çabuk bitiyor hele bir de sınava çalışıyorsanız ya da sınavdaysanız. O sınav stresi arasında bir de uç koymaya çalışıyorsunuz kaleme. Bin türlü iş.
4.Kurşun kalemlerin kağıda değdikleri andan itibaren kendilerine özgü sesleri, hışırtıları vardır. Uçlu kalemlerden ancak mekanik tık tık sesler gelir. Bazen çok sinir bozucudur bu tıklamalar.
5.Daha küçükken, okul sıralarında arkadaşınızla şakalaşırken bacağınıza biri uçlu kalem saplayabilir ve bacağınızın içinde kalan o uç parçası sizinle bir ömür boyu yaşayabilir. Kurşun kalemler daha az vahşidir.
6.Kurşun kalemleri kalemtraşla yavaş yavaş açtığınızda, çok güzel tahtadan lüleler elde edebilirsiniz.
7.Kaliteli ağaçtan yapılma kurşun kalemler mis gibi kokar.
8.Kurşun kaleminizi isterseniz havalı topuzlar yapmak için kullanabilirsiniz. Uçlu kalemler aynı derecede başarılı sonuçlar vermez.
9.Saman kağıdına basılmış kitaplara not almak uçlu kalemle pek mümkün değildir, kağıdı delebilir. Kurşun kalemle böyle bir sıkıntı yoktur.
10.Bitmiş yani artık elinizde tutamayacağınız kadar küçülmüş kurşun kalemleri bir kavanozda biriktirirseniz hem çok şık bir ev eşyanız olur hem de bir nevi “bilgeliğinizin” somut kanıtına sahip olmuş olursunuz
11.Kurşun kalemler uçlu kalemlerden her zaman için daha ucuzdur.
12.Uçlu kalemler almanızdan sonra tahmini 5 dakika ile 1 sene içerisinde mutlaka bozulur, kurşun kalemin bozulması söz konusu bile olamaz.
13.Kurşun kalemler her zaman için nostaljiktir.
14.Uçlu kalemleri küçük çocuklar, yaşlılar, elleri titreyenler, hıncını kalem kağıttan çıkaranlar rahatlıkla kullanamaz fakat kurşun kalemi herkes kullanabilir.
15.Kurşun kaleminizi simetrik yapısı nedeniyle istediğiniz gibi, kitabınıza zarar vermeden kitap ayracı olarak kullanabilirsiniz.
16.Sıkıcı derslerde, ofiste bunaldığınızda kurşun kaleminize bir şey olacağından korkmadan baget olarak kullanabilir içinizdeki rock starı ortaya çıkarabilirsiniz.
17.Kurşun kaleminizi baş ve işaret parmağınız arasında aşağı yukarı sallayarak süper bir illüzyon gösterisi ile herkesi kendinize hayran bırakabilirsiniz.
18.Kurşun kaleminizle sırt kaşıyabilirsiniz, kafa kaşıyabilirsiniz eğer anaokuluna gidiyorsanız burun da karıştırmaya hakkınız vardır.
19.Sıkıldıkça dişleyebilirsiniz.
20.Eğer oyuncu bir kediniz varsa, çarşaf ya da yorganın altından kalemin ucunu gösterip geri çekip saatlerce onun delirmesini izleyerek eğlenebilirsiniz. Gözüne girmesinden kormanıza gerek kalmaz.
Benim aklıma gelenler şimdilik bu kadar.
12 Eylül 2011 Pazartesi
Sonbahar Kitabı.
Sonbaharı, hiçbir mevsimi sevmediğim kadar çok severim. Mümkün olsa da hayat Eylül, Ekim, Kasım'dan ibaret olsa keşke. Ve neden bilmem Sonbahar denince aklıma hep tek bir kitap gelir.
Sizin de öyle mi?
11 Eylül 2011 Pazar
Kitap söyleşilerinin son konuğu: Liza!
Okuyan Kedi: Naber Liza, nasılsın?
Liza: İyiyim, sen nasılsın. Böyle de çok komik oldu ya sanki daha demin tanışmışız gibi. Bir de daha önce hiç skype üzerinden bu kadar ciddi bir konuşma yapmadım. Bir ilk olacak.
OK: Evet tabi orası öyle de işi raconuna uygun yapmak lazım, değil mi?
L: Evet orası öyle tabi. Cena bile yaptıysa ben elbette yaparım (:
OK: Şimdi kitaplar hakkında falan konuşucaz, biliyorsun zaten. Ama önce azıcık kendini tanıt bence.
L: Tamam. 18 yaşındayım. Senin kuzeninim. Üniversiteye bu sene başladım. Sanat Tarihi bölümünde. Amerika'da. Şimdi de Amerika'dayım zaten. Bu kadar. Sen sorsan, ben söylesem? Böyle zor oluyor.
OK: Tamam, sorulara geçiyorum o zaman. Önce kitaplar ile ilişkinden bahsedelim. Ne dersin? Mesela okumak ne anlama geliyor senin için, gibi son derece klişe bir soru ile başlayalım.
L: Okumak sanırım birkaç sene öncesine kadar boş zaman uğraşıydı fakat bir süre sonra bunun artık benim için bir ilgi alanı olduğuna karar verdim. Yani artık olay kitap okumaktan çok edebiyat ile ilgilenmek halini aldı.
OK: Peki bu ikisi arasındaki farktan biraz bahsetsene.
L: Herkes için farklıdır tabi ama bana göre okumak eğer sadece okumak içinse herhangi bir plana, programa, listeye uymaz. Daha gelişigüzeldir. Ama hani küçümsemek ya da hafife almak için demiyorum bunu. Ama eğer edebiyat ile ilgileniyorsanız, daha planlı okumalar yapmanız gerekir bence. Akımları, yazarları tanımalı, kuramdan anlamalısınız.
OK: Ohoo sen çok mantıklı cevaplar veriyorsun ama şimdi kimse senin 18 yaşında olduğuna inanmayacak. Neyse, o zaman ben merak ettiğim bir soruyu sorayım, her ne kadar cevabı bilsem de okuyucular da öğrensinler. Son birkaç senedir okul, dersler, sınavlar epey yoğundun. Ama bu esnada kitap okumaya ara vermediğinin şahitlerinden de biriyim. Nasıl başardın bunu?
L: Ya evet son birkaç sene sıkıntılıydı ama benim şansıma ben çok gürültülü yerlerde okuyabiliyorum kitap. Mesela vapur beklerken. Bir de arabada da okuyabiliyorum. Böylece yolculuklar hem ders yorgunluğumu atmama hem de kitap okumama yardımcı oldu. Biliyorsun, gece okumadan uyumam. E tabi her gün araba yolculuğu yaptığım ve her insan gibi uyuduğum göz önüne alınırsa, epey okudum. Sıkıldıkça da okudum, derslerden bunaldığımda. Ondan pek sorun olmadı.
OK: Peki. Bu aralar özellikle okuduğun bir yazar ya da tür var mı? En son ne okudun?
L: Aslında ben de senin gibi bir yazar üzerinde çok takılı kalmıyorum. En azından bir süre için bu böyle gidecek gibi. Mümkün oldukça fazla şeyle karşılaşıyım istiyorum edebiyattaki acemilik dönemimde. Fakat bu aralar James Joyce ilgimi çekiyor. En son da Dublinliler'i okudum. Bundan sonra biraz Amerikan kısa öykü yazımına bakmak istiyorum. Çok geniş bir alan ama bakalım, bir yerden başlamak lazım.
OK: Kitap okuma konusunda birçok konuda benzesek de sen aynı anda çok fazla kitap okuyabiliyorsun sanırım, doğru mu?
L: Evet. Çok fazla da değil aslında, üçe kadar çıktığı oluyor. Zaten en son bitirdiğin kitap deyince de bir an duraksadım çünkü Dublinliler ile aynı anda Charles Dickens'ın Büyük Umutlar ve Virginia Woolf'un Üç Gine kitaplarını bitirdim. Ama bu hep yaptığım bir şey değil, üç kitabı aynı anda okuyabilmek için yaz gibi boş bir dönem gerekiyor.
OK: Hani dedin ya bir yerden sonra okumakla kalmayıp edebiyatla ilgilenmeye karar verdim diye, bu durum bir kitap sonrasında mı oldu? Gerçekten bir kitap okuyup hayatı değişenlerden misin?
L: Hayatım değişmedi ama evet bir kitaptan sonra, edebiyatın sanat tarihi vb. Konulardan sonra beni mutlu ettiğini fark ettim. Kitap da Alice Walker'ın Renklerden Moru'ydu.
OK: Şimdi konuyu biraz dağıtalım. Şeyi merak ediyorum, liselerde hangi kitaplar okunuyor. Hangi kitapları okumak cool yapıyor okuyucuyu?
L: Coolluk konusunda pek emin değilim ama tahmin edersin vampir kitapları epey popüler bir de Sex and the City tarzı özgür ama aynı zamanda aşkı arayan kadın kitapları. Klasikler pek popüler değil açıkçası. Hareketli bir şeyler arıyor bence insanlar.
OK: Sen ne düşünüyorsun bu kitaplar hakkında. Doğru söyle, okudun mu sen de?
L: Vampirli olanları okudum. Ama bak zaten ne yazar adı ne de seri adı verebiliyorum çünkü o kadar fazla var ve hepsi birbirine o kadar benziyorlar ki. Çok okunuyor bu kitaplar çünkü sadece gözlerinle satırı takip etsen de anlayabileceğin kadar basit bir dille yazılmışlar bir de her gencin derdi olan aşk vb. konular üzerinden şekillendiğinden olaylar, çekici geliyor çoğu kişiye.
OK: Biraz kitap alışverişinden bahsedelim. Sen nerelerden alıyorsun kitaplarını?
L: Ben Türkçe kitaplar için Kadıköy Penguen'e gidiyorum, senin gibi. Fakat sanat kitapları ve tercümesi olmayan ya da özellikle orijinal dilinde okumak istediklerim için Amazon'u tercih ediyorum. Son 10 senedir Amazon'u kullanıyoruz, çok da memnunuz. Ama artık Amerika'dayım burada da süper kitapçılar buldum, sen geldin mi ilk iş oralara götürücem seni de.
OK: Tamam! Bana daha önce sorulmuş bir soruyu şimdi sana sorucam. Bir kitabı en başından adım adım okuma aşamalarını anlatır mısın bize?
