Dedim ya, ağır gribim bu aralar. Bir an iyi oluyorum, sonra
yine başlıyor tatsız, boğazımı acıtan bir öksürük. Az da uyuyuorum bu aralar.
Hem zamankinden daha az. Beş saatlik uyku fazla gelir oldu. Anlamıyorum neden.
Bana çok vakit kalıyor, orası doğru da bir an gelecek de bu birikmiş yorgunluk
çok fena patlayacak diye de korkuyorum bir yandan. İşte yine bu az uykulu
gecelerin sabahından birinde taa geçen sene Ekim’de okumaya başlayıp yarım
bıraktığım bir kitabı bitirdim.
İtiraf etmek lazım. Ben bu kitabı kapağına bayıldığım için
aldım. Ne yazarı duymuştum öncesinde ne de kitapla ilgili bir şey çalınmıştı
kulağıma. Sonra ne oldu, Doğan Kitap da bu kapak tasarımlarının beğenildiğini
anlamış olacak ki, aynı tür ve çizgide devam etti. Mesela bu aralar elimden
düşürmediğim Akşam Yemeği de bu tasarım serisinden. Tasarım ise Geray Gençer’e
aitmiş. Ben sadece neden kapakta Björk’ün “Büyüleyici bir roman” yorumuna yer
verilmiş onu anlamadım. Tamam, Björk ile bir geçmişi var yazarın da, bilmem,
bana biraz gereksiz geldi. Basım yılı ise 2011. İngilizce’den çeviren ise Omca
A. Korugan. Çeviri ortalamaydı bana kalırsa.
Yazar Sjón, asıl
ismi ise Sigurjón Birgir Sigurðsson. Postmodern
yazar olarak biliniyor. İzlandalı. Bu arada İzlanda ne yapıp edip günün birinde
gideceğim ülkeler listemin ilk sıralarında yer alıyor. Sjón epey ünlü anladığım kadarıyla. Doğan Kitap’ın sitesinde
dediğine göre, yazar Mavi Tilki ile Nordic Council Edebiyat Ödülü’nü kazanmış.
Björk’ün rol aldığı Karanlıkta Dans’ın şarkı sözlerinin de yazarıymış aynı
zamanda. Bunla da kalmamış, film Oscar’a aday gösterilmiş. İzlanda edebiyatının
önde gelen isimlerinden biri olduğunu eklememe gerek yok herhalde.
İlk olarak şunu söylemeleyim, kitap
mükemmel. Ben çok sevdim. Peki neden bir yıl ara verdim okumaya? Çünkü başlarda
hiç ilgimi çekmedi, tempo düşüktü ve beni sarmadı. Keşke birazcık daha
sabretseymişim. Bir kırılma ve çözülme noktası var ki ortalarda bir yerde,
şaşırıp kalıyorsunuz. Esasında incecik bir roman bu. Hemen bitiveriyor, keşke
bitmese diyorsunuz.
Av ve avcı. Tarihin ilk ve en eski oyunu.
Kurallar belli. Kovalamaca nefes kesici. Ve son. Yeni oyun başlayana dek
verilen kısa ara.
Avcının adı, Peder Baldur Skuggason. Av ise
mavi tilki. İzlanda’nın soğuk düzlüklerinden ikisi de ilerliyor. Baştan aşağı
karla kaplı bir roman. Burada böyle bir kovalamaca devam ederken diğer tarafta
ise Fridrik ve Abba var. İşte galiba en etkileyici olan da onların
hikayesi. Biliyoruz ya çeşit çeşit aşk var, bir de onlarınkini okumak çok iyi
geldi.
Anlatıcı, mekan sıklıkla değişiyor. Zaman
ise birkaç gün atlıyor, geri dönüyor, tekrar ilerliyor. Bir bakıyorsunuz dişi
tilkinin zihninin içindeyken hoop bir anda olmuşsunuz peder. Bu ilginç bir
okuma deneyimi yaşatıyor, ilk başlarda biraz alışma zorluğu çekerseniz, normal.
İlk on sayfadan sonra seyre kaptırıyorsunuz kendinizi. Hani “şiirsel bir dil”
tabiri vardır ya ve birileri bunu tanımlamanızı istese sizden, çok da başarılı
olamazsınız çünkü kelimeler her zaman o kadar da yardımcı olmazlar. Ancak Mavi
Tilki’yi okuduktan sonra şiirselliğin ne demek olduğunu hissediyorsunuz.
Iceland Review’da yer alan incelemede ise
ilginç bir detayın altı çizilmiş. “Sjón engages in intricate wordplay such that much
must be lost in translation. The original title, for example, is Skugga-Baldur, which is a malicious creature from Icelandic
folklore, half cat, half fox, but in the story it is also the name of one of
the main characters, Rev. Baldur Skuggason, the fox hunter.” Şuradan tam
metne ulaşabilirsiniz.
Bana ilginç gelen bir diğer nokta ise olay
yılı olarak 1883 verilen bu romanda avlanmak için yola koyulan pederin
kıyafetleriydi. Soğuk memleketlerde yaşamak böyle bir şey olsa gerek. Siz de bir okuyun. “Peder Baldur sıkı giyinmiş olduğu için
şanslıydı. Annesi, Nal Valdimarsdottir giydirmişti onu tilki avı için. Giydiği
kalın, el dokuması iç çamaşırlarının kumaşı öyle sıkıydı ki çamaşırlar kendi
başlarına ayakta durabilirdi; bunların üstüne giydiği iç gömleği tavşan
derisindendi; iki yün kazağından biri ince, diğeriyse çok kalındı; Danimarka
malı pantalonun altında üç çift örgü çorap vardı; ve ayakkabıları tıraşlanmamış
fok derisindendi. Bütün bunların üstüne de deri pantalon ve çift sıra balina
kemiği düğmeli deri palto giymişti.” (s.85)
Kitabın geneli bir yana, sonu öyle akıllıca getirilmiş
ki, takdir ediyorsunuz.
Kıssadan hisse, bence bu kitabı alın bir
okuyun. Hem sizinkinden bambaşka bir kültür ile karşılaşacaksınız hem de ilginç
bir iki hikayeye şahit olacaksınız. Ve evet, hala oralarda bir yerlerde iyi şeyler yazanlar var.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder