Bu tatilde biten bir diğer kitap Jack London'dan Vahşetin Çağrısı oldu. Bir diğer Bordo Siyah kitabı, Dünya Klasikleri serisinden.
Kitap Call of the Wild adı ile ilk olarak 1903 yılında yayınlanmış. Valla ben çeviri hakkında falan yorum yapmak istemiyorum da daha baştan kitabın adının çevirisi çok yavan olmamış mı? Ha derseniz sen bir alternatif bul, ben de bulamadım. Ama eleştirmek için illa da elimizde daha iyi bir öneri olmak zorunda değil. Vahşetin Çağrısı kulağıma hoş gelmedi. Her neyse...
Jack London adını duyunca ben çıtayı çok yükselttim galiba. Kitap kötü mü? Hayır değil. Etkileyici, sürükleyici vs. Bir baş yapıt mı? Maalesef hayır. Neden neden neden demeden önce biraz kitaptan, hatta önce yazardan bahsetmek lazım.
Jack London Griffith Chaney adıyla San Francisco'da 1876 yılında doğmuş. Fakirlik içinde yaşadıktan sonra denizcilik yapmış, ama hep okumuş. Şimdi neredeyse tüm kadınların peşinden koştuğu kültürlü serseri tipinin ilklerinden sanırım. Jack London iyidir özetle.
Kitap, köpek kitabı dostlar kabaca tarif etmek gerekirse. Buck'ın hikayesi. Annesi çoban köpeği, babası St. Bernard. Antartika'da, altına hücum yılları. Neye ihtiyaç var? Çıkarılan altınların yerleştirildiği kızakları çekecek köpeklere. Köpekler kıymetli yani. Buck da onlardan biri. Ancak kızak köpeği olmasının hikayesi farklı. Bir zengin evinden kaçırılıyor, pat bir hengamenin ortasında buluyor kendini. Sonrası olaylar olaylar...
Çok dokunaklı bir kitap. Bu kelimeyi de hiç sevmem ama kullandım işte. Dokunaklı, içiniz cız ediyor vs. Buna rağmen hiç sıkılmadım desem yalan olur. Yalan da iyi bir şey değildir. Aslında kısa da bir kitap. 136 sayfa. Baştan sona karlar içinde, köpeklerin hikayesini dinlemekten sıkıldım desem, sen ne vicdansızmışsın dersiniz. Öyle değil. Ben ki köpeği kedisi, her birini ağızlarından öpen biriyim. Hatta belki bu durum bile yormuştur beni okurken hayvanların çektiği eziyet düşünülünce. Bilemiyorum. Galiba bir şeyleri tahmin ettim kitabı elime aldığımda.
Şöyle ki nasıl tahmin ettim. Nasıl tahmin ettim bilmiyorum da bu kitabın içinde bolca acı çeken köpek olduğunu tahmin etmiştim. Ondan biraz tereddür ettim zaten. Ben hafta sonları aile filmi adı altında yayınlanan, illa ki bir hayvanın da başrollerden birini kapmış olduğu, ve büyük ihtimalle ya o hayvanın öldüğü ya da doğaya geri döndüğü filmleri de hiç izleyemedim. Beni üzen şeylerden kaçma eğilimim var. Maalesef ilişkilerimde geçerli değil bu kural. Ne diyordum, acıklı köpek sahnelerini tahmin ettiydim. Sonra aralarından birinin mutlaka sıyrılacağı da aşikardı ilk on sayfadan sonra. Sonu da ya çok çok acıklı ve aynı zamanda onurlu bir ölümle taçlanacaktı ya da köpek arkadaşımız, Buck, özgürlüğü seçecekti. Çok yanılmadım. Yanılsam daha çok sevebilirdim.
Yine de değinmek istediğim birkaç nokta var. Öncelikle şu Social Darwinism denen meret öylesine aşikar ki bu kitapta. Social Darwinism ne derseniz, ki Darwin'le alakası yok. Esasında var da Darwin'in savunduğu bir görüş falan değil, size şöyle özetlerim: büyük balık küçük balığı yer. Küçükler birleşir büyüğü mahveder derseniz de size gülerim, yok öyle şey. İşte bu Social Darwinism daha çok güçlünün zayıfı yendiği ve bu durumdan kaçış olmadığına inanılan toplumsal bağlamlarda öne çıkıyor. Hani ırklara uygulayalım derseniz, zayıf ırklar her zaman yenilmeye mecburdur gibisinden. Saçmalığını bir yana bırakırsak epey ilginç esasında. Her neyse, işte Vahşetin Çağrısında'da bu doğa kanunları işliyor. Güçlü değilsen ölüyorsun. Bu ne demek oluyor, ortama en hızlı ayak uyduran kazanıyor. Direkt kazanmasa da o gün de ölmüyor. Buck tam da bu duruma uyuyor, bu ortama uyum sağlama ve sonrasında egemen güç oluşuna giden sürece adım adım şahit oluyorsunuz. Soylu bir köpek iken, düştüğü kurtlar sofrasında tam bir vahşi oluyor, bununla da yetinmiyor lider olmak için öldürüyor da öldürüyor.
Kitap köpeğin ağzından anlatılmıyor. Anlatıcı bir insan. Ancak kitapta anthromorphize tekniği kullanılmış. Yani hayvanlara insani özellikler yüklenmiş. Sanki insanmışlarcasına yorumlar yapılmış roman boyunca. Zaten tüm romandan köpekleri çıkar, isimleri değiştir insanlar yerleştir her şey yine tıkır tıkır işliyor, kızak çeken insanları görmezden gelirsek.
Bir diğer ana tema ise köklere/öze dönüş. Buck evriminin sonunun ormanların içi ve bir kurt sürüsüne dahil olması çok manidar. Yalnız kurt, yalnız kurt olmadan bir süre önce zaten ormanın derinliklerinden gelen sese kulak kesilmeye başlıyor. Bir noktadan sonra da daha fazla karşı koyamıyor. Genelde yalnız avlanıyor, bazen de sürüye geri dönüyor. Biz ne yapıyoruz? Sürümüz nerede, biz neredeyiz? Sürüden ayrılıp sonra tekrar geri dönmemiz kolay oluyor mu? Nasıl karşılanıyor? Zaten bu öz kavramı da ilginç. Mesela okla avlanmak Buck'ı inanılmaz bir biçimde harekete geçiriyor. Kan kokusu da aynı şekilde. Öz dediğimiz avcılık ve toplayıcılık ile geçinen ilk insanlar mı? Buck'ın yerinin süslü ev bahçeleri olmadığı kesin.
Özetle, okuyun. Çocuklara da okutun bence. Nasıl yorumlarlar bilemiyorum ama iyi bir yaz tatili ya da ara tatil kitabı olabilir. Ciddi ciddi okumayı düşünenler varsa, şu Social Darwinism şeysine internetten göz atsınlar. Onu bilerek okumak büyük fark sağlıyor. E tabi bir de, tüm kitabu baştan aşağı yönetilen insan ve getirdikleri, götürdükleri vs. düşünerek de okuyabilirsiniz. Çeşit çeşit okuma denemeleri yapabilirsiniz bu kitap üzerinden, farklı noktalara odaklanarak. Ne demiş London, "Güç eli sopalı olandadır".
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder