16 Kasım 2011 Çarşamba

Bazen şansınız döner.


Kitap Fuarı'na gidiyorum.
Cuma.
Hem de çok sevdiğim bir arkadaşımla.
Çok sevdiğim biriyle.
Sevgilimle.
Ne güzel!

13 Kasım 2011 Pazar

Kalem, defter ve yazmak.


Kendimi bildim bileli kalemle defterle bir işim her zaman için olmuştur. Bir kere ben kırtasiye malzemelerine, yeri geldiğinde annemi delirtecek kadar çok sevmişimdir. Almasam da gidip bakarım. Bakmasam da hep aklımdadır.

Ben okula başlamadan okuma yazmayı öğrenen çocuklardan olmadım. Çünkü annemlere, eğer erken öğrenirse sonra birinci sınıfta canı sıkılır demişlerdi. Onların en büyük korkusu da benim okulda canımın sıkılması olduğu için hiç okuma öğretme çabasına girmediler. Çok net hatırlıyorum, uzun süre boyunca annemin üniversite defterlerinde, annemin yazdıklarının üzerinden kendi kalemlerime geçmiştim, anaokuluna bile başlamadan önce. Sonra birinci sınıfa başladım, bir ay sonra da okumayı öğrendim. Sınıf öğretmenimiz, defterime kocamn bir elma çizip altına da “Çalışan kazanır, elması kızarır” yazmıştı.

Yazmayı da en az okumak kadar çok sevdim. Ancak son zamanlar işler biraz çığrından çıktı.

Dediğim gibi, yazmak her zaman vardı benim için. Bu yazma eylemine “edebi/sanatsal yazma” hariç her tür dahil. Haha! Flört benzeri yazma da dahil değil elbette. Çok ayıp! Mesela derslere hep yazarak çalıştım. Hep listeler yaptım. Alılveriş listeleri, okunacak kitaplar listeleri, gidilecek şehirler/ülkeler listeleri, yapılacak işler listeleri...

Bugünlerde bu yazma işi biraz fazla olmaya başladı. Sanki artık yazmadan, bir şeyleri kağıt üstünde planlamadan cümle kuramaz oldum. Mesela mailler. Hele bir de mailler uzun, eğlenceli ve bir şeyler üzerinde konuşulan mailler ise önce beyin fırtınamın ürünlerini sayfalarca kağıda döküyorum, sonra maili yazıyorum. Blog yazıları en başından beri böyleydi. Ama daha da detaylı olmaya başladılar.

Mesela geçenlerde, o sevdiğim adamla, herkesin yaptığı gibi ev hayalleri kurarken, ona pencere içine konulan şiltelerden bahsetmeye çalıştım. Bakın yine tam anlatamıyorum. Hani pencereler kocaman olur ve içeriden, pencerenin oyuğuna bazen koltuğumsu bir şey bazen de şilte konur. İşte bunu anlatamadım, o da her erkek gibi pek anlamadı. Çizerek anlatmaktan başka çarem kalmadı. Neden hep kağıt kalem var ki benim hayatımda?

Sizde de böyle mi? Hep elinizin altında boş kağıtlar ve bir adet kalem mi bulunsun istiyorsunuz?

Bizim sorunumuz ne?

Yine yalancıyım.

Aysel, yine yalancıyım. Yine yalan söyledim. Benim yeniden şahlanmış inancım o gün, o kadının karşısında yıkılmadı, hayır. Ondan bize ne? O gelip geçici bir süs. Bir aracı. Bizse burdayız. Varız. Yaşıyoruz ve hep birarada yaşamayı sürdürmek zorundayız. Sen de, biliyorum, sevgiyi tam zamanında istersin. Ne daha erken, ne daha geç. Sen benden daha hepçi ya da hiççisin. Ya da öyleydin. Nasıl oluyor da bunca sevgisizlik, güvensizlik, bunca hıyarlık ve en iyisinden çocuksu enayilikler ortasında hiçte değilsin? Sorarım elbet. Çünkü benden iyi bilirsin ki, “hep” diye bir şey zaten yok. O zaman nasıl oluyor da “hep”in peşindesin... Sürekli olarak o bütün sevginin, o bütün insanın peşindesin ha? Beni inançsızlığımdan kuşkuya düşüren sensin. Kendi kendime yalanlar söylemek zorunda bırakan, yeniden inançlara sıvanmak zorunda bırakan sensin. Senden kurtulmak tümüyle her şeyden kurtulmak olurdu. O mektupta ne dediğimi çok iyi biliyorum: “Kop artık yakamdan!” Sanki o yakaya ikide bir yapışıp, “Aysel imdaat!..” diye bağıran ben değilim. Boğulurken boynuna sarılıp, seni de karanlık sulara çeken sanki ben değilim! Beni sevme! Göz ucuyla, için titreyerek bakıp durma bana! “Yakamdan kop!” Sana olan sevgim de, katır gibi ayaklarının üstünde dikilip duruşuna duyduğum hayranlık da bana yük. Sırtıma koca bir yük sevgin.

- Adalet Ağaoğlu, Bir Düğün Gecesi.

12 Kasım 2011 Cumartesi

19. Mini anket sonuçlandı!


Herkese merhaba!

En en önce, çok teşekkürler, çünkü birlikte, bu blogun sınırları dahilinde bir rekora imza attık. Tam tamına 86 kişi katıldı ankete ve ben mutluluktan ağzımı toplayamadım!

Şimdi soruyu hatırlayalım bi.

“En sevdiğim yazar” diyebileceğiniz biri var mı?

Ankete toplamda 86 kişi katılmış.
59 kişi var,
27 kişi de yok demiş.

Açıkçası ben “var” cevabının çok çok daha fazla çıkmasını beklerdim. Daha doğrusu 27 “hayır” cevabı beklediğim sayının çok üstündeydi.

Bana en çok sorulan sorulardan biri, tahmin edebileceğiniz üzere, şu: “En sevdiğin yazar kim?” Ve ben her seferinden nedense utana sıkıla “Yok” cevabını veriyorum.

Okumak benim için hep bir arayış aslında. Ne de felsefik bir cümle oldu. Ama gerçekten öyle. Varılacak tek bir nokta yok. Aslında evet, en sevdiğim yazar diyebileceğim birini arıyorum, ancak bu bir takıntı halinde değil ya da her kitap sonunda “Bu da değilmiş” diye bir kenara atmıyorum kitabı ve yazarı. Benim en sevdiğim yazar diyebileceğim biri yok. Hiç de olmadı. Çok sevdiklerim oldu. Ancak şundan da bahsetmekte fayda var. Benim hiçbir zaman tek bir yakın arkadaşım da olmadı. Yakınlarım, çok sevdiklerim oldu. Bence bu biraz okuma alışkalıklarımı da etkiliyor. İlişkiler konusuna gelince, bir arayıştan burada da söz edebiliriz. Yorucu mu, evet. Şimdilik aradığımı bulduğuma inanıyorum, laf aramızda (: Aman yine konu çok dağıldı. Ne diyordum. Evet işte en sevdiğim yazar yok. Ama sanki bu durum benim beğenimi daha bol kepçe dağıtmama sebep oluyor okumalarımda. Sınırlandıran bir şey yok. Şimdi bu yazarı seversem, en sevdiğim yazar ne der, üzülür durumu yok. Sadakat olmayınca, aldatmak da bir sorun olmaktan çıkıyor yani.

En sevilen yazar nedir? “O” yazarları neden diğerlerinden hep biraz daha fazla severiz? Belli başlı birkaç sebep var bana kalırsa. Öncelikle her şey ideolojik olabilir. Hayata bakışınız, siyasi süzgeçten geçirildiğinde çok benzer şeyler ortaya çıkarıyordur. Sizin tanımladığınız bir şekilde bir “davanız” vardır ve sizin içinizden, dava yolunda bu yazar ile omuz omuza durmak gelir. Son derece de kabul edilebilir bir sebeptir, o kişiyi en sevdiğiniz yazar olarak adlandırabilmek için. Sonra şöyle de diyebilirisiniz, bu kadın/adam benim en sevdiğim yazar çünkü sanki beynimin içinde hep söylemek isteyip de izah edemediklerimi o oturmuş bir de kağıda döküyor. Burada da yaşanmışlıklarınızın ve hayatlarınızın benzerliği sizi o yazara çeker. Çünkü bizler insanız ve benzerlerimizi tutarız. Ya da estetik açıdan bayılırsınız birinin yazdıklarına. Nasıl da güzel bulmuş yakıştırmış kelimeleri, cümleleri dersiniz. Okumaya doyamazsınız. Ya da bir kitap okursunuz ve hayatınız değişir. O kitabın yazarı da artık hayatanızın bir parçasıdır.

Ben sevdiğim yazarları neden seviyorum? Ben sanırım bir detay bağımlısıyım. Detayları bulup çıkaranları, benim dikkat edip de gördüklerimi görenleri memleketlim gibi seviyorum. Sadece bakmayanları, bakıp da görenler benim yazarlarım. Güzel kelimeler, bilinmeyen kelimeler seçenler onlar. Kelime oyunları yapanlar, beni şaşırtanlar. Son sayfayı çevirmemle, bitmeyenler, yarına kalanlar.

Bir arkadaşım var. Okumayı sever. En sevdiği yazar da Proust. Bir kitabının birazını okumuş. Geri kalanları okumuyor. Bitmesinden korkuyor. Proust'un yazmış olduğu okuyacak hiçbir şeyinin kalmadığı günün gelmesinden korkuyor.

Peki en sevdiği yazara sahip olduktan sonra ne yapar insan? Eserler tekrar tekrar okundu, arkadaş ortamlarında ondan alıntı yapıldı, Google'da hayatı aratıldı, özel hayatı didik didik edildi (mümkün olduğu kadar)... Ee sonra? Hele bir de artık yaşamıyorsa bu yazar, biraz acıklı değil mi? Artık heyecanla çıkaracağı yeni kitabı beklemek yok. Yaşıyorsa da fena bir durum aslında. Ya o en son çıkardığı kitabıyla, o güne kadar yazar üzerine kurduğunuz her şeyi yerle bir ederse? Twitter'dan bir tanıdık (Engin Selam!), ankette şıklara "Vardı"yı da eklemeliydin dedi. Kesinlikle haklı. Düş kırıklığına uğramak kötü. En sevdiğiniz yazarın aslında en sevdiğiniz olmadığını öğrenmek de kötü.

Benim diyeceklerim bu kadar galiba.

Böylelikle bir anketin daha sonuna geldik. Aklınızda anket sorusu varsa, okuyankedi@yahoo.com adresine mail atabilirsiniz. Seve seve sizin sorunuzu koyabilirim.

Katılan herkese teşekkürler, bir sonraki ankette görüşmek üzere!

(:

Tanrı'dan kopan yaşam özü.


Helen beni sonuna kadar sabırla dinledi. O zaman bir şeyler söyleyecek sandım ama, hiçbir şey demedi. Ben sabırsızlıkla:

“E... Bayan Reed taş yürekli, kötü yürekli bir kadın sayılmaz mı?” diye sordum.

“Sana kötü davranmışsa kuşkusuz senin kişiliğini sevmediği içindir. Nasıl ki Miss Scatcherd de benim kişiliğimi hiç beğenmiyor. Ama, sen de onun sana her dediğini, her yaptığını, nasıl ince ince anımsıyorsun ya! Onun haksızlıkları, senin duygularının üzerinde ne derin izler bırakmış! Oysa ben duygularımın üzerinde böyle bir iz taşımıyorum. Yengenin kötülüğünü, bunun sende uyandırdığı ateşli öfkeyi unutabilsen daha mutlu olmaz mısın? Bence yaşam çok kısa. Günlerimizi kin gütmekle, bize yapılan kötülüklerin çetelesini tutmakla geçirirsek çok yazık! Bu dünyada hepimizin, her birimizin bir sürü kusuru olduğu su götürmez. Ama, bir gün gelecek, inşallah yakında bir gün, bu kusurları ölümlü bedenlerimizde bırakıp sıyırılacağız. Bu et yüküyle birlikte bütün günahlarımız, bayağılıklarımız üzerimizden düşecek. Geriye ruhun kıvılcımı kalacak yalnız... Elle tutulmayan yaşam özü; Tanrı'dan koptuğu zamanki kadar saf, gene geldiği yere dönecek. Belki de insandan daha yüksek bir varlığa ruh verecek bu kez. Belki basamak basamak yücelecek, bir zamanlar soluk insan ruhunu oluşturan bu öz, sonunda, melaikelerin parıl parıl ruhları olarak yükselecek. Bunun tersi olması, yani Tanrı'dan kopan yaşam özünün insan ruhundan canavar ruhuna inerek soysuzlaşması olamaz, değil mi? Yok, yok, inanmam ben buna. Benim bambaşka bir inancım var. Kimse öğretmedi bu inancı bana, ben de kimseciklere söylemem; ama dört elle sarılırım ona... Onda huzur bulurum, çünkü her şeye umut kaynağıdır bu inanç. Ölümü bir boşluk, bir korku kaynağı olmakan çıkarır, bir huzur kaynağı, yüce bir yuva yapıp çıkar. Hem sonra bu inanç sayesinde ben suçlu ile işlediği suçu öyle güzel ayırt edebilirim ki! İşlenen suçtan nefret bile etsem suçluyu yürekten bağışlayabilirim. Bu inanç sayesinde öç alma isteği duyup da tedirgin olmam. Kötülük bulmak pek o kadar ağrıma gitmez, haksızlığa uğramak beni içimden yıkmaz. Ben hep gözlerimi bu ömrün sonuna dikmiş olarak huzur içinde yaşarım.”

- Charlotte Brontë, Jane Eyre.

Pof.


Bazen olmayınca olmuyor. Saatler, günler birbirini tutmuyor.

Kısacası.

Kitap fuarına gidemiyorum.

Şimdi izninizle gidip kafamı duvarlara vurucam.

*buraya ağlama sesleri eklenecek, bol burun çekmeli*

10 Kasım 2011 Perşembe

Kadınlar ve Erkekler.


"Erkekler davrandıkları gibi kadınlarsa göründükleri gibidirler. Erkekler kadınları seyrederler. Kadınlarsa seyredilişlerini seyrederler. Bu durum, yalnız erkeklerle kadınlar arasındaki ilişkileri değil, kadınların kendileriyle ilişkilerini de belirler. Kadının içindeki gözlemci erkek, gözlenense kadındır. Böylece kadın kendisini bir nesneye - özellikle görsel bir nesneye - seyirlik bir şeye dönüştürmüş olur."

John Berger, Görme Biçimleri.

Biraz daha Frankenstein.


Geçen haftalarda Frankenstein üzerine bir şeyler yazmıştım ama pek de içime sinmemişti. Sanki bir şeyler eksik kalmış gibiydi. Bunun üzerine elime Roman Kahramanları adlı üç aylık edebiyat dergisinin Nisan/Haziran 2011 sayısı geçince pek sevindim. Bu sayıda Yankı Enki, Yeliz Kızılarslan, Yıldız Aybars eser üzerine yazıları yer alıyor. Okuması da pek keyifliydi. Keşke daha önce dikkat etseymişim. Okumuşum ve unutmuşum.

Şimdi Frankenstein ile ilgili eksik kaldığına inandığım detayların üstünden geçmek istiyorum, Enki, Kızılarslan ve Aybars'ın yardımıyla elbette.

* Mary Shelley'nin en bilinen romanı Frankenstein olsa da, Lodore, Falkner, Perkin Warbeck ve dünyanın yok oluşunun konu edildiği The Last Man de vardır ama pek bilinmezler. Okurla nedense hep Frankenstein ile yetinmek isterler.

* Frankenstein ilk bilimkurgu roman örneğidir. Diğer bir deyişle, Enki'nin deyimiyle Bilimkurgu edebiyatı Frankenstein ile başlar. Bir ilk olması kulağa çok iddialı gelmiyor mu? Fakat sadece bir bilim kurgu değil aynı zamanda gotik roman sınıfına da girer.

* Birazcık da gotik ve bilimkurgu arasındaki farktan bahsedelim. En basit ve temel ayrım, bilimkurgunun temelinde merak, gotiğin temelinde ise korkunun yatıyor olmasıdır. Ortak noktaları ise ölüm ve ölümsüzlüğe takılı kalmış olmaları. Daha detaylı bir şekilde anlamak isterseniz, Enki'nin yazdığına bir göz atmanızı öneririm.

* Gotik roman demişken, ben de bu yazı sonrasında öğrendim ki, Jane Austen'ın en az bilinen romanı 1818 yılında basılmış Northanger Manastırı adlı gotik bir parodiymiş.

* Frankenstein'ın sıkıcı geçen bir yaz günü arkadaşlar ile otururken ortaya çıktığını daha doğrusu Shelley'nin bu arkadaş ortamında beliren en korkunç öyküyü yazma fikri aklında yattığı uykusunda gördüğü bir rüyadan esinelenerek yazdığından bahsetmiştim. Bu arkadaş grubunda Lord Byron da vardır, Shelley'in yakın dostlarından biridir. Hata Shelley'nin üvey kız kardeşinin Lord Byron'dan olan fakat daha sonra ölen bir çocuğu bile vardır.

* Frankenstein, Hollywood'un da yardımıyla çoğu insan tarafından yaratığın/canavarın ismi olarak bilinmekte ancak elbette öyle değil. Frankenstein daha doğrusu Doktor Frankenstein ki kendisi azılı bir pozitivisttir aynı zamanda, canavarın yaratıcısıdır. Shelley'nin romanına Frankenstein adını vermesi oldukça manidar. Yaratıcı ve yaratılanın, yaratıcı ve canavarın birbirine karışması... Canavar kim bu durumda?

* Enki'nin özellikle üzerinde durduğu noktalardan biri Shelley'nin böylesine bir romanı sadece 18 yaşındayken kaleme almasıdır. Bence de inanılmaz! Kesinlikle.

* Shelley'nin hayatına geri dönecek olursak, hayatı boyunca yaşam-ölüm ikiliği onu çok yormuş, zorlamış. Doğa ya da diğer bir deyişle kadere (Tanrı'ya) söz geçirememiş olmak büyük olasılıkla kafasını en çok kurcalayan şeylerden biri olmuş. Shelley'nin hikayesi aslında gerçekten çok acıklı ve her şey annesini daha bebekken kaybetmesi ile başlıyor. Daha sonra ilk üç çocuğunu çeşitli sebeplerle kaybetmesi izliyor bunu. İntiharlar da eksik olmuyor yaşamından. Çok sevdiği kız kardeşi intihar ediyor. Eşi şair Shelley'nin ilk eşi de kendi canına kıyıyor. Ölüm, bu kadın yazarın ne hayatından ne de aklından eksik olmamış görüldüğü üzere.

* Kızılarslan ise Shelley'in çocukluğundan beri annesinin ölümü sebebiyle duyduğu vicdan azabını hafifletmek için Frankenstein'ı yazdığından bahseder ve ekler “... kaybın hüzün diyarından edebiyatın dönüştürücü alanına geçirir.”

* Freud ve Lacan'ın fikirleri ve kuramları üzerinden giderek Kızılarslan bir de şunun altını çizer, kız çocukları Oedipal süreçte annesi ile özdeşim kurmak zorundadır. Bildiğimiz gibi Shelley'nin annesi o büyürken hiç yanında olamamıştır. Bu da elbette sorunlu bir duruma meyleder ve anne Mary'nin zihninde canavar ile özdeşleşir. Buna dair izlere Frankenstein boyunca sıklıkla rastlanır. Hatta Shelley'nin annesi Mary Wollstonecraft'ın Feminist İnsan Hakları Bildirgesi ile bağ kurduğu düşünülüyor yazdıkları üzerinden, kurguladığı karakterler üzerinden. Ben okurken hiç böyle düşünmemiştim. Şimdi bunu öğrendikten sonra bir kez daha okumak eminim çok farklı olacaktır.

* Aybars'ın dedikleri ise farklı olanın çirkin olması, çirkin olanın da öteki olması üzerinde yoğunlaşıyor. Bir de elbette aartık klasikleşmiş bir soru olan, canavarın gerçekte kim olduğuyla.


Sizce de çok ilginç değil mi?

Duyuru duyuru!


Artık yeni bir yerde daha yazıyor olacağım.

okuyankediolmak.blogspot.com ve okuyankedi.tumblr.com

Neden bir yer daha?

Çünkü.

