1 Nisan 2012 Pazar

Aşkın Ömrü 3 Yıldır - Frederic Beigbeder.

Kış bitti. Yaz geldi demek için hala biraz daha zamana ihtiyacımız olsa da, güneşi tekrar görmek güzel bir şeymiş. Korkunç bir kış geçirmedik mi? Ben hiç bu kadar üşüdüğümü hatırlamıyorum, Rusya’da geçen onlarca kışa rağmen. Daha önce de soğuktan ellerim, dudaklarım hatta yanaklarım çatlamıştı fakat bu kış kollarımdan tutun da göbeğime kadar tüm derim dondu, bir nevi deri değişimi yaşadım. 1 haftalık tatilim var, İzmir’e geldim. Gelir gelmez lokma yedim. Deniz kıyısına gittim, çünkü İzmir tüm bunları yapabilmek için var. Şimdi de dışarıdan daha serin olan evimde keyifli bir kitap yazısı yazıyorum. Bu bitince de Kordon’a gider, Karşıyaka’ya karşı bir şeyler içerim. Çünkü, dediğim gibi, İzmir tüm bunları yapabilmek için var.

Sel Yayıncılık geçen seneden beri takip ettiğim bir yayınevi. İlk olarak Beat Kuşağı eserlerini yayınlamaları ile dikkatimi çekmişlerdi, sonra fark ettim ki durmadan çalışıyor, çeşit çeşit kitaplar basıyorlar. Şuradan sitelerine gidebilirsiniz. Aşkın Ömrü Üç Yıldır da bu yayınevinin kitaplarından biri. Çevirisi Renan Akman tarafından yapılmış ve açıkçası bana son derece başarılı geldi.

Gelelim yazara. Frederic Beigbeder, 1965 yılında Paris’te doğmuş. Ünlü reklam ajanslarında metin yazarı olarak çalışmış, zaten öyle belli ki bu dilinde, ağzı iyi laf yapan erkeklerden olduğu. Daha sonra bu reklamcı olma hali sona ermiş ve kendini tamamen edebiyata vermiş falan filan.

Peki ya kitap? Ben kitabın bir aralar epey ünlü olduğunu hatırlıyorum. Ama şundan emin değilim, acaba kitap mıydı ünlü olan yoksa başlığı mı? Çünkü aşkın ömrünün gerçekten de üç yıl ile sınırlı olduğuna dair bilimsel çalışmalar da vardı sanki. Herneyse. Kitap L’amour dure trois ans adı ile ilk olarak 1997 yılında yayınlanmış. Sel Yayıncılık’tan çıkış tarihi ise 2011. İlk baskı Doğan Kitap’tan 2001 yılında yapılmış.

Nasıl bir kitap bu? Bence eğlenceli. Çabuk okudum, sıkılmadım ama döner de bir daha bakar mıyım ya da birilerine önerir miyim? Sanırım hayır. Çünkü ben bu hayatta kaybeden olmuş, bu kaybeden olma halini kendine kimlik edinmiş, görmüş geçirmiş olmanın yattığı kadın sayısıyla orantılı olduğuna inanan erkeklerden çok sıkıldım. Ve üzgünüm ama salak hikayeleriniz (her ne kadar size çok cool geliyor da olsa) kimsenin umrunda değil ve evet, hayatta kaybettiniz. Hem de baya baya çuvalladınız. Geçen gün yakın kız arkadaşlarımdan biriyle konuşurken şunu farkettik. Bizim çevremizdeki erkekler ki doğum tarihleri 1980-1989 arası değişiyor, ciddi ciddi hayatlarının bir noktasında ki genelde bu noktanın çok da geç olmamasını ümit ediyorlar, evlenmeyi, çocuk sahibi olmayı planlıyor ve belki de en önemlisi bunu gerçekten istiyorlar. Neden böyle acaba diye düşündük düşündük ve karar verdik ki, çünkü bundan bir önceki kuşak o kadar fena çuvalladı ki bu yalnız adam temalı hayatlarında, onlar gibi olmak istemiyorlar, sevdikleri kadınlarla huzurlu evlerde yaşamak istiyorlar. En azından bizim tanıdıklarımızda durum böyle. Ha tabi burada tek başına yaşayan, çocuk sahibi olmayan ve buna uzak duranlara karşı garip hisler içinde olduğum çıkarılmasın. Benim sorunum sabah akşam içen, çevresini geçtim kendisine en ufak bir faydası olmayan ve dahası, "normal" hayatlar süren insanları sıradan ve ezik görenlerle. Maalesef bu adamlar hiçbir zaman büyümüyorlar, büyümedikleri gibi sevimli birer oğlan çocuğundan çok uyuz veletlere dönüşüyorlar.