L: İlk olarak kitaba karar veriyorum. Genelde toplu kitap alışverişleri yapıyorum, yani elimin altında hep okunmamış kitaplar oluyor. Aralarından o anki ruh halime, merakıma göre bir seçim yapıyorum. Kitapların üzerine çok not alırım, sayfaları kıvırırım, epey hırpalarım yani kitapları biliyorsun. Bazı kitapları ağır okumayı severim, sindirerek. Bazılarını bitsin diye çabuk okurum. Hiç belli olmaz. Ama sevdiğim bir kitabın sonuna gelmişsem hep biraz üzülürüm. Sonra o kitaba sık sık geri dönerim zaten.
OK: Peki çocukken okuduklarını hatırlıyor musun? Hala duruyorlar mı?
L: Evet hala duruyorlar, bu konuda şanslıyım. Çocukken çok fazla Asteriks okuduğumu hatırlıyorum. Sonra macera kitapları vardı mesela Thomas Brezina'nın yazdığı hatta senin kitaplarını okuyordum. Onlar kalmış aklımda.
OK: Çevrende, okulda mesela okumakla hiç alakası olmayanlar var mı?
L: Elbette var ama bilmiyorum ben en yakından kendi okulumu biliyorum ve bize iyi bir eğitim verildiğini düşünüyorum. Yani edebiyatın temelleri hakkında az çok herkesin bilgisi var da kaçı kendi isteğiyle kitap okur dersen onu bilemem. Ama işte bir de dersler falan var, herkesin bahanesi de hazır yani.
OK: Öyle tabi. Peki son olarak şu an masanın üstünde hangi kitaplar var?
L: The Lost Beatles Photographs: The Bob Bonis Archive, Ways of Seeing (John Berger) ve Teneke Trampet (Günter Grass).
OK: O zaman sana iyi okumalar. Süper bir röportaj oldu, teşekkürler!
L: Rica ederim (:
Zift gibi bir şey.
"Komiser dışarı çıkarken içini çekerek:
- Şu hastalık lafı çıktı çıkalı işimiz zaten başımızdan aşkın, dedi.
Doktora durumun ciddi olup olmadığını sordu, Rieux de bir şey bilmediğini bildirdi.
- Havadan oluyor, diye kestirip attı komiser; sebep bu işte.
Herhalde havadandı. Gün ilerledikçe, zift gibi bir şey ele bulaşıyordu. Rieux ise her ziyarete gittiği yerde içinde korkunun gittikçe çoğaldığını duyuyordu. Aynı günün akşamı kenar semtte ihtiyar hastanın komşusu kasıklarını sıkıyor ve sayıklamalar içinde kusuyordu. Düğümler kapıcınınkinden daha da büyüktü. Bir tanesi irin topluyordu, çok geçmeden çürük bir meyve gibi patladı. Ecza deposuna telefon etti. Bu tarihte tutmuş olduğu notlarında bu konuda şunlar yazılmıştır: "Cevap olumsuz". Buna benzer başka hastalara da çağırıyorlardı doktoru. Apseleri deşmek gerekiyordu, bu belli bir haldi. Çaprazlama iki bisturi darbesi, düğümlerden kanlı bir cerahat dışarı akıyordu. Hastanın parçalanan yarası kanıyordu. Fakat bacaklarda, karında lekeler görünmeye, irinleşmesi duran bir düğüm gene şişmeye başlıyordu. Çok defa hasta iğrenç bir koku içinde ölüyordu."
Albert Camus, Veba.
Tarhana Pazarı.
Evde büyük bir telaş var. Her malzemeden 10ar kilo katılarak, dev bir tencerede tarhana yapılıyor. Şu an için kaynama aşamasında.
Her yörenin, mahallenin hatta ailenin tarhana yapma usulü başkadır. Bizimkini anlatayım mı?
Önce 10 kilo soğanın kabukları soyuluyor, parmak parmak doğranıyor. Sonra bir o kadar da acı-tatlı kırmızı biberler halka halka dilimleniyor. Çekirdeklerin kaçması sorun değil, onlar zaten elekte elenecekler. Sonra yine 10 kilo civarında domateslerin kafaları alındıktan sonra sekize bölünüyor.
Şimdi kocaman ama gerçekten kocaman, hani 5 yaşlarında bir çocuğun içine sığabileceği büyüklükte bir tenecereye, pişme sürelerine göre en alta soğanlar onun üstüne tarhana otu (bakın resmini koydum) onun üstüne biber en üste domatesler gelecek şekilde yerleştiriliyor, sonra da iri taneli tuz sepiliyor. Tuz hem aroma veriyor hem de tarhananın kurtlanmasını engelliyor.
Sonra bunlar yaklaşık 7-8 saat ocakta pişiyor. Domatesler falan iyice eriyor, bulamaç halini alıyor. Sonra içinden katı parçalar, tarhana otu falan alınıyor, içine un katılıyor. Ama epey un. Mesela bugün annem bana 5 kiloluk un aldırdı bakkaldan. Sonra o unlu şey biraz bekliyor, sonra da nane ve kimyon eklenmiş yoğurt ekleniyor. Eğer isterseniz, tatlı tarhana yapayım küçük çocuklarım da yesin derseniz acı biber koymuyorsunuz ama onun yerine sakız ya da karanfil koyabilirsiniz. Bu sakızlı, karanfilli tarhana mide hastalıklarına da birebir.
Bu noktadan sonra artık cıvık bir şey ortaya çıkıyor. Temiz bezlerin üzerinde kurutmaya başlıyorsunuz. İster kurutup elekten geçirip toz haline getirebilirsiniz isterseniz de hamur halinde buzdolabında saklayabilirsiniz.
Burası kitap blogu, bize ne tarhanadan demeyin. Tarhana güzeldir. Hele bazı aileler tarhana yapım aşamasında 20-30 kadın toplanır, tarhana olurken bir yandan dans eder, dedikodu yaparlar. Ben tercüme yaptım tarhana olurken, bir de azıcık domates doğradım. Tam mevsimi şu an, yapacaksanız elinizi çabuk tutun. 8 kilo, size ve ailenize yetecek bir tarhananın maliyeti yaklaşık 25 lira. Faydalarından bahsetmiyorum bile.
Ben tarhanayı çok seviyorum!
10 Eylül 2011 Cumartesi
Gözden Kaçmış Kitaplar.
Listeleri ne kadar sevdiğimi bilmeyen kalmadı. Düzen duygusu, günün birinde üstünün çizilebilecek olması ihtimali vb. Birçok sebebim var. Eğer sizin de kendi listeleriniz varsa ya da bir yerlerde gözünüze çarptı ve paylaşmak isterseniz başkalarının listelerini, bana mail atabilirsiniz. (okuyankedi@yahoo.com)
Bu seferki, yine Notos'tan. Listeyi oluşturan seçici kuruldaki (!) kişiler de pek hoş. Kimler mi var? Şavkar Altınel, Fatih Özgüven, Cem Akaş, Sema Kaygusuz, Cem Uçan, İnan Çetin, Faruk Duman, Deniz Gündoğan. Umarım listedekiler bundan sonra gözünüzden kaçmaz, yakınlarınızda yer edinirler.
Mimesis – Erich Auerbach
Thomas Pynchon kitapları
B.S. Johnson kitapları
Eşsiz Hazlar – Harry Matthews
Russell Hoban kitapları
Devi Tepesi – E.M. Forster
Sazın Akordu Bozuk – Louis MacNeice
Obabakoak – Bernardo Atxaga
David Markson kitapları
Gilbert Adair kitapları
Epepe – Ferenc Karinthy
Ormanın Tam İçinden – Flannery O'Connor
Bölük Pörçük Yaşamlar – Anne Michaels
Ve O Hiçbir Şey Demedi – Heinrich Böll
Kaybolan – Catherine O'Flynn
Çador – Murathan Mungan
Gayri Resmi Amerikan Tarihi – Gore Vidal
Notos Öykü, Ekim-Kasım, 2009.
Narnia.
Bir zamanlar en sevilen kitaplardandı.
Hala da öyle.
“My son, my son,” said Aslan. “I know. Grief is great. Only you and I in this land know that yet. Let us be good to one another.”
9 Eylül 2011 Cuma
Ayçiçeği.
Size asıl göstermek istediğim kitap mı ayçiçeği mi bilmiyorum.
İkisi de güzel.
Sizi seçin, istediğinizi görün.
Bu arada ayçiçeği kendi bahçemizden ve çok güzel kokuyor.
Birazcığını da bizden önce kuşlar yemiş.
Edebiyat Eleştirisi/Kuramları Okumaları.
İstanbul'a dönmeme az kaldı. Bavul hazırlamayı en sona bıraktım. Aklımda şu var: Bir süre Edebiyat Eleştirisi/Kuramları üzerine okumak var. Bu konuda elbette, teklif etseler çaycılık/paspasçılık dahi yapabileceğim İletişim Yayınları çok iyi kitaplara sahip. Sizin de benimkine benzer bir fikriniz varsa, bir göz atın sitesine.
Ben kendim için bir liste yaptım, ne kadarını okurum, vaktim olur bilmiyorum ama kararlıyım. Hatta yüksek lisansta edebiyat ve siyaseti harmanlayıp ortaya çıkacak şey üzerine çalışma fikirleri dahi var kafamda. Bakalım...
Şimdilik sadece İletişim'e baktım, bu nedenle liste sadece onların kitaplarını içeriyor
Edebiyatın Omzundaki Melek, Edebiyatın Tarihle İlişkisi Üzerine Yazılar – Zeynep Uysal
Yazarın Kuramı, Eserimi Nasıl Yazdım – İshak Reyna
Osmanlı Romanının İmkanları Üzerine, İlk Romanlarda Çok Katmanlı Anlatı Yapısı – Şeyda Başlı
Eleştiri ve İdeoloji, Marksist Edebiyat Teorisi Üzerine Bir Çalışma – Terry Eagleton
Ana Metna Taşınan Dipnotlar, Türk Edebiyatı ve Kültürlerarasılık Üzerine Yazılar – Laurent Mignon
Edebiyat Üzerine , makaleler/röportajlar – Seval Şahin Gümüş, Berna Moran
Orhan Pamuk'u Okumak, Kafası Karışmış Okur ve Modern Roman – Yıldız Ecevit
Kristal Bahçe – Gürsel Korat
Türk Romanında Postmodernist Açılımlar – Yıldız Ecevit
Don Kişot'tan Bugüne Roman – Jale Parla
Orhan Pamuk'u Anlamak – Engin Kılıç
Edebiyat Kuramları ve Eleştiri – Berna Moran
Edebiyat Üstüne Yazılar – Murat Belge
Berna Moran'a Armağan, Türk Edebiyatına Eleştirel Bir Bakış – Bülent Aksoy, Nazan Aksoy
Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış, 1-2-3 – Berna Moran, Nazan Aksoy, Oya Berk
Edebiyat Tarihimizden – Hasan Ali Yücel
Amerikan Hikayeleri Antolojisi – Tomris Uyar
Türkçede Roman – Mustafa Nihat Özön
8 Eylül 2011 Perşembe
Eylül geldi.
Bu aralar,
Yine çok işim var. Okul kaydı, tercüme, eşyaların hazırlanması vb.
Bu nedenle birazcık daha az yazabilirim buraya.
Hem belki daha iyi olur,
Özlersiniz (:
Yok aslında ya yazarım yazarım.
Bu arada, Eylül çok güzel bir ay.
4 Eylül 2011 Pazar
Yıldızlar hep güldürür beni.
“Küçük adam,” dedim. “Ne olur bunun yalnızca kötü bir düş olduğunu söyle bana; şu yılanla konuşmanın, buluşma yerinin ve yıldızın filan...”
Ama yakarışıma kulak asmadı. Onun yerine “Asıl önemli olan gözle görülmeyendir...” dedi.
“Evet, biliyorum...”
“Çiçekle olduğu gibi tıpkı. Bir yıldızda yaşayan bir çiçeği seviyorsanız, geceleyin yıldızlara bakmak hoştur. Bütün yıldızlar çiçek açmış gibidir...”
“Evet, biliyorum...”
“Su için de öyle. Çıkrık ve ip sayesinde vermiş olduğun su müzik gibi geldi bana. Hatırlıyor musun, ne hoştu.”
“Evet, biliyorum...”
“Ve geceleri gökyüzüne bakarsın. Her şeyin çok küçük olduğu gezegenimin yerini gösteremem sana. Belki böylesi daha iyi. Yıldızım senin için herhangi bir yıldız olsun. Böylece gökyüzündeki bütün yıldızlara bakmayı seveceksin... Hepsi senin dostların olacak. Hem sana bir armağan vereceğim...”
Sonra yine güldü.
“Küçük Prens, sevgili Küçük Prens, bu gülüşünü çok seviyorum!”
“İşte bu benim armağanım. Yalnızca bu suyu içiğimiz zamanki gibi olacak.
“Ne söylemek istiyorsun?”
“Yıldızlar bütün insanların.” diye yanıtladı. “Ama her insan için aynı değiller. Yolcular için, yıldızlar yol gösterici. Ötekiler için yalnızca gökyüzündeki pırıltılar. Bilim adamları için hepsi birer problem. İşadamı için zenginlik. Ama bütün yıldızlar sessiz. Sen... Yalnızca sen yıldızlara herkesten farklı sahip olacaksın...”
“Ne söylemek istiyorsun?”
“Yıldızlardan birinde ben yaşıyor olacağım. Ben gülüyor olacağım bir tanesinde. Ve geceleyin gökyüzüne baktığında bütün yıldızlar gülüyor gibi olacak... Yalnızca senin gülen yıldızların olacak!”
Sonra yine güldü.
“Ve üzüntün hafiflediğinde (zaman bütün acıları hafifletir) beni tanımış olmak hep seni mutlu edecek, dostum olarak kalacaksın. Benimle gülmek isteyeceksin. Bunun için arada bir pencereni açacaksın... Dostların gökyüzüne bakıp güldüğünü görünce çok şaşıracaklar! Onlara 'Yıldızlar hep güldürür beni!' diyeceksin. Deli olduğunu düşünecekler. Sana nasıl bir oyun oynadığımı görüyorsun...”
“Sanki sana yıldızlar yerine, gülmesini bilen bir sürü küçük çan vermişim gibi olacak...”
Antoine de Saint-Exupéry, Küçük Prens.
Küçük Prens - Antoine de Saint-Exupéry
“Bir zamanlar kendisinden birazcık daha büyük bir gezegende yaşayan küçük bir prens varmış. Bu prens bir koyun istiyormuş...”
Bazı kitaplar üzerine yazmak her zaman daha zor. Bunun farklı sebepleri olabilir. Benim Küçük Prens ile kurduğum bu ilişkinin temelleri pek sağlam, hani derler ya, “Aramızda kimsenin anlayamayacağı türden bir şey var.”
Son birkaç senedir Küçük Prens'i her yerde görmekten öyle sıkıldım ki. Çantalar, defterler, kıyafetler... Fakat birkaç gün önce o Küçük Prensli kupayı görünce ne kadar özlediğimi anladım. Biraz da kıskançlık var sanırım bende. Garip, çünkü tek çocuk olmama rağmen paylaşmayı iyi bilirim. Ben sanırım daha çok, kitabı eline almadan sadece Küçük Prens'i sevmenin cool ya da son moda deyişle hipster bir şey olduğu için ona yapışanlara sinirleniyorum. Oysa banane, öyle değil mi.
İzmir'de ilk D&R ben ilkokula başladığım yıl açıldı sanırım. Ya 1997 ya da 1998. Emin değilim. Cumartesileri, babam çalışırdı, hala çalışıyor. Annemle ben Karşıyaka'ya D&R'a gitmek için vapura binerdik. Vapurda kesin bir şeyler yerdim, sırf vapurda yemek yemiş olmak için. Son 10 yılda yüzlerce (gerçekten yüzlerce ama) farklı kitapçıya girip çıktım. Hiçbiri o ilk D&R hissini yaşatmadı bana. Belki hafızam şu an bana oyun oynamakta ama hatırladığım kadarıyla, 3 cepheden denizi gören bir yerdi ve gerçekten çok ama çok büyüktü. “Deniz fenerlerinin içi de olsa olsa böyle yerlerdir, kitaplar hariç” diye düşünürdüm. Yerler ahşaptı, kitap rafları, en azından çocuk kitapları bölümü, tavana dek uzanmıyordu. Ve benim her gidişimde 2-3 kitap alma hakkım vardı. İşte bu D&R gezilerinden birinde Küçük Prens'i almıştım. İlk okuduğumda hiçbir anlam ifade etmemişti. Gülü sevmiştim, tilkiyi merak etmiştim, yılandan korkmuştum. Pilotu da hep babama benzer hayal etmiştim.
Sonra o kitap kayboldu, ben geçen senelerde bir tane daha aldım. Hani kitapçılarda kasanın yanında duran bir taneyi. Son dakikada aklınızı çelmek ve satışları artırmak için bilinçli bir şekilde oraya konmuş olanlardan.
Az önce bloga gelen yorumlardan biri “Küçük Prens'i herkes sever” diyordu. Evet, öyle sanırım. Ama herkes farklı bir sebepten ötürü seviyor, ki olması gereken de bu zaten.
Ben neden seviyorum?
Çünkü Küçük Prens'in geçmişini bilmiyoruz. Zaman kavramı pek yok. Ne yer, ne içer hiç umrumuzda değil. İşte tam da küçükken dinlediğimiz masallar gibi. Sonu, başı yok. Var ama yok.
Çünkü Küçük Prens masum. Bu da onu her zaman seveceğimiz bir oğlan çocuğu yapıyor.
Çünkü Küçük Prens sorular soruyor. Herkes sorular soruyor. Tek fark, biz sorduğumuz soruların cevaplarının peşinden gitmiyoruz, sorduğumuzu unutup bir tane bir tane daha soruyoruz. O diretiyor, tatmin edici bir cevap alana kadar işin peşini bırakmıyor.
Çünkü Küçük Prens gülü seviyor. Ona karşı sorumlulukları var. Güzelliğin bakanın gözünde olduğunu biliyor. Gülü güzel yapanın onunla geçirdiği zaman olduğunun farkında.
Çünkü Küçük Prens sönmüş bir volkanı tabure olarak kullanabiliyor.
Çünkü Küçük Prens yıldızların kimsenin olamayacığını biliyor. Yıldızlar onun için gülen küçük çanlar.
Çünkü Küçük Prens, koç ile koyun arasındaki farkı biliyor. Bunu çoğu insan bilemez. Çoğu yetişkin bilemez.
Çünkü Küçük Prens trenlerin mutsuz insanları taşıdığını biliyor.
Çünkü Küçük Prens'in buğday sarısı saçları var. Çoğumuzun küçükken buğday sarısı saçları vardı.
Çünkü Küçük Prens bir tilkiyi bile dile getirtip, "Beni evcilleştir" dedirtebiliyor.
Çünkü Küçük Prens krala boyun eğmiyor, ayyaşa yüz vermiyor, zenginden nefret ediyor.
Çünkü Küçük Prens'i okuduktan sonra bir iki damla göz yaşı döküyorsanız ya da en azından gözleriniz doluyorsa hala bir şeylere içlenebildiğinizi anlıyorsunuz.
Çünkü Küçük Prens bizim çoktan kaybettiğimiz çocuk saflığımız.
Çocukluğun bitmesi demeki sınırsız haya gücünün sınırlandırılması, mantık sınırları dahilinde davramaya zorlanmak demek. Bir yerden sonra da sınırlara, uyarılara gerek kalmadan insanın kendini kontrol etmesi, edep erdem sahibi olması demek. Bir kitap karakteri de olsa en azından birinin bunları yaşamak olmadığını görmek güzel.
Ben Küçük Prens'i seviyorum, çünkü gerçekler onun gözünden asla kaçmıyor.
"Ne tuhaf bir gezegen!" diye düşündü Küçük Prens. "Kupkuru ve sipsivri; ürkütücü ve sert. İnsanlarında da hayal gücü yok. Ne söylerseniz aynısını yineliyorlar. Benim gezegenimde bir çiçeğim vardı. Önce o söze başlardı..."
Bu kitaptan birini seçip onunla konuşma şansım olsa Tilki'yi seçerdim.
Bu kitaptan, hem de dünyadan birini silmek istesem yıldızların sahibi olduğunu sanan işadamını silerdim.
Bu kitapta birine yardım edebilsem, her dakika feneri yakıp söndürmekten yorgun düşen fenerciye yardım ederdim.
Bu kitapta tek kelimelik de olsa bir söz hakkım olsa, son sahnede yer alıp "Gitme!" demek isterdim.
3 Eylül 2011 Cumartesi
Mükemmel bir evlilik teklifi.
Evleniyorum mu sandınız? Yok daha değil. Aday bile yok. Neyse.
Bugün tam bir Küçük Prens günü oldu. Çok da güzel oldu.
Şunu fark ettim, mükemmel bir kitap olmasının yanısıra, aynı zamanda son derece hoş bir evlenme teklifi repliğini de içinde barındırıyormuş! Sanırım ben son zamanlarda gereğinden fazla düğüne gittim. Neyse, yine de sizin aklınızın bir köşesinde bulunsun hani evlenmek falan isterseniz "O" kişiyle.
Tavuk kısmını sizin hayal gücünüze bırakıyorum, oraya uygun başka bir kelime bulabilirsiniz bence.
Bu alıntıyla evlilik teklif eder de kabul edilirseniz, düğüne beni çağırmayı sakın unutmayın!
Birden aklına bir fikir geldi.
"Benim yaşamım çok tekdüze," diye anlatmaya başladı. "Ben tavuk avlıyorum, insanlar da beni. Bütün tavuklar birbirine benziyor, bütün insanlar da... Bu yüzden çok sıkılıyorum. Ama beni evcilleştirirsen yaşamıma güneş doğmuş gibi olacak. Duyduğum bir ayak sesinin ötekilerden farklı olduğunu bileceğim. Öteki ayak sesleri beni köşe bucak kaçırırken, seninkiler tıpkı bir müzik sesi gibi beni çağıracak, sığınağımdan çıkaracak. Hem bak, şu buğday tarlalarını görüyor musun? Ben ekmek yemem. Buğday benim hiçbir işime yaramaz. Buğday tarlalarının da hiçbir anlamı yoktur benim için. Bu da çok üzücü. Ama senin saçların altın sarısı. Beni evcilleştirdiğini bir düşün! Buğday da altın sarısı. Buğday bana hep seni hatırlatacak. Ve ben buğday tarlalarında esen rüzgarın sesini de seveceğim..."
Pek azı bunu hatırlasa da.
"Léon Werth'e
Bu kitabı bir büyüğe sunuyor olmamdan dolayı çocuk okurlarımının beni hoş görmelerini dilerim. Bunu yapmamın çok ciddi bir nedeni var: O, benim dünyadaki en iyi arkadaşım. İkinci nedenim de şu: Bu adam her şeyi anlıyor, çocuk kitaplarını bile. Üçüncü bir nedenim daha var: Fransa'da yaşıyor şu anda, aç ve üşüyor. Biraz yüreğinin ısıtılması ona iyi gelir. Eğer bütün bu nedenler size yeterli gelmiyorsa, o zaman ben de bu kitabı onun çocukluğuna armağan ederim. Bütün büyüklerin bir zamanlar çocuk olduğunu biliyoruz; pek azı bunu hatırlasa da... Neyse, sunumumu şöylece değiştiriyorum:
Léon Werth'in çocukluğuna..."
Antoine de Saint-Exupéry, Küçük Prens.
Benimle röportaj yaptılar!
Bakın burada.
Gerçekten çok heyecanlandım.
(:
http://www.yolculuk.com.tr/sayi_87/18_blog-arkasi-yemek-secerim-ama-kitap-secmem-hazirlayandeniz-yalim-kadioglu-
Hazırlayan Deniz Yalım Kadıoğlu'na da çok teşekkürler, böyle güzel sorular hazırladığı için.
1 Eylül 2011 Perşembe
Bazı soruların cevabı kitaplarda yok.
Hani bazen. Çok kısa bir süre içinde çok mutlu olursun. “Vay be böyle mutluluklar da mı varmış” dersin. Bir de beklenmediktir. İşte bu da mutluluğuna mutluluk katar.
Sonra bu mutluluk halinde sizin için mutluluğun o anki karşılığı olan kişi, “Mutlu musun?” diye sorar. “Çok” dersin. Sonra bir anda, o mutluluk aniden geldiği gibi, aniden gider. Anlam verme sürecindeki tüm çabaların sonuçsuz olduğunu anladıktan sonra, aklında sadece o soru kalır. “Neden sordu ki şimdi bu soruyu” dersin. Daha önce kimse sormamıştır çünkü. Bir soru ile sağlamlaştırılmadıkları için geçmişteki o çok mutlu anları da pek hatırlamazsın zaten. O mutluluk halinin her şeyini unutsan da bir bunu unutamazsın. Soruyu. Sorun çok mutlu olma halinin gitmiş olması değildir. Sorun o mutluluğun *pat* diye bitmiş olması değildir. Sorun, o sorunun sorulmuş olmasıdır. O sorunun olan biteni tekdüzelikten çıkarmış olması. Bu soru sorulmalı mıydı? Sorulmasa o mutluluk bu kadar akılda kalır mıydı? İşte bu soruların cevabı kitaplarda yok. En azından benim bugüne kadar okuduklarımda yoktu.
Bir prensesli kitap aşığı, Cena ile söyleşi.
Kitaplar üzerine ilk söyleşi Cena ile yapıldı. Fotoğraf makinem yanımda olmadığı için maaelesef yukarıdaki sevimliyle idare edeceksiniz, zaten epey benziyorlar. Ve karşınızda Cena!
Okuyan Kedi: Cena naber nasılsın?
Cena: İyiyim. Dizimi vurdum demin. Acıyor.
OK: Nereye?
C: Kapıya. Jak itti çünkü. Anneme söyliycem.
OK: Tamam sonra kızarız ona. Şimdi ben sana kitaplarla ilgili sorular sorucam. Okumayı seviyorsun ya hani ondan. Tamam mı?
C: Yaa denize gidelim. Hani gidicektik, öyle dedin 1 saat önce.
OK: Daha erken. Soruları cevapla gideriz.
C: Tamam.
OK: O zaman önce kendini tanıt. Adın ne, kaç yaşındasın, kaçıncı sınıfa geçiceksin. Anlat hadi.
C: Adım Cena. 8 yaşındayım. Üçüncü sınıfa geçtim. Karnemin hepsi beş. Kardeşim var, ama daha bebek o. Adı Jak. Bir de kedim var. Adı Timo.
OK: Şimdi anlat bakalım kitapları seviyor musun?
C: Evet.
OK: Neden peki?
C: Çünkü öğretmenimiz kitap okumamız gerektiğini söyledi. Bir de annem de öyle dedi. Ondan seviyorum. Bir de eğlenceli olduğu için.
OK: Eğlenceli demek ki. En çok nasıl kitaplar okumayı seviyorsun?
C: Prensesli olanları. Bir de hani var ya kız aslında cadıymış ama çok sakar. Cadılıları da seviyorum. Bir de pembeli olanları.
OK: Annen sana masal okuyor mu geceleri?
C: Evet okuyor. Ama Jak mızıkçılık yapıyor hep korsanlı masal istiyor. Ondan annem bir gün korsanlı masal bir gün prensesli masal anlatıyor. Ama dün Jak erkenden uyudu ya hani seninle işte ondan annem korsanlı anlatmadı bana yine Prensesli anlattı.
OK: Ben de masal anlatıyorum sana, hiç onu söylemiyorsun. Anneninkiler daha mı güzel?
C: Seninkiler de güzel komikli bir de seninkiler. Bu akşam anlatsana.
OK: Tamam, söz. Ne zaman kitap okuyorsun sen peki Cena? Okuldan gelince mi mesela?
C: Denize gidelim hadi yaa. Bak hep çocuklar denize gidiyor. (mızıldamalar)
OK: Tamam biraz daha konuşalım sonra. Bak ne güzel sesimizi kaydediyorum, dinleriz sonra.
C: Şarkı kaydedelim. Şarkı söylesene. Hadi.
OK: Tamam sonra söylerim. Sen ne zaman kitap okuyorsun peki? Okuldan dönünce mi yoksa yatmadan mı?
C: Okuldan dönünce annem ödevlerini yap diyor. Ödevlerden sonra okuyorum. Bir de okulda teneffüslerde yağmur yağarsa okuyorum. Bir de okulda okuma saatinde. Öğretmenimiz kitap okurken görürse bize simli sticker veriyor. Benim on bir tane stickerım oldu. Pembe hem de. Gösteriyim mi sana yarın?
OK: Ooo aferin. Tamam yarın göster. Bu öğlen da bir şey okuyordun hani ben bahçeyi sularken. O hangi kitaptı?
C: Oz Büyücüsü. Hani aslanlı olan. Sen okumuyşmuydun Oz Büyücüsü'nü çocukken.
OK: Ben çocuk değil miyim artık? Yaşlı mıyım? Aşk olsun.
C: Ablasın.
OK: Öyle olsun. Evet okumuştum. Sevdin mi Oz Büyücüsü'nü?
C: Çok sevdim. Ama en çok Aslan'ı sevdim.
OK: Ben de onu sevmiştim. Peki, senin kitap okumayı sevmeyen arkadaşların var mı okulda mesela?
C: Var. Can sevmiyor. Ama o yaramaz zaten. Öğretmenimiz annesini okula çağırmıştı çünkü Can çok yaramazlık yaptı.
OK: Peki okudukların arasında en çok hangi kitabı sevdin sen? Bu yaz tüm okuduklarını bir düşün bakalım.
C: Hımmm... Şeyi sevdim. Peter Pan. Bir de Şirinler. İkisini sevdim en çok.
OK: Kitaplığını da anlat biraz. Hani odanda yeni yaptırdı baban.
C: Sen ne zaman gördün?
OK: E sen gösterdin ya. Unuttun mu?
C: Hıı. Kitaplarımı koydum. Ama en üst rafa en sevdiklerimi koydum. Prensesli olanları. Jak'ın kitabı yok daha, o koyamadı. Var aslında ama azıcık var.
OK: Tamam, röportaj bitti. En son ne söylemek istersin.
C: Denize gidelim hadi yaaaa.
OK: Tamam giyin hadi.
Yeni bir şey: "Kitap Söyleşileri"
Herkese merhaba,
Öyle uzun bir tatil oldu ki bu sefer, mesela ben şu an hangi gündeyiz onu bile bilmiyorum. Umarım dinlenebiliyorsunuzdur, malum bundan sonrası Eylül, yeni işlere girişme, okula başlama vakti.
Neyse gelelim esas konuya.
Kitap sever insanların, kitaplardan sonra en sevdikleri şeyin kitaplar üzerine konuşmak olduğunun farkındayım. Bu nedenle çevremden başlayarak, önüme gelenle (!) kitaplar hakkında konuşup, burada yer vermeyi düşünüyorum.
İlk söyleşiyi de elbette geleceğin kitap severi 8 yaşındaki kuzenim Cena ile yapıyor olacağım!
Hala uykuda olduğu için şimdilik sorularımı hazırlıyor, merakla vereceği cevapları bekliyorum (:
Akşama doğru buraya bir daha uğramayı sakın unutmayın!
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)