Çünkü ben bazen aklıma geldiği herhangi bir şeyi yazmak istiyorum. Tabi ki de kitap yazıları yazmaktan çok keyif alıyorum ama insan bazen sadece o gün arkadaşının kalbini nasıl da kırdığından ya da sevgilisinin ona aldığı şekerlemelerden bahsetmek istiyor.

İnsan işte, hep istiyor.

Bunu halihazırda var olan ve pek sevimli takipçilerden oluşan blogumda yapabilirdim fakat öyle olsun istemedim. Sonuçta burayı başlatırken aklımdaki şey, sadece kitaplar üzerine konuşulabilecek bir alan yaratmaktı. Evet buraya yazabilirdim ve siz de oflamadan puflamadan okurdunuz ama yine de öyle olsun istemedim. Sonuçta benim hayatıma uzaktan yakından ilgi duymayan, sadece kitaplar hakkında bir şeyler okumak isteyenler mutlaka vardır. Onlara ayıp olur gibi geldi.

Kısacası, artık yeni yerlerimde de yazıyor olacağım. Sık sık. Gelip okursanız ne de güzel olur.

2 tane de duyurum var gitmeden hemen.

Birincisi, Dinleyen Kedi ve İzleyen Kedi'ye ne oldu diye sorularla dolu mailler alıyorum. Haklısınız. Okuyan Kedi'yi bile daha yeni düzenleyebildim. Sıra onlarda. Zaten mucizevi şekilde çok fazla film izliyor, yeni insanlar/gruplar dinliyorum.

İkincisi, eski mail adresime kavuştum, yeniden. Herhangi bir şeyle ilgili okuyankedi@yahoo.com ya da okuyankedi@ymail.com adreslerine mail atabilirsiniz. Mail okumayı da hele sizden gelenleri çok seviyorum.

Bu kadar.

9 Kasım 2011 Çarşamba

Sıradaki yazar.


Adalet Ağaoğlu.

Kötülük Üzerine Bir Deneme - Terry Eagleton.


“Şeytanın trajedisi, hiçliğin yazarı ve boşluğun mimarı olmasıdır.” - Sebastian Barry.


Edebiyat Kuramı'na ilgisi olan herkesin en az bir kere adını duyacağı kimselerden biri Terry Eagleton. Ondan kaçış yok gibi. İyi ki de yok gibi. Ben bu İrlanda kökenli İngiliz Edebiyat eleştirmeni ile Edebiyat Eleştirisi Üzerine ve Edebiyat Kuramı adlı kitapları sayesinde tanışmıştım. Bu kitapları da kesinlikle öneririm. Kötülük Üzerine Bir Deneme ise, kesinlikle çok yoğun ve okuyucuyu çok şey öğrenmeye, sorgulamaya ve düşünmeye iten bir çalışma.

Terry Eagleton, 1943 yılında Salford'da doğmuş. Pek iyi üniversitelerde edebiyat profesörlüğü yapmış. Ben onu bir de New Left Review'da yazdıklarından tanıyorum. Kötülük Üzerine Bir Deneme ise On Evil adıyla 2010 yılında çıkmış. Oldukça yeni bir kitap. Benim elimdeki ise (elbette) İletişim Yayınları'ndan çıkmış, Şenol Bezci tarafından tercüme edilmiş, Edebiyat Eleştirisi serisine ait bir kitap. Bu seriye daha sonra başlı başına bir yazıda değinmeyi planlıyorum. Bana kalırsa mükemmele yakın bir tercüme.

Ve başlıyorum.

Kötülük nedir?
Her kötü davranış benzer derecelerde kötülüğü mü içinde barındırır? Kötü ne zaman yeteri kadar kötüdür?
Kötülük nedir?

Kitabın bir nevi çıkış noktası 15 yıl önce İngiltere'de iki “çocuk” tarafından bir bebeğin işkence edilerek öldürülmesi denebilir. Olay çok sorunlu. Neden çok sorunlu. Neden bu kadar rahatsız edici?
1. öldürülen bir bebek
2. öldürenler çocuk
3. öldürme yöntemi içerisinde işkenceyi barındırıyor

Ne yapmaya çalışıyoruz mesela bu olayı ilk duyduğumuzda, ya da içerisinde kötülük barındıran herhangi bir olayı duyduğumuzda? “Neden” sorusunu soruyoruz. Hemen mantık çerçevesine yerleştirip olayı aklamak için olmasa da bir sebep arıyoruz. Peki kötülük mantıkla açıklanabilir mi? Kötülük anlaşılabilir mi?

Eagleton'ın kitap boyunca, bana kalırsa bastıra bastıra söylediği bir şey var, “Kötülük anlaşılmazdır, sadece kendisi için bir eylemdir. Ve bir eylem anlamdan ne kadar uzaksa, o kadar kötüdür.” Fakat ardından da ekliyor. "Kötülük gündelik toplumsal şartların ötesine geçse de tamamen esrarengiz bir olgu değildir."

Kötülük, suç kavramlarını açıklama konusunda iki ayrı kamp/görüş vardır diyebiliriz. Birincisi, insanların eylemlerinin açıklanabileceğini savununlar. Böylelikle insanların kötü olamayacaklarına inanırlar. İkinci grup ise kötü insanların varlığına dayandırır görüşlerini ve bu noktadan sonra da detaylar üzerinde daha fazla vakit harcanmaz çünkü bu insanların içlerinde kötülük olduğu konusunda hemfikir olunduktan sonra söylenebilecek çok da fazla şey kalmaz.

Kitap boyunca, Eagleton'ın kafasını kurcaladığı gibi benim de kafamı şu kurcaladı epeyce, insanlar içinde bulundukları toplumsal, kültürel vb. koşullardan tamamen ayrı bir şekilde mi değerlendirilirler kötülüklerine bakılırken? Bana kalırsa hayır. Çevreden etkilenir insan. Ama bu etkilenmenin yüzdesini artırdıkça da insanlara zombi muamelesi yapıyor gibi olmuyor muyuz? Kant gibi insan kendisinden sorumludur demekten o kadar uzaklaşıyoruz ki her şey ütopik bir hal almaya başlıyor. Ama işte Eagleton'ın da dediği gibi, insan olmanın getirdiği bazı farklılıklar var. Sosyal etkilerden uzak kalamayız. Bir yığın sosyal beceri edinmeden işkence edemez, katliam yapamayız diyor ve ekliyor, “Yalnızlığımız bile bir kömür kovasının ya da Golden Gate Köprüsü'nün yalnızlığı gibi değildir.” Ve şu da ilginç, insanlar belirli ölçüde bir özerklik elde edebilir toplumdan, diğer insanlardan ve bunun geneli olan içinde bulundukları çevreden. Ancak kötü, kötü burada kötü olan manasında, tam bir bağımsızlık ister. Hiçbir şeyle bağı kalmasın, kaybedebileceği hiçbir şey kalmasın böylelikle.

Günah kavramı da oldukça ilginç bana kalırsa. Hristiyan teolojisine sıklıkla referans veriyor Eagleton. Ancak dili ve anlatımı son derece açık, yorucu ya da sıkıcı değil. Şu soruyu temelde ele alıyor günah kavramını incelerken, “Günah insana karşı mı yoksa Tanrı'ya karşı mı işlenen bir suçtur?” Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda? Ben açıkçası günah kavramını Tanrı'dan bağımsız ele almayı tercih ederdim. Böylelikle günahın özüne inilebilir. Ama günahın kaynağı ne derseniz, işte işler orada biraz karışmaya başlıyor.

Bahsetmek istediğim diğer bir nokta ise ölüm ve kötülük arasındaki bağ. Eagleton şöyle söylüyor, “Neticede kötülük ölümle ilgilidir- ama kötü kişinin öldürdüğü kadar kötülük yapan kişinin ölümüyle de.” Bunu anlamak biraz zaman alıyor ama önemli bana kalırsa. Eagleton'a göre ölüm, vücudu anlamsız bir madde parçasına indirgeyen bir olay. Böylelikle maddesellik ve anlam ayrışmış oluyor. Bu noktada maddeselliği vücut, anlamı da ruh olarak düşünebiliriz bence. Ve dahası, kötülük beden ve ruhun arasındaki bir çatışmaysa, ölüm de maddesellik ve anlam arasındaki ayrışma. Böyle bakınca, her ne kadar birazcık karmaşık da olsa, ölüm ve kötülük birbirlerine son derece benzemiyorlar mı?

Bir de kötülüğü insanlığın değişmez özü olarak görme sorunu var. Hobbes da bunu söylüyor, Bernstein da. Eğer buna inanırsak, insan insanın kurdudur dersek, o zaman kötülüğe karşı yapacak hiçbir şey olmadığını da kabul etmiş mi oluyoruz acaba? Biraz fazla dogmatik bir düşünce mi yoksa bu? Adalet sağlama isteğimiz buradan geliyor bana kalırsa. Ne kadar başarılı olabiliyoruz? Adalet sağlıyoruz da sorunun köküne inebiliyor muyuz? İnmek mümkün mü? Asıl korkunç olan, Zizek'in de belirttiği gibi, kötünün bizi hep geri dönmekle tehdit ediyor olması mıdır? Hannah Arendt'in Banality of Evil (Kötülüğün Sıradanlığı) kitabından bir şeyler okumak hoşuma gitti. Daha önce de çok ilgimi çekmişti Arendt ve şundan bahseder, 2. Dünya Savaşı sırasında ölüm kamplarında ki zaten kötülük üzerine kaleme alınmış çalışmaların hemen hemen hepsi Nazilerden bahseder. Ne diyordum. Arendt tüm bu soykırım esnasında Nazi subaylarının ve diğer tüm görevlerinin görevlerini ki bu görev insan öldürmek oluyor, nasıl da içselleştirebildikleri üzerine ve kötülüğün artık ne denli sıradan bir şey haline geldiğine dikkat çeker. Arendt'in özellikle üzerinde durduğu ise Adolf Hitler'in yardımcısı, en suçlulardan biri olan Adolf Eichmann ve bu adamın gerçeklikten kopukluğudur. Ve Arendt'e göre bu adamın bu denli “suçlu” olmasının en büyük sebebi salt düşüncesizliktir, yani aslında kötülüğü kendi doğrusu olarak seçen karakterlerden biri değil. Sorun, kendisine verilen emirleri sorgulamadan kötülüğü bu denli sorunsuz bir şekilde içselleştirmesi ve normalleştirmesi.

Bana göre kötülük ne? Ben sanırım Kant'ın yaptığı kadar ahlaka bağlayamayacağım bu durumu. Kant, insanların en aşalığı bile ahlak kurallarının yetkesinin farkındadır der. Bence kötülük ahlaksızlıktan çok daha fazlası. Kötülük, kişinin içinde tamamen farklı duyguları ve sezileri harekete gerçiren bir şey. Diğer duygu ve hareketlerle karşılaştıracak olursak, mesela sevgi, sevgi tek başına gelmez. Beraberinde kendisine benzer “iyi” duyguları da beraberinde getirir. Fakat kötülüğün kendisi tek başına o kadar güçlüdür ki. Zaten büyük olasılıkla gücünü tek başınalığından alır. Bu nedenle kötülük bir göz dönmesi hali. Bundan zevk alma ve gitgide hep daha fazla kötülük isteme durumu. Bir tür sanrı. Kötü olanın içinden çıkamadığı, çıkma gibi bir fikrinin olmadığı.

Az önce de bahsettiğim gibi, kötülük üzerine yapılan akademik/yarı akademik çalışmalarda Yahudi soykırımından bahsetmemek olmaz. Peki nedir Yahudi soykırımını bu denli farklı kılan? Mao ve Stalin de insanları öldürdüler. Eagleton'a göre fark, Mao ve Stalin'in bu katliamları belli bir amaç doğrultusunda yapmış olmalarıydı. Fakat kitlesel sebepsiz kötülük örneği azdır. Yahudi soykırımı ise mükemmel bir organizasyon üzerine kurulu fakat genelinde anlamdan/amaçtan yoksun bir girişimdir. Stalin ve Mao'da, vahşi de olsa bir rasyonellik vardır. Yahudi soykırımı ise aklın yanından dahi geçemez. Eagleton'ın parmak bastığı bir diğer nokta ise günah keçinizi öldürürseniz geriye elinizde ne kalacağıdır? Evet, 6 milyon insanı öldürdünüz. Peki şimdi kimin peşine düşeceksiniz? Dediğim gibi, akıldan çok ama çok uzak. Her şey. Ötekini yok etmenin çirkin hazzı, kendinize yaşadığınız ispat etmenin en güçlü yollarından biridir denir. Ne acı.

Kitapta, kötücül romanlar başlığı altında incelenen eserler var, bazıları şöyle: Sineklerin Tanrısı (William Golding), Oliver Twist (Charles Dickens), Pincher Martin (Henry Fielding), Mirasçılar (William Golding), Üçüncü Polis (Flann O'Brien). Belki bakmak istersiniz bu kitaplara.

İletişim'den çıkan ve beğenmediğim bir kitap yok gibi. Ve bence vakit kaybetmeden bu kitabı alın okuyun. Gerçekten.

Kötülük aşağı yukarı beraberinde yukarıdakiler gibi soruları da beraberinde getiriyor. Kimi zaman kötülük ayrıntıda kayboluyor. Kimi zaman hiç kaybolmuyor. Kaybolsa ya.

Peki Tanrı neden başka türlü bir dünya yaratmadı?

8 Kasım 2011 Salı

Yarı ehlileşmiş.


“On beş yıl önce İngiltere'nin kuzeyinde on yaşında iki çocuk, bir bebeği işkence edip öldürdü. Halk dehşetle ayağa kalktı. Oysa bu cinayeti niye özellikle korkutucu buldukları tam açık değildi. Neticede çocuklar, kimi zaman oldukça vahşice davranmaları doğal karşılanan sadece yarı ehlileşmiş yaratıklardır. Eğer Freud haklıysa, çocuklar büyüklerinden çok daha zayıf birere süper egoya ve ahlak duygusuna sahiptirler. Bu yüzden asıl şaşırtıcı olan böyle korkunç olayların daha sık yaşanmamasıdır. Belki de çocuklar sürekli birbirlerini öldürüyorlar da bunu bize çaktırmıyorlardır.”

- Terry Eagleton, Kötülük Üzerine Bir Deneme.

7 Kasım 2011 Pazartesi

Kötülük.


"O zaman, kötülük fikrini anlamakta önemli olan bir noktaya ulaşıyoruz burada. Kötülüğün işe yarar hiçbir amacı yoktur ya da öyle görünür. Kötülük sapına kadar amaçsızdır. Amaç gibi yavan bir şey onun ölümcül saflığını lekeler. Bu yönden, eğer bir gün var olduğu ortaya çıkarsa, var olmak için hiçbir sebebi olmayan Tanrı'ya benzer. Tanrı'nın var olmak için yine tek sebebi, yine kendisidir. Evreni de, belli bir amaçla değil, eğlenmek için yaratmıştır. Görünürde bir amacı olsaydı, bölünmüş, kendine yabancı ve kendinden sapmış olurdu. Ama hiçliği böyle sıfatlarla oluşturmazsınız. Zaten bu yüzden kötülük zamanın içinde var olamaz. Zaman değişim demektir ama kötülük sonsuza değin, sıkıcı bir şekilde aynıdır. Cehennem azabının işte bu bağlamda sonsuza kadar sürdüğü söylenir."

- Terry Eagleton, Kötülük Üzerine Bir Deneme.

Anketler Geri Döndü!

(:

Sıradaki Yazar.

Terry Eagleton.

6 Kasım 2011 Pazar

5 Kasım 2011 Cumartesi

Sesimi duyan var mı?


Yazdıklarımı okuyan bir tanecik canlı var mı?
Sadece varım demeniz yeterli.
Teşekkürler.

(:

Amerika Dersleri - Italo Calvino.


“Söz, tıpkı uçurumun iki ucu arasında gerilmiş bir kurtuluş köprüsü gibi, görünür izle, görünmez şeyin, eksin olan şeyin, arzulanan ya da korkulan şeyin arasında bağlantı kurar.”


Italo Calvino, bana kalırsa, Türk okurunun çok sevdiği yazarlardan. Ben daha önce hiç bu yazarın kitaplarından birini okumamıştım. Açıkçası halen okuduğumu iddia edemem çünkü birazdan bahsedeceğim kitap bir denemeydi ve bana kalırsa bir yazarı gerçekten tanımanın en iyi yolu, deneme olmayan herhangi bir türde verdiği eserini okumaktan geçiyor.

Calvino okumak nereden aklıma geldi? Aldığım edebiyat dersinin ilk hafta okumalarında Calvino'nun siyaset ve edebiyat ile ilgili kaleme aldığı çok güzel bir yazı vardı. Sonra dedim ki, neden okumuyorum? Daha önce bahsettiğim gibi, okula tekrar başlamamla akademik havaya çoktan büründüm bile ve edebiyat teorisine dair kitaplar okumaya çalışıyorum sıklıkla. Bu nedenle de bir denemesini aldım Calvino'nun, Amerika Dersleri.

Kitabın temelinde yatan şey başlı başına mükemmel. Kitabın en başında da belirtildiği üzere, 6 Haziran 1984'te Calvino, Charles Eliot Norton Poetry Lectures'ı sunmak üzere Harvard Üniversitesi tarafından resmen davet edilmiş. 1985-1986 akademik yılı boyunca, altı konferanslık bir diziden oluşan konuşmaların baş kişisi olacaktır. Bu konuşma serileri zamanında T.S. Eliot, Igor Stravinsky, Jorge Luis Borges, Northrop Frye, Octavio Paz gibi ünlü isimlere önerilmiş. Calvino'ya teklifin gelmesiyle birlikte ilk kez bir İtalyan yazara da önerilmiş olmuş. Daha sonra kitap haline gelmesi planlanan bu konuşmalara Calvino “Six Memos for the Next Millenium” (Gelecek Bin Yıl İçin Altı Öneri) adını uygun görmüş. Acıklı olansa, şu an elimdeki kitapta sadece beş öneri var. Altıncı öneri daha anlatılamadan Calvino hayatını kaybetmiş.

Italo Calvino Küba doğumlu bir İtalyan. 1923 yılında doğmuş. Komünist Parti üyeliği yapmış. Kurmaca yazarlığı ile tanınıyor. Özellikle 1950'li yıllarda fantezi ve alegoriye yönelmiş. 1960 yılında yayınlanan Atalarımız adlı kitabıyla İtalyan Edebiyatının en önemli isimlerindne biri haline gelmiş. 1985 yılında, Siena'da geçirdiği beyin kanaması sonucu hayatını kaybetmiş.

Siena, belki de yeryüzünde ölmek için en güzel yerlerden biri.

Benim kitabım, daha doğrusu kütüphanenin kitabı Can Yayınları'ndan çıkmış. İlk baskısı 1994 yılında yapılmış. Çevirmen, Kemal Atakay. Calvino'nun Can Yayınları'ndan çıkan daha birçok kitabı var. Sanırım Yapı Kredi de yayımlıyor Calvino kitaplarını.

Gelelim kitaba. Gelecek Bin Yıl İçin Altı Öneri. Hafiflik, Hzılılık, Kesinlik, Görünürlük, Çokluk. Son ders yok. Kitaptan bahsetmeden önce çevirmenin önsözünden kısa bir parça okuyun istiyorum:

“Bence Amerika Dersleri'nin en ilginç yönlerinden biri, postmodern edebiyatın en önemli temsilcilerinden sayılan Calvino'nun da edebiyatı değerlendirmeden Hümanist söylemi benimsemesidir. Roland Barthes'ın belirttiği gibi, edebiyat dilin 'faşist' yapısını kırabilen, bozabilen, onunla oynayabilen tek alan, tek özgürlük alanı iken, edebiyat eleştirisi hep modernist kimliğe bürünmek zorunda kalıyor. Doğası gereği eleştiri, merkezsizliği merkezliliğe, düzensizliği düzene, rasyonel olmayanı rasyonel olana dönüştüren bir söylem.”

Calvino'nun bu altı öneriyi titizlikle seçtiği oldukça aşikar. Bu önerileri destekleyecek alıntılar ve anıların bir araya getirilmesi epey zamanını almıştır büyük olasılıkla. Konuşmaların girişinde de amacını şöyle özetliyor:

“Edebiyatın geleceğine olan güvenim, kendine özgü araçlarıyla ancak edebiyatın verebileceği şeyler olduğunu bilmemden kaynaklanıyor. O nedenle, bu konferansımı, edebiyatın öncelikle önemli bulduğum kimi değerlerine, niteliklerine ya da kendine özgü özelliklerine ayırmak, bu değerleri yeni bin yıl açısından değerlendirmek istiyorum.”

Amaç mükemmel. Anlatım, Calvino'nun dili de bir o kadar öyle. Ancak ben tam aradığımı bulamadım sanırım bu kitapta. Öncelikle yer yer çok sıkıldım. Bahsi geçen önerilerin neredeyse tamamının İtalyan Edebiyatından örneklerle okuyucuya/dinleyiciye açıklanıyor olması beni metinden biraz uzaklaştırdı. Evet, örneklenen metinden incelenecek olan kısıma yer veriliyor kitapta fakat ben kendimi çok rahat hissedemedim, çünkü İtalyan Edebiyatına gerçekten de çok uzağım. Tabi ki de, benim bildiğim eserler üzerinden örnekler verilmeliydi, o zaman çok severdim demeye çalışmıyorum. Açıkçası ben Calvino'nun kendi fikirlerini okumayı tercih ederdim. Bu kadar metinler üzerinden gidilmeseydi en azından benim için daha okunabilir olabilirdi.

Eğer bu tür denemeler ilginizi çekiyorsa, Calvino'nun kitaplarını okudunuz ve sevdinizse ve o yaratıcı dehanın neleri temel alarak şekillendiğini görmek istiyorsanız, okumanızı öneririm.

Six Memos for the Next Millenium.


1. Lightness

2. Quickness

3. Exactitude

4. Visibility

5. Multiplicity

6. Consistency


Italo Calvino, Amerika Dersleri.

Odun, ateş ve köz.


"Sözel anlatımdan sürekli olarak kaçan bir şeyi yakalamak üzere dile karşı girişilen savaşımın en anlamlı örneğini Leonardo da Vinci'de buluruz: Leonardo'nun not defterleri daha zengin, daha incelikli ve daha kesin bir anlatım arayışı içinde dille, ifade gücünden yoksun, çapraşık bir dille girişilen savaşımın olağanüstü bir belgesidir. Gerçek yapıt son biçiminden değil, bu biçime ulaşmak için girişilen çabalar dizisinden oluştuğu için, Francis Ponge bir düşüncenin değişik işlenişlerini birbiri ardı sıra yayımlıyordu; buna karşılık Leonardo için bir düşüncenin değişik işlenişleri, bir bilgi aracı olarak yazıda gösterdiği çabaların ve yazmayı tasarladığı bütün kitaplarda onu yayımlanacka bir metnin tamamlanmasından çok, araştırma sürecinin ilgilendirdiğinin bir kanıtıdır. Nesneler ya da hayvanlar üzerine yazdığı bir dizi kısa fablde olduğu gibi, Leonardo'nun temaları da zaman zaman Ponge'unkileri andırır.

Ateş hakkındaki öyküyü alalım, söz gelimi. Leonardo bize öykünün hızlı bir zötini verir: Kendisi "daha yüksek" bir öğe olduğu halde, tenceredeki su onun üzerinde durduğu için gücenen ateş alevini durmadan artırır, sonunda su kaynamaya başlar ve taşarak ateşi söndürür. Sonra Leonardo bu özeti üç bitişik sütuna yazıp, hepsi de yarım bırakılmış üç taslak halinde geliştirir; her defasında yeni ayrıntılar ekler öyküye, nasıl küçük bir kor parçasından odunun boşlukları arasında ilerleyen bir alevin yükseldiğini, çıtırdadığını, büyüdüğünü betimler. Ama çok geçmeden en basit öykde bile anlatılabilecek ayrıntıların sınırı olmadığını fark ederek yarım bırakır yazdıklarını. Mutfağın ocağında alev alan bir odun parçasının öyküsü bile kendi içinde büyüyüp sonsuz hale gelebilir."

Italo Calvino, Amerika Dersleri.

Bu tatilde.


Bol bol kitap okumak

Sabahları erken kalkıp paten kaymak

Kahve ve çaya biraz ara vermek

Sabahları televizyonda çizgi film izlemek

Kitap alışverişi yapmak

Hayaller kurmak

"O"nunla tatil planları yapmak

Soba önünde uyumak

Kış havasını solumak

Kestane, mandalina, güllü lokum yemek

Ananenin izlediği dizilerdeki son gelişmleri ondan dinlemek

Serin ama güneşli günlerde açık havada dolaşmak

Bloga sık sık yazmak

"O"na kurabiye yapmak

Var aklımda...

4 Kasım 2011 Cuma

Tüy.


"Antik Mısır uygarlığında kesinliği, ruhların tartıldığı terazinin kefesinde dara olarak kullanılan bir tüy simgeliyordu. Bu hafif tüyün adı, adalet tanrıçasının adıyla aynıydı: Maât. Maât'ı gösteren hiyeroglif, aynı zamanda bir uzunluk birimini (standart tuğlanın 33 santimetrelik uzunluğunu) ve flütün temel tonunu gösteriyordu."

Italo Calvino, Amerika Dersleri.

Sıradaki kitap.


Sevgi Soysal, Şafak.

3 Kasım 2011 Perşembe

Kara gözler.


"Mr.Bingley'in ablasına gösterdiği ilgiyi gözlemlemekle meşgul olan Elizabeth kendisinin de onun arkadaşının gözünde ilgi odağı haline gelmekte olduğundan şüphelenecek durumda değildi. Mr.Darcy ilk başta onun güzel olduğunu bile kabul etmemişti; baloda ona hayralık duymadan bakmıştı; bir dahaki karşılaşmalarında ise ona sadece eleştirmek için bakmıştı. Ama kızın yüzünde tek bir güzel taraf olmadığını kendisine ve arkadaşına söylemesiyle kara gözlerindeki harikulade ifadenin o yüzü olağandışı zeki kıldığını görmeye başlamasıyla neredeyse bir oldu. Bu keşfi aynı şekilde dikkat dolu başkaları takip etti. Eleştirel bir gözle bakınca biçiminde birden fazla simetri kusuru bulduysa da görüntüsünün aydınlık ve iç açıcı olduğunu kabul etmek zorunda kaldı; tavırlarının sosyete tavırları olmadığını tespit etmesine karşın o tavırların rahatlığına aklı takıldı. Elizabeth bunların farkında değildi; -Darcy onun için sadece kendini hiçbir yerde sevdiremeyen ve onu dans edecek kadar güzel bulmayan adamdı."

- Jane Austen, Gurur ve Önyargı.

Gurur ve Önyargı - Jane Austen


"Dünyaca kabul edilmiş bir gerçektir, hali vakti yerinde olan her bekar erkeğin mutlaka bir eşe ihtiyacı vardır."

Bu yazı da birazcık geç kaldı ama kusura bakmayacaksınız artık. Bazı zaman mutluluktan ağzımı toplayamamaktan, bazen de derslerden başımı kaldıramamaktan yazamıyorum kitap yazılarını.

