14 Nisan 2012 Cumartesi

En azından bir sincap kadar zarifti.

Benden yarım baş kadar daha kısaydı, koyu renkli uzun saçları, kahverengi gözleri vardı, aşağı yukarı on dokuz yaşlarında olduğunu düşündüm, benim gibi yani. Gözlerini kaldırıp bana baktığında ve en ufak bir baş hareketi bile yapmadan bana selam verdiğinde, alaycı bir edayla güldü, neredeyse eski tanıdıkmışız gibi veya –şimdi bunu tamamen açık söylüyorum- sanki çok uzun zaman önce tüm bir yaşamı beraberce yaşamışız gibi, o ve ben. Kahverengi gözlerinde bu yönde bir şeyler okuduğum hissine kapıldım.

Gülümsemesi yanaklarında iki gamze oluşturmuştu, bununla ilgili değil ama bana bir sincabı hatırlattığını anımsıyorum, en azından bir sincap kadar zarifti. Eğer arkamızda birlikte yaşanmış bir hayat varsa belki de bir ağaçta iki sincaptık, diye düşündüm ve esrarengiz Portakal Kız’la bir sincap yaşamı beni hiç de rahatsız etmedi.

-Jostein Gaarder, Portakal Kız.

12 Nisan 2012 Perşembe

Ve bir kedi katıldı aramıza.

Merhaba herkese!

Mutluluktan bayılmak üzere bir halde yazıyorum şu an. Çünküüü...

Aradığım yavru kediyi buldum ve dünden beri benimle, bizimle !!!

Arkadaşımın arkadaşı aracılığıyla bulundu, halihazırda evinde 5 kedisi olan arkadaşın kedilerinden biri 5 tane yavrulamış ve kız delirmek üzereydi. Hem çok seviyor hem de bu yaşımda ‘Crazy Cat Lady’ olmak istemiyorum hissiyatı içindeydi. Biz de 2 hafta önce erkek arkadaşımla bakmış, bayılmıştık. Ama daha çok köüçükler diye biraz bekledik ve geçenlerde haber geldi, kuru mamaya alıştılar, tuvaletlerini de kuma yapıyorlar diye, biz de hemen gittik aldık. Seçme süreci epey sancılı oldu ama. Bunlar dediğim gibi 5 kardeşlerdi, hepsi de birbirinin aynısı ama biz en büyüğü aldık çünkü erkek arkadaşım tam bir savaşçı yetiştirmek istiyor (: Bizimkinin büyüklüğü diğerlerinden epey farklıydı, sebebi de çok ilginç. Çünkü bu ilk doğan yavru anneden sütü ilk içen oluyormuş aynı zamanda ve bu ilk süt de sütün geri kalanına oranla daha fazla protein içeriyormuş. Bu da bizim miniği diğerlerinin yaklaşık iki katı ve tam bir güreşçi yapmaya yetmiş. Ne diyordum, aldık işte biz kediyi ve geldik. Epey mutluyuz. Çok komik. Sabahtan beri hareket eden her şeye atlıyor. Bir ara koşarken su tasının içine kaçtı, çok ağladı, hemen kuruttuk. Bu arada henüz 1 aylık. Annesi kehribar rengi, çok tüylü, hani kulaklarının içi bile tüylü olan kedilerden. Çok güzel ama. Baba ise tahminen (!) siyahlı beyazlı yağız bir delikanlı. Bizim minik ve geri kalan yavrular ise grili, beyazlı. Gözler yeşil olacak herhalde. Kulaklar sırf tüy. Yaşlı dedeler gibi upuzun kaşları var. Bıyıklar da elbette. Burun pembe. Patilerin etleri, hepsi kahverengimsi bir tanesi hariç, o pembe. Çok komik!

Mutluyuz yani Zaten mutluyduk, daha da eğlenceli bir hal aldı her şey. Dün ilk gecemizdi ve annesini, kardeşlerini özler ağlar sandık ama çok usluydu. Erkek arkadaşımın çenesindeki sakallarla oynaya oynaya uyudu. Sabah da ısırıklarıyla uyandık.
Henüz bir ismi yok gibi. Tombikliği ve asabiyetinden ötürü biz ona "ayı" demeyi tercih ediyoruz. Önerilere açığız.

Benden haberler bu kadar.

4 Nisan 2012 Çarşamba

Ama ölüm her şeyin büyüsünü bozmuştu.

"Kendimi bitkin ve aynı zamanda, pek coşkun buluyordum. Artık gün ışırken gelecek olanı, ölümü düşünmek istemiyordum. Hiçbir şeye benzemiyordu bu, sözcüklerden ya da boşluktan başka bir şeye rastlamıyordum. Ama öbür noktayı düşünmeğe başlar başlamaz tüfek namlularını üzerime çevrilmiş görüyordum. Arka arkaya belki yirmi kez öldürülüşümü yaşadım; hele bir seferinde, gerçekten öldüğümü sandım: bir dakika uyuyabilmiştim. Beni duvara doğru götürüyorlardı, ve çırpınıyordum; özür diliyordum kendilerinden. Sıçrayarak uyandım ve Belçikalı’ya baktım: uykumda bağırmış olmaktan korkuyordum. Ama o bıyığını buruyordu, hiçbir şeye dikkat etmemişti. İstemiş olsaydım, bir dakika uyuyabilirdim sanıyorum: kırk sekiz saattir gözümü kırpmamıştım, kolum kanadım kırılmıştı. Ama iki saatlik yaşamı yitirmeğe niyetim yoktu: gün ışırken beni uyandırmağa gelmiş olacaklar, kalkıp uyku sersemi peşlerine düşmüş olacak, “gık”demeden eşek cennetini boylamış bulunacaktım; böylesini istemiyordum, anlamak istiyordum. Kabuslara uğramaktan da korkuyordum. Ayağa kalktım, enine boyuna dolaştım ve düşüncelerimi değiştirmek için, geçmiş hayatımı düşünmeğe başladım. Aklıma karmakarışık bir yığın anı geldi. İçlerinde iyileri ve kötüleri vardı – ya da bunları ben önceden böyle adlandırıyordum hiç değilse. Yüzler ve öyküler vardı içlerinde. Şenlik’te Valence’da boynuz taktıran bir tüysüz delikanlının yüzünü, amcalarımdan birininkini, Ramon Gris’ninkini gördüm yeniden. Öyküler anıladım: 1926 yılında üç ay nasıl işsiz kalmıştım, açlıktan az kalsın nasıl nalları dikiyordum. Gırnata’da bir sıra üzerinde sabahlamış olduğum bir geceyi anıladım: üç gündür yemek yememiştim, çılgına dönmüştüm, gebermek istemiyordum. Gülümsetti bu beni. Nasıl da hırsla, mutluluğun ardından, kadınların ardından, özgürlüğün ardından koşuyordum. Ne yapmak için? İspanya’yı kurtarmak istemiştim, Pi y Margall’a bitiyordum, anarşist harekete katılmıştım, kamu toplantılarında konuşmuştum: ölümsüzmüşüm gibi, her şeyi ciddiye alıyordum.

Şimdi bütün yaşamımı karşımda görüyorum duygusuna kapılıp şöyle düşündüm: “Kutsal bir yalan bu. Son bulmuş olduğuna göre hiçbir şeye değmezdi hayat. Nasıl gezip tozabildiğimi, kızlarla nasıl kırıştırdığımı geçirdim içimden: sadece böyle öleceğimi tasarlamış olsaydım, serçe parmağımı bile kıpırdatmış olmazdım. Hayatım, bir çanta gibi kapalı, sır dolu önümde duruyordu işte, ama içinde her ne varsa gene de suyunu çekmemişti. Bir an, hayatım üzerine yargı vermeğe kalktım. Şunu demek istemiş olacaktım: güzel bir hayattır bu. Ama hayat üzerine yargı verilmezdi, bir taslaktı hayat; zamanımı ölmezlik yolunda işler çevirmekle geçirmiş, hiçbir şey anlamamıştım. Hiçbir şeye yanmıyordum: bir yığın şey vardı, manzanillanın tadı ya da Cadix yakınındaki ufak bir koyda yaptığım deniz banyoları vardı yanabileceğim; ama ölüm her şeyin büyüsünü bozmuştu.”
-          Duvar, Jean-Paul Sartre.

3 Nisan 2012 Salı

Tiffany'de Kahvaltı - Truman Capote.

Oh. İyi bir kitap okumanın verdiği keyif gibisi yok. Hele bu kitap sıkıcılıktan uzak, son derece eğlenceliyse. Bir de eğer kitaptan uyarlama filmini izlemek için sabırsızlanıyorsanız...

Dünden önceki gün sanırım, babamla filtre kahve almaya gittik. Çok komik. Ellili yaşlarında filre kahveye ve elbette makinesine öyle bir alıştılar ki, Nescafe beğenmez oldular.Her neyse. Babam kahve alırken ben de kitapçıya girdim, aslında bir şey almaya niyetim yoktu ama Notos’un son sayısı ile Tiffany’de Kahvaltı’yı aldım. Eve gelir gelmez de okumaya başladım. Okulda bu filmin olması lazım kütüphanede. Gider gitmez izlemeyi planlıyorum, her ne kadar senaryoda romana pek sadık kalınmadığını biliyor olsam da.

Truman Capote ismi bana nereden tanıdık geliyor bilmiyorum, daha önce hiçbir kitabını okumamıştım. Ama artık bir sebebi var. Capote 1924 doğumlu, Amerikan edebiyatının bilindik isimlerinden biri. Sel Yayıncılık yazarın diğer öykülerini yayınladı sanırım ya da yayına hazırlık aşamasında. Tiffany’de Kahvaltı, 2008 yılında yayınlanmış. Meral Alakuç tarafından Türkçe’ye çevrilmiş. Bana kalırsa başarılı bir uyarlama olmuş. Kapak resmi pek hoş, filmden bir sahne. Kitabın orijinali, Breakfast at Tiffany’s adıyla 1958 yılında yayınlanmış, üç yıl sonra da filmi çıkmış.

Kitaba gelirsek, 1940’lı yılların New York’unda geçiyor. Cemiyet hayatının neresinde durduğundan pek de emin olamadığımız Holly Golightly ve erkekleri. Partiler. İçkiler. Çoğunlukla martiniler. Kitabın arka kapağında Holly’den çocuk-kadın diye bahsediliyor. Gerçekten öyle mi acaba? Ben öyle miyim acaba? Sorular sorular. Kimi kitap eleştirmenleri bu kitabın bir kelimesini dahi değiştirmezdim diyorlar, kimileri ise biraz yavan buluyorlar. Ben bu detaylara takılmadan, işin teknik kısmından uzak okudum ve buna uygun bir eleştiri getireceğim sanırım.

Adettendir, biraz kitaptan ve olaylardan bahsetmek istiyorum. Aslında çok da istemiyorum çünkü öyle sevimli bir tat bıraktı ki kitap ağzımda, ve okumadan önce konusuna dair en ufak bir fikrim yoktu, size de aynısı olsun istiyorum. Bu nedenle, bu paragrafı okumadan geçebilirsiniz. Olaylar şöyle başlıyor ve bir nevi sonlanıyor. Bir adet Holly var elimizde, güzel, genç ve alımlı ve elbette çevresinde adamlar. Bir apartman dairesinde yaşıyor ve komşuları bir şekilde onun hikayesine dahil oluyorlar. Ancak en çok Holly’nin ona verdiği ad ile, Fred dahil oluyor. Dahil olmakla kalmıyor bir de üstüne aşık oluyor. Siz ne düşünürsünüz bilmem ama bence aşıktı. Yazar kitabın ünlenmesinden sonra Fred’in gay bir karakter olduğunu açıklamış. Bilmiyorum. Bana okurken öyle gelmemişti. Sanki hep Holly’e aşıktı. Ama peşinden gitmedi. Falan filan. Daha fazla spoiler vermek istemiyorum sanırım.

Holly çok fakrlı bir karakter. Büyük olasılıkla hep aklımın bir köşesinde kalacak. Erkekler Holly’i seviyor. Çünkü Holly erkekleri sıkmıyor. Onların ilgi alanı atlar mı? Ya da sporlar mı? Gidiyor, bu konuda bir şeyler okuyor, öğreniyor. Sonra da sohbet ediyor. Erkeklerin hoşuna gidiyor tabii bu durum. Holly ne kadar hoşnut bu durumdan? Bilmiyoruz. Bence beğenilmek onun da hoşuna gidiyor. Ama yine de çok da karakter analizi yapamam sanırım Holly üzerinden. Kısa bir kitap, yazarın dili çok sade. Novella zaten. Derinlikten uzak, Holly gibi, hayallerin peşinde bir yazım. Holly ilgi odağı olmayı seviyor, erkeklerin ona bakmalarından da hoşlanıyor. Kısacası kendi ‘iyi zaman’ tanımına uygun olarak hayatını geçiriyor.

Kitap hakkındaki eleştirileri okudum biraz. İnternette gezindim. Filmin ortaya çıkmasıyla beraber kitabın melankolisinin uçup gittiğinden yakınmış kimileri. Buna filmi izledikten sonra karar vereceğim sanırım. Holly’nin renkli hayatının altında aslında bir nevi trajedi de yatıyor. Sosyo-ekonomik bir sorun. Köy ve kasabalardan şehirlere, özellikle de New York’a gelen, isim değiştiren genç kızlar. Birkaç yıl içinde sönüp gidişleri, eğer biraz şanslılarsa kente bir ucundan tutunabilmeleri. İlk okuduğumda bunlar pek gözüme çarpmamıştı ancak şurada epey iyi bir eleştiri var, İngilizce, dilerseniz bir göz atabilirsiniz. Bir de şu sitede film ve kitapla ilgili bilmediğiniz 25 şey başlığı altında epey ilginç detaylar var. Öncelikle onların da dikkatini kitap ve film arasındaki farklar çekmiş. Kitapta Holly 20lerinin başına daha yeni gelen bir genç kadın, oysa filmde Holly’i 31 yaşındaki Audrey Hepburn canlandırmış. Kitapta Holly biseksüel gibiyken, filmde bu yan da törpülenmiş. Kitapta ot içmekten hoşlanan Holly’den filmde eser yok. Bence en komik detaylardan biri, filmin Taş Devri ile olan bağı. Evet, Flintstones. Hapishanede tutuklu Sally’i aynı zamanda Taş Devri’nin Fred’ini seslendiren Alan Reed canlandırmış.

Fred karakteri bana biraz fazla silik geldi açıkçası. Ama Holly’nin ya da gerçek ismiyle Lulamae’nin ilk ve tek ve halen boşanmadığı kocası bana çok ilginç geldi. Hikaye başlı başına çok dokunaklıydı. Holl’nin New York’a gelip, yeni şaşaalı adını aldıktan sonra pek de hatırlamak istemediği bir hikaye. 14 yaşında evlenip, kısa bir süre sonra evden kaçmış Holly. Bu çocukluk hatırası mıdır yoksa ilk evliliğine dair bir detay mı, pek belirgin değil. Bana kalırsa epey acıklı.

Kitabın ve elbette filmin çevresinde şekillenen bir diğer tartışma konusu ise şuymuş: Kim bu gerçek Holly Golightly? Capote bu kadını yaratırken kimden ilham aldı? Kimileri Capote’nin kendi annesini öne sürmüşleri, kimileri Gloria Vanderbilt ya da Maeve Brennan. Kim bilir kim, Holly son derece kendine has değil mi sizce de? Bu tür gizemler hiçbir zaman çözülmez, iyi ki de çözülmez. Peki Holly ne? Bir fahişe mi yoksa para avcısı mı? Capote verdiği bir röportajda Holly’nin bu ikisi de olmadığını belirtmiş, o sadece bir Amerikan geyşası diye de eklemiş. Bana kalırsa Holly geyşa olabilmek için bile fazla saf.

Son olarak şunu söyleyebilirim, günün birinde dünyanın herhangi bir yerinde Holly Golightly ile tanışsam, bir yerlere oturup iki kadeh bir şeyler içsem eminim bu kitabı okuduktan sonraki hislere sahip olurdum. Kitap da Holly gibi gamsız ama bir o kadar da minik sabun köpüğü hafifliğinde.

Bence okuyun, kesinlikle tavsiye ediyorum.

“Simply do not ask me what this is all about, parce que je ne sais pas, mes chers”

2 Nisan 2012 Pazartesi

Yine kendim olmak isterim.

"Yanına git ve gülünç görünüşlü olmadığına onu inandır. Sana gerçekten yardım edebilir, Fred" diye direndi.
"Senin onun yardımını istemediğini öğrendim." Bu sözüm onu şaşırtmıştı. "Dr. Wassell'in Öyküsü'nden söz ediyorum" diye ekledim.
"Hala bunu mu anlatıyor?" diyerek odanın karşı tarafındaki Berman'a sevgi dolu bir bakış fırlattı.
"Ama haklı olduğu bir nokta var, kendimi suçlu saymalıyım. Bu rolü bana vereceklerinden ya da benim bunu başarabileceğimden değil. Onlar bana bu rolü vermezlerdi, ben de beceremezdim zaten. Kendimi suçlu saymalıyım, çünkü ben bununla ilgili bir damla bile hayal kurmazken, onun hayal içinde yaşamasına göz yumdum. O zamanlar kendimi geliştirmeye uğraşıyordum. Bir sinema yıldızı olamayacağımı da iyi biliyordum. Bu çok güçtür, eğer akıllı biriysen, çok utandırıcıdır da. Buna yetecek derecede aşağılık kompleksim de yok. Bir sinema yıldızı olmak, aynı zamanda kocaman ve şişman bir benliğe sahip olmak demektir derler. Gerçekte ise hiçbir benliğe sahip olmamak gerekir. Zengin ve ünlü bir kişi olmak istemem demek istemiyorum. Bu benim planlarımda var ve günün birinde buna erişeceğimi umuyorum. Fakat böyle olsa bile, benliğimin peşi sıra gelmesini isterdim. Güzel bir sabah uyanıp da Tiffany'de kahvaltı ettiğim zaman bile yine kendim olmak isterim."

- Tiffany'de Kahvaltı, Truman Capote.

Bir çift güneş gözlüğü.

"Koridora çıkıp görünmeden, fakat aşağı yeteri kadar görebileceğim şekilde merdiven parmaklığına dayandım. Hala merdivenlerdeydi, şimdi aralığa çıktı; aralıktaki ışık, kızın oğlan gibi kesilmiş saçlarının koyu dalgaları, gümüş ve sarı telleri üzerine düşmüştü. Yaz mevsimine yakın, ılık bir akşamdı. Üzerinde zarif, şık bir siyah elibse, ayağında siyah ayakkabılar, boynunda da, sıkıca sarılmış inci bir kolye vardı. Bütün bu şıklık ve zayıflşığına karşın, sabah kahvaltısında yenen yulaf ezmesi gibi sağlam bir havası, sabun ve limon kokusunu andıran temiz bir görüntüsü, yanaklarında sert pembe bir koyuluk vardı. Ağzı büyük, burnu havaya kalkıktı. Bir çift güneş gözlüğü gözlerini karartmıştı. Çocukluğun ötesinde bir yüzdü bu, yine de kadınlığa yakın bir yanı vardı. On altı ile otuz arasında herhangi bir yaşta olduğunu düşünebilirdim. Sonradan öğrendim ki on dokuzuncu yaş gününe iki ay varmış."

- Tiffany'de Kahvaltı, Truman Capote.

Dükalık.

“Kitaplarım bana yeter bir dükalıktır.” -W. Shakespeare

Masamın üstündekiler.

Odalar kadar masa üstleri de kendi kendilerini dağıtmakta son derece başarılılar bana kalırsa. İzmir'deki evdeki masamı iki gündür kullanıyorum ve şimdiden garip haller almaya başladı bile. Öncelikle altından başlamalıyım sanırım. Aslında öyle evde terlik giymek gibi bir alışkanlığım yok ama bazen giyiyorum, her masadan kalktığımda ayağımdakileri masanın altında bırakıp geri dönerken yeni bir tane giyip geliyorum. Şimdi bir bakaıyım... Evet, an itibariyle masamın altında dört çift terlik bulunmakta. Üçü kışlık, biri yazlık.


Masanın üstüne gelecek olursak, çok büyük bir masa değil, sevdiğim bir masa hiç değil. Çok hatalı yapılmış bir kere. Tüm mobilya öyle bir şeyle kaplanmış ki tüm kenarlar ve köşeler insanın elini kolunu paramparça ediyor. Ne diyordum, hah, masanın üstü çok dağıldı yine. Bakalım neler var:


  • 2 boş kahve fincanı, 1 yarım dolu su bardağı (az önce devirme tehlikesi atlattım, etrafı çok dolu olduğundan düşmeye bile yeri yok bardağın, havada yakaladım)
  • 6 adet kitap, ve evet hepsi aynı anda okunuyor (bazılarını ciddi ciddi okuyorum, bazılarına arada göz atıyorum)
    • Tiffany'de Kahvaltı - Truman Capote
    • Büyüklere Masallar - Şçedrin
    • Dolu Dizgin bir Denizci - Jack London
    • Geç Kalmış Ölü - Mehmet Eroğlu
    • Tütün (Sarı Dünya) - Dimitriv Dimov
    • Knulp - Hermann Hesse
  • Eski bir tenis topu (Dr. House'dan özendim, masa başında canım sıkıldıkça havaya atıp tutuyorum)
  • Peluş fil (erkek arkadaşıma en son aldığım hediye, basma kumaşından yapılmış, pek sevimli)
  • 3-5 kalem, silgi, post-it
  • 1977 basımı, zamanında annemin kullandığı Osmanlıca-Türkçe sözlük
  • Tarçınlı tütsü
  • Notos Öykü'nün son sayısı
  • Naviga'nın son sayısı
  • Yarım yenmiş bir boyoz
  • 2 adet beşli matruşka (ve evet doğru tahmin ettiniz, hepsinin içleri dışarı çıkmış halde)
  • 1 adet 6 kiloluk Siyam kedisi (yatar pozisyonda)
  • Cep telefonu
  • İpad
  • 3 adet not defteri (neden bu kadar çoklar bilmiyorum)
  • Ajanda
  • Masa lambası
  • Ayna ve cımbız
  • 2 adet fotoğraf albümü
  • Bir çift patik (annaanne ördü)
  • Tombul çalar saat
  • Çizim malzemeleri
  • Laptop
  • Vitamin (yeni kullanmaya başladım, işe yarıyor ama çok iştahımı açtı, bırakıcam sanırım)
  • 2 elma, 1 portakal
Epey dağınık, ama ben bu duruma alıştım sanırım. Ya da bana öyle geliyor. Sizin masanızın üstünde neler var?



Okumaya vakit ayıramayanlar için bir öneri.

Maalesef son zamanlarda istediğim kadar çok kitap okuyamıyorum. Nitelik ve niceliği bir yana bıraktım, kitaplara yeteri kadar zaman ayıramıyorum. Çünkü aldığım dersler için okumam gereken şeyler var. Onlar bitince de açıkçası başka bir kitabı elime alacak gücüm kalmıyor, kendimi sokağa atıyorum ya da saçma sapan diziler izliyorum. Üzücü ama durum böyle.
Bu sebeple aklıma bir şey geldi. Daha önce denemedim bunu ama şunun farkındayım, eğer elimin altında ne kadar az kitap okuduğumu gösteren bir şey olursa, belki kendimi daha kötü hissederim, biraz daha fazla okumaya gayret ederim. Çünkü böyle somut bir şey olmadığında, haftada 2-3 kez aklıma ne kadar az kitap okuduğum geliyor, birkaç dakika üzülüyorum, sonra yine işe güce dalıyorum.
Ben de şöyle yapmaya karar verdim. Son derece basit, eğer yapmak isterseniz siz de en fazla 5 dakikanızı alır. Bir adet kareli defter sayfası alın, ya da çizgilerinize ve cetvelinize güveniyorsanız çizgisiz bir A4 kağıdı. Sonra başlayın minik karelere bölmeye. Ben bu "okuma cetveli"ni ajandamda taşımayı planladığımdan minik bir tane yaptım. Yani her kare 3x3 defter karesinden oluşuyor. Böyle minik karelere ayıra ayıra Nisan-Mayıs-Haziran için 30-31-30 karelerden oluşan bir tablo çıktı ortaya. Her karenin kenarına ayın kaçı olduğunu yazdım.
Planım şu, her gün kaç sayfa kitap okuduğumu not edicem. Ay sonunda da bir mühakeme yapıcam, bakalım durum ne diye.
Bana kalırsa işe yarayacak bir şey bu. Ve yapması da kolay. Eğer siz de benimle aynı sorundan yakınıyorsanız, öneririm.

Görüşmek üzere!

Sıradaki yazar.

Truman Capote.

1 Nisan 2012 Pazar

Aşkın Ömrü 3 Yıldır - Frederic Beigbeder.

Kış bitti. Yaz geldi demek için hala biraz daha zamana ihtiyacımız olsa da, güneşi tekrar görmek güzel bir şeymiş. Korkunç bir kış geçirmedik mi? Ben hiç bu kadar üşüdüğümü hatırlamıyorum, Rusya’da geçen onlarca kışa rağmen. Daha önce de soğuktan ellerim, dudaklarım hatta yanaklarım çatlamıştı fakat bu kış kollarımdan tutun da göbeğime kadar tüm derim dondu, bir nevi deri değişimi yaşadım. 1 haftalık tatilim var, İzmir’e geldim. Gelir gelmez lokma yedim. Deniz kıyısına gittim, çünkü İzmir tüm bunları yapabilmek için var. Şimdi de dışarıdan daha serin olan evimde keyifli bir kitap yazısı yazıyorum. Bu bitince de Kordon’a gider, Karşıyaka’ya karşı bir şeyler içerim. Çünkü, dediğim gibi, İzmir tüm bunları yapabilmek için var.

Sel Yayıncılık geçen seneden beri takip ettiğim bir yayınevi. İlk olarak Beat Kuşağı eserlerini yayınlamaları ile dikkatimi çekmişlerdi, sonra fark ettim ki durmadan çalışıyor, çeşit çeşit kitaplar basıyorlar. Şuradan sitelerine gidebilirsiniz. Aşkın Ömrü Üç Yıldır da bu yayınevinin kitaplarından biri. Çevirisi Renan Akman tarafından yapılmış ve açıkçası bana son derece başarılı geldi.

Gelelim yazara. Frederic Beigbeder, 1965 yılında Paris’te doğmuş. Ünlü reklam ajanslarında metin yazarı olarak çalışmış, zaten öyle belli ki bu dilinde, ağzı iyi laf yapan erkeklerden olduğu. Daha sonra bu reklamcı olma hali sona ermiş ve kendini tamamen edebiyata vermiş falan filan.

Peki ya kitap? Ben kitabın bir aralar epey ünlü olduğunu hatırlıyorum. Ama şundan emin değilim, acaba kitap mıydı ünlü olan yoksa başlığı mı? Çünkü aşkın ömrünün gerçekten de üç yıl ile sınırlı olduğuna dair bilimsel çalışmalar da vardı sanki. Herneyse. Kitap L’amour dure trois ans adı ile ilk olarak 1997 yılında yayınlanmış. Sel Yayıncılık’tan çıkış tarihi ise 2011. İlk baskı Doğan Kitap’tan 2001 yılında yapılmış.

Nasıl bir kitap bu? Bence eğlenceli. Çabuk okudum, sıkılmadım ama döner de bir daha bakar mıyım ya da birilerine önerir miyim? Sanırım hayır. Çünkü ben bu hayatta kaybeden olmuş, bu kaybeden olma halini kendine kimlik edinmiş, görmüş geçirmiş olmanın yattığı kadın sayısıyla orantılı olduğuna inanan erkeklerden çok sıkıldım. Ve üzgünüm ama salak hikayeleriniz (her ne kadar size çok cool geliyor da olsa) kimsenin umrunda değil ve evet, hayatta kaybettiniz. Hem de baya baya çuvalladınız. Geçen gün yakın kız arkadaşlarımdan biriyle konuşurken şunu farkettik. Bizim çevremizdeki erkekler ki doğum tarihleri 1980-1989 arası değişiyor, ciddi ciddi hayatlarının bir noktasında ki genelde bu noktanın çok da geç olmamasını ümit ediyorlar, evlenmeyi, çocuk sahibi olmayı planlıyor ve belki de en önemlisi bunu gerçekten istiyorlar. Neden böyle acaba diye düşündük düşündük ve karar verdik ki, çünkü bundan bir önceki kuşak o kadar fena çuvalladı ki bu yalnız adam temalı hayatlarında, onlar gibi olmak istemiyorlar, sevdikleri kadınlarla huzurlu evlerde yaşamak istiyorlar. En azından bizim tanıdıklarımızda durum böyle. Ha tabi burada tek başına yaşayan, çocuk sahibi olmayan ve buna uzak duranlara karşı garip hisler içinde olduğum çıkarılmasın. Benim sorunum sabah akşam içen, çevresini geçtim kendisine en ufak bir faydası olmayan ve dahası, "normal" hayatlar süren insanları sıradan ve ezik görenlerle. Maalesef bu adamlar hiçbir zaman büyümüyorlar, büyümedikleri gibi sevimli birer oğlan çocuğundan çok uyuz veletlere dönüşüyorlar.

Öncelikle şunu açıkça tekrar belirtmeliyim. Benim tepkim bu kitaba olmaktan çok bu adam tipine. Marc gibilere. Ama her şeyi açık bir şekilde anlatabilmem için önce biraz kitaptan bahsetmem lazım sanırım. Marc, Fransız sosyetesinin haberlerini ve hayatlarını yazan bir basın çalışanı, evli, Anne ile. Ancak beraberliklerinin üçüncü yılının sonlarına doğru işler garipleşmeye başlıyor, Marc gizli gizli Alice ile görüşüyor. Sonra Anne’den ayrılıyor. Olaylar olaylar.

Anne’den boşanması Alice ile bir ömür mutlu yaşayacağını anlamına gelmiyor. Öncelikle, Alice de evli. Vicdan azabı çekiyor yaptığı şeyden ötürü. Diğer bir sebep ise, Marc üç yıl sonra Alice’den de sıkılmayacak mı? Kısacası hiçbir şey kusursuz değil. Kitabın geneline, Marc’ın dibe vuruşu hakim denebilir. Yaşadığı lüks hayattan, evli olmaktan, bekarlıktan, yalnız kalmaktan, farklı kadınlardan ve daha bir sürü şeyden sürekli bir sıkılma halinde. Sonunda kısmen kendi mutluluğunu buluyor gibi ama pek flu.

Kitap genel olarak böyle bir hikaye çevresinde şekilleniyor, gelelim şimdi benim kitap hakkında ne düşündüğüme ve kitabın bana düşündürttüklerine.

Öncelikle şunu kabul etmem lazım sanırım. Hangi kitabı okursam okuyayım, o anki ruh halim kitaba dair fikirlerimi epey bir etkiliyor. Mesela şu sıralar aşkın üç yıl ile sınırlı kaldığına inanmaya pek de istekli değilim. Hem böyle olmadığını düşünüyorum hem de içten içe ya gerçekten öyleyse diyorum. Aslında Beigbeder’in sunduğu süreç çok da mantıksız değil. Diyor ki, üç yıl içerisinde, önce çok arzularsınız, çok heyecanlanır ve onu çok istersiniz. Sonra elde edersiniz ve güzel vakit geçirirsiniz. Sonra sıkılmaya başlarsınız ve biter. Eğer şanslıysanız sessiz sedasız biter, bazen de kavgalı ve gürültülü. Romanın baş kişisi Marc’ın başına tam da bu geliyor. Ve böylesine bir şeyi deneyimlediğinden ötürü bundan sonraki ilişkilerini de hep korkarak yaşıyor, ha sıkıldım ha sıkılıyorum diye.

Yok, yani şimdi bir daha düşündüm de eğer o şey iç yıl içinde bitiyorsa bence zaten aşk falan değildir. Burada aşkı yüceltip yere göğe sığdıramadığım yok. Sadece bu kadar planlı programlı bir şey olmadığından eminim. Evet, insanlar birbirinden sıkılır ama bence o sıkılma hali de güzel. Sıkılıyorsan da birlikte sıkılıyorsun ve sonunda saçmalayıp gülebiliyorsan, sorun yok. Aldatma ise işin bambaşka boyutu. Evet, o zaman ortada bir sorun var ama yıllara ne kadar bağlanabilir ki bu? Aşk, beraber olmaktan keyif almak bana kalırsa. Bu manava giderken de aynı, başbaşa romantik anlar geçirirken de. Ve bilmiyorum, Marc’ın hayatı bana o kadar uzak ve boş ve saçma geldi ki, pek özdeşleştiremedim kendimile Marc’ı sevmedim.

Kitapta en ilgimi çeken hatta tek ilgimi çeken kısım şu oldu sanırım. Siz de bir düşünün, oldukça ilginç. Marc yakın arkadaşlarından biri ile konuşurken ortaya şu soru çıkıyor: Hiç aşık olamamak mı daha kötü yoksa aşık kalamamak mı? Ben üzerine epey düşündüm. İkisini kıyaslamak oldukça zor olsa da, aşık kalamamak epey kötü bence. Çünkü bir heyecanla başlıyorsun, inanıyor ve inandırıyorsun ama sonra geçiyor. Bir şey oluyor ve artık eskisi kadar hoşuna gitmiyor aranızdaki şey. Bilmiyorum, bence bu durum insana kendini dahi sorgulatabilir, benim derdim ne diye.

Her neyse. Aşk meşk. Bunlar ince işler. Üzerine düşünmeye pek de gelmez. Düşünsek de elimize bir şey geçmez. Çok bir şey beklemeden okursanız keyif alabilirsiniz, hatta eğlenebilirsiniz bile. Yine de ısrar edemem, elinizde daha iyi bir şeyler varsa bence bu kitap yerine onu okuyun.

Sevgili devekuşu.

Alice’e dördüncü mektup:

“Sevgili devekuşu,

Sürekli seni düşünüyorum. Sabah soğukta yürürken seni düşünüyorum. Seni daha uzun süre düşünebilmek için bilhassa yavaş yürüyorum. Akşam, senden başka bir şey düşünebilmek için küfelik olduğum partilerde (ama içki tam tersi etki yapıyor) seni göresim geldiğinde seni düşünüyorum. Seni gördüğümde ve görmediğimde seni düşünüyorum. Seni düşünmektan başka bir şey yapabilmeyi o kadar isterdim ki! Ama beceremiyorum. Seni unutmamı sağlayacak bir şey biliyorsan bana da söyle.

Hayatımın en kötü hafta sonunu geçirdim. Şimdiye kadar kimseyi bu kadar özlememiştim. Sensiz, hayatım bir bekleme salonu. Hastanelerdeki, floresanla aydınlatılan, zemini linolyum kaplı bekleme salonlarından daha korkunç ne olabilir? Bana bunu yapmak insanlık mı? Üstelik bekleme salonunda yapayalnızım; ne bana derdimi unutturacak kanamalı ağır yaralılar, ne bir sehpanın üzerine bırakılmış oyalayıcı dergiler, ne de beni bu bekleyişin biteceği konusunda umutlandıracak, sıra numarası dağıtan makineler var... Feci karnım ağrıyor ve beni kimse tedavi etmiyor. Aşık olmak bu işte: Senden başka ilacı olmayan bir karın ağrısı.

Alice. Bu ismin hayatımda bu kadar önemli bit yeri olacağını nereden bilebilirdim? Mutsuzluktan söz edildiğini duymuştum, ama mutsuzluğun adının Alice olduğunu bilmiyordum. Alice, seni seviyorum. Birbirinden ayrılması imkansız iki sözcük. Senin adın Alice değil, ‘Alice-seni-seviyorum’.


Çok çok efkarlı sevgilin Marc.

- Aşkın Ömrü Üç Yıldır, Frederic Beigbeder

Parıltılar.


“Bu modern kitapların çoğu, bugünün parıltılı yankılarıdır, çabuk söner. Siz eski kitapları okumalısınız, klasikleri okumalısınız siz. Eski olan, iç değerini dışa verir, yaşayacak olanı gösterir.” 
– Franz Kafka.