Kış bitti. Yaz geldi demek için hala biraz daha zamana
ihtiyacımız olsa da, güneşi tekrar görmek güzel bir şeymiş. Korkunç bir kış
geçirmedik mi? Ben hiç bu kadar üşüdüğümü hatırlamıyorum, Rusya’da geçen
onlarca kışa rağmen. Daha önce de soğuktan ellerim, dudaklarım hatta yanaklarım
çatlamıştı fakat bu kış kollarımdan tutun da göbeğime kadar tüm derim dondu,
bir nevi deri değişimi yaşadım. 1 haftalık tatilim var, İzmir’e geldim. Gelir
gelmez lokma yedim. Deniz kıyısına gittim, çünkü İzmir tüm bunları yapabilmek
için var. Şimdi de dışarıdan daha serin olan evimde keyifli bir kitap yazısı
yazıyorum. Bu bitince de Kordon’a gider, Karşıyaka’ya karşı bir şeyler içerim.
Çünkü, dediğim gibi, İzmir tüm bunları yapabilmek için var.
Sel Yayıncılık geçen seneden beri takip ettiğim bir
yayınevi. İlk olarak Beat Kuşağı eserlerini yayınlamaları ile dikkatimi
çekmişlerdi, sonra fark ettim ki durmadan çalışıyor, çeşit çeşit kitaplar
basıyorlar. Şuradan sitelerine gidebilirsiniz. Aşkın Ömrü Üç Yıldır da bu
yayınevinin kitaplarından biri. Çevirisi Renan Akman tarafından yapılmış ve
açıkçası bana son derece başarılı geldi.
Gelelim yazara. Frederic Beigbeder, 1965 yılında Paris’te
doğmuş. Ünlü reklam ajanslarında metin yazarı olarak çalışmış, zaten öyle belli
ki bu dilinde, ağzı iyi laf yapan erkeklerden olduğu. Daha sonra bu
reklamcı olma hali sona ermiş ve kendini tamamen edebiyata vermiş falan filan.
Peki ya kitap? Ben kitabın bir aralar epey ünlü olduğunu
hatırlıyorum. Ama şundan emin değilim, acaba kitap mıydı ünlü olan yoksa
başlığı mı? Çünkü aşkın ömrünün gerçekten de üç yıl ile sınırlı olduğuna dair
bilimsel çalışmalar da vardı sanki. Herneyse. Kitap L’amour dure trois ans adı
ile ilk olarak 1997 yılında yayınlanmış. Sel Yayıncılık’tan çıkış tarihi ise
2011. İlk baskı Doğan Kitap’tan 2001 yılında yapılmış.
Nasıl bir kitap bu? Bence eğlenceli. Çabuk okudum,
sıkılmadım ama döner de bir daha bakar mıyım ya da birilerine önerir miyim? Sanırım
hayır. Çünkü ben bu hayatta kaybeden olmuş, bu kaybeden olma halini kendine
kimlik edinmiş, görmüş geçirmiş olmanın yattığı kadın sayısıyla orantılı
olduğuna inanan erkeklerden çok sıkıldım. Ve üzgünüm ama salak hikayeleriniz
(her ne kadar size çok cool geliyor da olsa) kimsenin umrunda değil ve evet,
hayatta kaybettiniz. Hem de baya baya çuvalladınız. Geçen gün yakın kız arkadaşlarımdan biriyle konuşurken şunu farkettik. Bizim çevremizdeki erkekler ki doğum tarihleri 1980-1989 arası değişiyor, ciddi ciddi hayatlarının bir noktasında ki genelde bu noktanın çok da geç olmamasını ümit ediyorlar, evlenmeyi, çocuk sahibi olmayı planlıyor ve belki de en önemlisi bunu gerçekten istiyorlar. Neden böyle acaba diye düşündük düşündük ve karar verdik ki, çünkü bundan bir önceki kuşak o kadar fena çuvalladı ki bu yalnız adam temalı hayatlarında, onlar gibi olmak istemiyorlar, sevdikleri kadınlarla huzurlu evlerde yaşamak istiyorlar. En azından bizim tanıdıklarımızda durum böyle. Ha tabi burada tek başına yaşayan, çocuk sahibi olmayan ve buna uzak duranlara karşı garip hisler içinde olduğum çıkarılmasın. Benim sorunum sabah akşam içen, çevresini geçtim kendisine en ufak bir faydası olmayan ve dahası, "normal" hayatlar süren insanları sıradan ve ezik görenlerle. Maalesef bu adamlar hiçbir zaman büyümüyorlar, büyümedikleri gibi sevimli birer oğlan çocuğundan çok uyuz veletlere dönüşüyorlar.