Öncelikle şunu açıkça tekrar belirtmeliyim. Benim tepkim bu kitaba olmaktan çok bu adam tipine. Marc gibilere. Ama her şeyi açık bir şekilde anlatabilmem için önce biraz kitaptan bahsetmem lazım sanırım. Marc, Fransız sosyetesinin haberlerini ve hayatlarını yazan bir basın çalışanı, evli, Anne ile. Ancak beraberliklerinin üçüncü yılının sonlarına doğru işler garipleşmeye başlıyor, Marc gizli gizli Alice ile görüşüyor. Sonra Anne’den ayrılıyor. Olaylar olaylar.

Anne’den boşanması Alice ile bir ömür mutlu yaşayacağını anlamına gelmiyor. Öncelikle, Alice de evli. Vicdan azabı çekiyor yaptığı şeyden ötürü. Diğer bir sebep ise, Marc üç yıl sonra Alice’den de sıkılmayacak mı? Kısacası hiçbir şey kusursuz değil. Kitabın geneline, Marc’ın dibe vuruşu hakim denebilir. Yaşadığı lüks hayattan, evli olmaktan, bekarlıktan, yalnız kalmaktan, farklı kadınlardan ve daha bir sürü şeyden sürekli bir sıkılma halinde. Sonunda kısmen kendi mutluluğunu buluyor gibi ama pek flu.

Kitap genel olarak böyle bir hikaye çevresinde şekilleniyor, gelelim şimdi benim kitap hakkında ne düşündüğüme ve kitabın bana düşündürttüklerine.

Öncelikle şunu kabul etmem lazım sanırım. Hangi kitabı okursam okuyayım, o anki ruh halim kitaba dair fikirlerimi epey bir etkiliyor. Mesela şu sıralar aşkın üç yıl ile sınırlı kaldığına inanmaya pek de istekli değilim. Hem böyle olmadığını düşünüyorum hem de içten içe ya gerçekten öyleyse diyorum. Aslında Beigbeder’in sunduğu süreç çok da mantıksız değil. Diyor ki, üç yıl içerisinde, önce çok arzularsınız, çok heyecanlanır ve onu çok istersiniz. Sonra elde edersiniz ve güzel vakit geçirirsiniz. Sonra sıkılmaya başlarsınız ve biter. Eğer şanslıysanız sessiz sedasız biter, bazen de kavgalı ve gürültülü. Romanın baş kişisi Marc’ın başına tam da bu geliyor. Ve böylesine bir şeyi deneyimlediğinden ötürü bundan sonraki ilişkilerini de hep korkarak yaşıyor, ha sıkıldım ha sıkılıyorum diye.

Yok, yani şimdi bir daha düşündüm de eğer o şey iç yıl içinde bitiyorsa bence zaten aşk falan değildir. Burada aşkı yüceltip yere göğe sığdıramadığım yok. Sadece bu kadar planlı programlı bir şey olmadığından eminim. Evet, insanlar birbirinden sıkılır ama bence o sıkılma hali de güzel. Sıkılıyorsan da birlikte sıkılıyorsun ve sonunda saçmalayıp gülebiliyorsan, sorun yok. Aldatma ise işin bambaşka boyutu. Evet, o zaman ortada bir sorun var ama yıllara ne kadar bağlanabilir ki bu? Aşk, beraber olmaktan keyif almak bana kalırsa. Bu manava giderken de aynı, başbaşa romantik anlar geçirirken de. Ve bilmiyorum, Marc’ın hayatı bana o kadar uzak ve boş ve saçma geldi ki, pek özdeşleştiremedim kendimile Marc’ı sevmedim.

Kitapta en ilgimi çeken hatta tek ilgimi çeken kısım şu oldu sanırım. Siz de bir düşünün, oldukça ilginç. Marc yakın arkadaşlarından biri ile konuşurken ortaya şu soru çıkıyor: Hiç aşık olamamak mı daha kötü yoksa aşık kalamamak mı? Ben üzerine epey düşündüm. İkisini kıyaslamak oldukça zor olsa da, aşık kalamamak epey kötü bence. Çünkü bir heyecanla başlıyorsun, inanıyor ve inandırıyorsun ama sonra geçiyor. Bir şey oluyor ve artık eskisi kadar hoşuna gitmiyor aranızdaki şey. Bilmiyorum, bence bu durum insana kendini dahi sorgulatabilir, benim derdim ne diye.

Her neyse. Aşk meşk. Bunlar ince işler. Üzerine düşünmeye pek de gelmez. Düşünsek de elimize bir şey geçmez. Çok bir şey beklemeden okursanız keyif alabilirsiniz, hatta eğlenebilirsiniz bile. Yine de ısrar edemem, elinizde daha iyi bir şeyler varsa bence bu kitap yerine onu okuyun.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder