10 Kasım 2011 Perşembe

Biraz daha Frankenstein.


Geçen haftalarda Frankenstein üzerine bir şeyler yazmıştım ama pek de içime sinmemişti. Sanki bir şeyler eksik kalmış gibiydi. Bunun üzerine elime Roman Kahramanları adlı üç aylık edebiyat dergisinin Nisan/Haziran 2011 sayısı geçince pek sevindim. Bu sayıda Yankı Enki, Yeliz Kızılarslan, Yıldız Aybars eser üzerine yazıları yer alıyor. Okuması da pek keyifliydi. Keşke daha önce dikkat etseymişim. Okumuşum ve unutmuşum.

Şimdi Frankenstein ile ilgili eksik kaldığına inandığım detayların üstünden geçmek istiyorum, Enki, Kızılarslan ve Aybars'ın yardımıyla elbette.

* Mary Shelley'nin en bilinen romanı Frankenstein olsa da, Lodore, Falkner, Perkin Warbeck ve dünyanın yok oluşunun konu edildiği The Last Man de vardır ama pek bilinmezler. Okurla nedense hep Frankenstein ile yetinmek isterler.

* Frankenstein ilk bilimkurgu roman örneğidir. Diğer bir deyişle, Enki'nin deyimiyle Bilimkurgu edebiyatı Frankenstein ile başlar. Bir ilk olması kulağa çok iddialı gelmiyor mu? Fakat sadece bir bilim kurgu değil aynı zamanda gotik roman sınıfına da girer.

* Birazcık da gotik ve bilimkurgu arasındaki farktan bahsedelim. En basit ve temel ayrım, bilimkurgunun temelinde merak, gotiğin temelinde ise korkunun yatıyor olmasıdır. Ortak noktaları ise ölüm ve ölümsüzlüğe takılı kalmış olmaları. Daha detaylı bir şekilde anlamak isterseniz, Enki'nin yazdığına bir göz atmanızı öneririm.

* Gotik roman demişken, ben de bu yazı sonrasında öğrendim ki, Jane Austen'ın en az bilinen romanı 1818 yılında basılmış Northanger Manastırı adlı gotik bir parodiymiş.

* Frankenstein'ın sıkıcı geçen bir yaz günü arkadaşlar ile otururken ortaya çıktığını daha doğrusu Shelley'nin bu arkadaş ortamında beliren en korkunç öyküyü yazma fikri aklında yattığı uykusunda gördüğü bir rüyadan esinelenerek yazdığından bahsetmiştim. Bu arkadaş grubunda Lord Byron da vardır, Shelley'in yakın dostlarından biridir. Hata Shelley'nin üvey kız kardeşinin Lord Byron'dan olan fakat daha sonra ölen bir çocuğu bile vardır.

* Frankenstein, Hollywood'un da yardımıyla çoğu insan tarafından yaratığın/canavarın ismi olarak bilinmekte ancak elbette öyle değil. Frankenstein daha doğrusu Doktor Frankenstein ki kendisi azılı bir pozitivisttir aynı zamanda, canavarın yaratıcısıdır. Shelley'nin romanına Frankenstein adını vermesi oldukça manidar. Yaratıcı ve yaratılanın, yaratıcı ve canavarın birbirine karışması... Canavar kim bu durumda?

* Enki'nin özellikle üzerinde durduğu noktalardan biri Shelley'nin böylesine bir romanı sadece 18 yaşındayken kaleme almasıdır. Bence de inanılmaz! Kesinlikle.

* Shelley'nin hayatına geri dönecek olursak, hayatı boyunca yaşam-ölüm ikiliği onu çok yormuş, zorlamış. Doğa ya da diğer bir deyişle kadere (Tanrı'ya) söz geçirememiş olmak büyük olasılıkla kafasını en çok kurcalayan şeylerden biri olmuş. Shelley'nin hikayesi aslında gerçekten çok acıklı ve her şey annesini daha bebekken kaybetmesi ile başlıyor. Daha sonra ilk üç çocuğunu çeşitli sebeplerle kaybetmesi izliyor bunu. İntiharlar da eksik olmuyor yaşamından. Çok sevdiği kız kardeşi intihar ediyor. Eşi şair Shelley'nin ilk eşi de kendi canına kıyıyor. Ölüm, bu kadın yazarın ne hayatından ne de aklından eksik olmamış görüldüğü üzere.

* Kızılarslan ise Shelley'in çocukluğundan beri annesinin ölümü sebebiyle duyduğu vicdan azabını hafifletmek için Frankenstein'ı yazdığından bahseder ve ekler “... kaybın hüzün diyarından edebiyatın dönüştürücü alanına geçirir.”

* Freud ve Lacan'ın fikirleri ve kuramları üzerinden giderek Kızılarslan bir de şunun altını çizer, kız çocukları Oedipal süreçte annesi ile özdeşim kurmak zorundadır. Bildiğimiz gibi Shelley'nin annesi o büyürken hiç yanında olamamıştır. Bu da elbette sorunlu bir duruma meyleder ve anne Mary'nin zihninde canavar ile özdeşleşir. Buna dair izlere Frankenstein boyunca sıklıkla rastlanır. Hatta Shelley'nin annesi Mary Wollstonecraft'ın Feminist İnsan Hakları Bildirgesi ile bağ kurduğu düşünülüyor yazdıkları üzerinden, kurguladığı karakterler üzerinden. Ben okurken hiç böyle düşünmemiştim. Şimdi bunu öğrendikten sonra bir kez daha okumak eminim çok farklı olacaktır.

* Aybars'ın dedikleri ise farklı olanın çirkin olması, çirkin olanın da öteki olması üzerinde yoğunlaşıyor. Bir de elbette aartık klasikleşmiş bir soru olan, canavarın gerçekte kim olduğuyla.


Sizce de çok ilginç değil mi?

1 yorum:

  1. Evet gerçekten çok ilginç, doğrusu gotik roman ile bilimkurgu arasında bir benzerlik olduğunu daha önce hiç düşünmemiştim, gotik roman diyebileceğim romanlar arasında Rebeka veya Uğultulu Tepeler'i sayabilirim, fazla örnek de yok zaten sanıyorum, benim çok sevdiğim bir tür. Northanger Manastırı'nın da bu türe dahil olduğunu bilmiyordum, şaşırdım doğrusu, okuyacaklarımın arasındaydı zaten ama bunu öğrendikten sonra okuma isteğim arttı:)

    YanıtlaSil