Jane Austen benim için ilk defa tanışılacak yazarlardan biriydi. Önyargılı yaklaşmadım. Gurur yapmadım. Teori patlaması yaşayan dersler arasında böylesine “genç hanımlar için yazılmış bir kitap” okumak bana iyi gelecekti. Geldi de.

İngiliz romancı Jane Austen'ın (1771-1817), hayatı anlatılırken nereye bakarsam bakayım sade ve gözlerden uzak bir yaşamdan bahsedilmiş. Acaba gerçekten öyle miydi? Bunu bilme şansımız artık olmasa da bu kadının aklında olup bitenlerin pek sade, yalın olduğunu söylemek zor. Böylesine iyi bir gözlemcinin eminim ki o renkli hayat sahibi kadınlardan bin kat daha keyifli ve maceralı bir iç dünyası olmuştur. Gurur ve Önyargı, Austen'ın ikinci romanı. Benim aklıma Anna Karenina ile Gurur ve Önyargı hep aynı anda düşerler, neden bilmem. Fakat şundan eminim ki, bu iki romanı okumadan, romanın ne demek olduğunu bilmek biraz zor, hatta epey zordur. Jane Austen aslında kendi yaşadığı çevreden yola çıkarak gözrdüklerini anlatıyor. Başarısının sırlarından biri de bu sanırım.

Gurur ve Önyargı daha önceki baskılarında Aşk ve Gurur olarak çevrilmiş. Hatta Can Yayınları'nın basımı halen bu ismi taşıyor sanırım. Benim kitabım İş Bankası Yayınları'ndan, adı da Gurur ve Önyargı. Çeviren de Hamdi Koç.

Gelelim kitaba. Dediğim gibi, hayatın içinden gelen, kadınlarla ilgili bu kitap beni yormadı ve bu aralar aradığım şey de bu sanırım. Kadınlar hakkında yazılanları okumayı seviyorum. Eğer yazar da bir kadınsa, bildiğim kadarıyla onun hayatıyla aradaki bağları görmeyi de seviyorum. Ancak şunu söylemeliyim ki, hiçbir zaman bir Jane Austen hayranı olamayacak kadar acı gerçeklerden hoşlanıyorum sanırım. Pembe tüller, yakışıklı erkekler, kırlar, uçuşan etekler benim için biraz fazla şey. Şey...

Ben bu kitabın Elizabeth'ini sevdim. Çünkü ben espri yeteneğine sahip kadınları ve erkekleri seviyorum. Mizah duygusuna sahip olmak, gülebilmek, güldürebilmek hep akıl işi. Ve bunu Elizabeth gibi yapabilenlere bayılıyorum. Mr.Darcy ile olan ilişkisi bundan güzel belki de. Sıradan bir kadın değl. Şimdi söylecek diye tahmin ettiğiniz cümlelerin hiçbiri ağzından çıkmıyor. Sizi şaşırtıyor. Bence Jane Austen'ın da kişiliği aşağı yukarı Elizabeth'e benziyordu. Kim bilir belki onun da kendine ait bir Mr.Darcy'si vardı. Kim bilir...

Kitabın olay örgüsüne bakılacak olursa, dönemi içinde oldukça sık karşılaşılan bir şablon. Bunda olağanüstü bir durum yok yani. Balolar var. Sosyalleşebilme imkanları oldukça sınırlı. İyi eşler bulmalı güzel kızlar. Anneler bu konuda çok titiz. Bir de dönemin miras işleri de kadınların yanında değil. Kızlar mirastan kesinlikle pay alamıyorlar. Bu nedenle yakışıklı, zengin ve kibar erkekler ile evlenmeliler, bekar kalmayı seçerlerse de bir nevi sığıntı olarak abilerinin evlerinde yaşamak zorundalar. Yani tüm o ahenkli toz pembe tabloların altında oldukça büyük sıkıntılar da yatıyor.

Ben biraz da anneden bahsetmek istiyorum. Beş tane kızı var. Kendi sinirleri de pek sağlam değil. Maddi sorunlar içindeler. Bilmiyorum, ben çok acıdım bu kadına. Gerçekten. Görgüsüz ve bayağı oluşu ve bu tavrının insanları çekinmeden dile getirebilecek kadar sinir etmesi. Bir de Austen karakter yapılandırması konusunda oldukça iyi. Karakterler siyah ya da beyaz değil. En sevmediğiniz karakter yeri geliyor öyle bir şey söylüyor ki, hak veremeden yapamıyorsunuz. E zaten gerçek hayatta da böyle değil midir? Bazı insanları severiz, tek sözleri bizi onlardan uzaklaştırır,; bazılarını sevmeyiz bir şey derler fikirlerimizi değiştirirler.

Kadınlara gelecek olursak, bana kalırsa romanın geçtiği zaman diliminde kadınların akıl sağlıklarının yerinde olmasını beklemek biraz saçma. Çünkü çok fazla baskı var üstlerinde. Çok kısıtlı görüşmeler sonrasında evlenecekleri adamları seçiyorlar, çoğu zaman da sevmedikleri adamlar ile bir ömür gerçirmek zorunda kalıyorlar. Bizler epey şanslıyız sanırım. Bir de sanki her şey tiyatro sahnesindeymişçesine yaşanıyor. Saçlar hep düzgün ve yapılı, elbiseler hep güzle ve yeni. Ben kendime bakıyorum da, ne zaman çok düzgün görünmem gereken bir etkinliğe katılsam o kadar fazla geriliyorum ki kendimden tamamen farklı bir insan olup çıkıyorum. Bir de sanki bu kitapta gözler hep kadınların üzerinde. Hep izleniyormuş hissi ile yaşamak zor olsa gerek. Çünkü eğer bekarsanız olasıklardan birisiniz. Bir birey, bir kadın değil de bir olasılık. Bu çok fena bence.

Deniz Hoca bize şeyden bahsetti, hani başta bir alıntı var, her erkeğin bir eşe ihtiyaç duyduğuna dair, işte o çok ironik aslında. Bence de haklı. Şöyle ironik. Aslında her erkeğin bir eşe ihtiyacı olduğunu söylemeye çalışmıyor Austen, her varlıklı erkeğin damat adayı olduğundan bahsediyor. Tamam kadınların hayatı zor bu dönemde, hayatlarını yapacakları evlilikler belirliyor ama erkeklerin yaşadıklarının da bundan kalır yanı yok bence. Zengin olmalılar, kültürlü olmalılar, yakışıklı olmalılar vs. Yoksa herhangi bir erkek olmaktan kaçışları yok. Aynen kadınların da başka kaçışları olmadığı gibi.

Bence vakit bulursanız, bu kitabı okuyun. Seversiniz, sevmezsiniz size kalmış. Denemeye kesinlikle değer. Hele ki aşka tekrar inanmayı her şeyden çok istiyorsanız.

Konuşma esnasında ve sonrasında, tüm bunları bana düşündürten Deniz Tarba Ceylan'a teşekkür ederim.