Öncelikle şunu açıkça tekrar belirtmeliyim. Benim tepkim bu kitaba
olmaktan çok bu adam tipine. Marc gibilere. Ama her şeyi açık bir şekilde
anlatabilmem için önce biraz kitaptan bahsetmem lazım sanırım. Marc, Fransız
sosyetesinin haberlerini ve hayatlarını yazan bir basın çalışanı, evli, Anne
ile. Ancak beraberliklerinin üçüncü yılının sonlarına doğru işler garipleşmeye
başlıyor, Marc gizli gizli Alice ile görüşüyor. Sonra Anne’den ayrılıyor.
Olaylar olaylar.
Anne’den boşanması Alice ile bir ömür mutlu yaşayacağını
anlamına gelmiyor. Öncelikle, Alice de evli. Vicdan azabı çekiyor yaptığı
şeyden ötürü. Diğer bir sebep ise, Marc üç yıl sonra Alice’den de sıkılmayacak
mı? Kısacası hiçbir şey kusursuz değil. Kitabın geneline, Marc’ın dibe vuruşu
hakim denebilir. Yaşadığı lüks hayattan, evli olmaktan, bekarlıktan, yalnız
kalmaktan, farklı kadınlardan ve daha bir sürü şeyden sürekli bir sıkılma halinde.
Sonunda kısmen kendi mutluluğunu buluyor gibi ama pek flu.
Kitap genel olarak böyle bir hikaye çevresinde şekilleniyor,
gelelim şimdi benim kitap hakkında ne düşündüğüme ve kitabın bana
düşündürttüklerine.
Öncelikle şunu kabul etmem lazım sanırım. Hangi kitabı
okursam okuyayım, o anki ruh halim kitaba dair fikirlerimi epey bir etkiliyor. Mesela
şu sıralar aşkın üç yıl ile sınırlı kaldığına inanmaya pek de istekli değilim. Hem
böyle olmadığını düşünüyorum hem de içten içe ya gerçekten öyleyse diyorum. Aslında
Beigbeder’in sunduğu süreç çok da mantıksız değil. Diyor ki, üç yıl içerisinde,
önce çok arzularsınız, çok heyecanlanır ve onu çok istersiniz. Sonra elde
edersiniz ve güzel vakit geçirirsiniz. Sonra sıkılmaya başlarsınız ve biter. Eğer
şanslıysanız sessiz sedasız biter, bazen de kavgalı ve gürültülü. Romanın baş
kişisi Marc’ın başına tam da bu geliyor. Ve böylesine bir şeyi
deneyimlediğinden ötürü bundan sonraki ilişkilerini de hep korkarak yaşıyor, ha
sıkıldım ha sıkılıyorum diye.
Yok, yani şimdi bir daha düşündüm de eğer o şey iç yıl
içinde bitiyorsa bence zaten aşk falan değildir. Burada aşkı yüceltip yere
göğe sığdıramadığım yok. Sadece bu kadar planlı programlı bir şey olmadığından
eminim. Evet, insanlar birbirinden sıkılır ama bence o sıkılma hali de güzel. Sıkılıyorsan
da birlikte sıkılıyorsun ve sonunda saçmalayıp gülebiliyorsan, sorun yok. Aldatma
ise işin bambaşka boyutu. Evet, o zaman ortada bir sorun var ama yıllara ne
kadar bağlanabilir ki bu? Aşk, beraber olmaktan keyif almak bana kalırsa. Bu manava
giderken de aynı, başbaşa romantik anlar geçirirken de. Ve bilmiyorum, Marc’ın
hayatı bana o kadar uzak ve boş ve saçma geldi ki, pek özdeşleştiremedim
kendimile Marc’ı sevmedim.
Kitapta en ilgimi çeken hatta tek ilgimi çeken kısım şu oldu
sanırım. Siz de bir düşünün, oldukça ilginç. Marc yakın arkadaşlarından biri
ile konuşurken ortaya şu soru çıkıyor: Hiç aşık olamamak mı daha kötü yoksa
aşık kalamamak mı? Ben üzerine epey düşündüm. İkisini kıyaslamak oldukça zor olsa
da, aşık kalamamak epey kötü bence. Çünkü bir heyecanla başlıyorsun, inanıyor
ve inandırıyorsun ama sonra geçiyor. Bir şey oluyor ve artık eskisi kadar
hoşuna gitmiyor aranızdaki şey. Bilmiyorum, bence bu durum insana kendini dahi
sorgulatabilir, benim derdim ne diye.
Her neyse. Aşk meşk. Bunlar ince işler. Üzerine düşünmeye
pek de gelmez. Düşünsek de elimize bir şey geçmez. Çok bir şey beklemeden
okursanız keyif alabilirsiniz, hatta eğlenebilirsiniz bile. Yine de ısrar
edemem, elinizde daha iyi bir şeyler varsa bence bu kitap yerine onu okuyun.