Uzun süredir hep bir şeyler yetiştirmeye çalışıyoruz, onu
yapmadığımız zamanlarda da yapılacak işler listeleri oluşturuyoruz aklımızda
erkek arkadaşımla. Neyse ki, bu işler arasında en önemli ve hacim olarak en çok
yer kaplayan “tez yazma” işi geçen hafta bitti, bittiği gibi de normal hayata tekrardan dahil
olmaya çalıştık. Hani sonunun geleceği bir diyet sonrası günlerin açlığıyla
yemeklere saldırırsınız ve mideniz patlayacak gibi olur ya, bizim durumuz da buna epey benzerdi, özellikle
Cumartesi günü. Güne film izleyerek başladık, büyük bir iştahla önce Oyuncak
Hikayesi serisinin ilk filmini sonra da Komşum Totoro’yu izledik. Karnımız
acıktı, dışarı çıktık, bir şeyler yedik, Üsküdar dolmuşuna bindik, Üsküdar’dan
Beşiktaş’a geçtik. Ortaköy’e doğru yürümeye başladık. Her zamanki yol bilmezliğimle Bebek’in Ortaköy’den hemen sonra geldiğini iddia ettim ve erkek
arkadaşım da belki dalgınlığından belki de benim inancımı sorgulamamak adına
sorgusuz itaat etti, başladık yürümeye. Bir süre sonra anladık ki Bebek epey uzakmış.
Zaten neden Bebek’e gitmek istedik onu bile bilmiyorum. Sonra gerisingeri
Kadıköy’e geri döndük. Alışık olduğumuz sokaklarda kahve içtik, tatlı
yedik. Tüm bu hikaye, birazdan anlatacağım filmin girişi niteliğindeydi.
Erkek arkadaşım (bininci erkek arkadaşım deyişim sanırım)
daha önce hiç Pixar filmi izlememişti, ki bu başlı başına büyük bir kayıptı ve
bir yerden başlaması gerekiyordu. İşte o başlangıç için Oyuncak Hikayesi
serisinin ilk filmini seçtik ve işte o anda yaşlanmanın ne demek olduğunu
anladım. Film 1995 yapımı! Nedense ben 2000’lerin başı gibi hatırlıyorum. Yıllar gerçekten çok çabuk geçiyor. Gelelim benim seri ile olan macerama. Ben ilk çıktığında izlememiştim, zaten 5
yaşında izlesem tahminen pek de bir şey anlamazdım. 7 yaşına kadarki tüm sinema
denemelerim ağlayarak salondan kaçmamla sonuçlanmıştı, en travmatik
deneyimim ise Alaaddin’in Sihirli Lambası’nın dev ciniyle olmuştu. Ancak hikayeyi az çok biliyordum, çünkü en yakın arkadaşlarımdan biri serinin çok sıkı bir fanatiğiydi, şimdi 23 yaşında, hala da öyle. Bugün lafı
çok uzatıyorum galiba.
Oyuncakların canlanma ihtimali hem kült korku filmlerine malzeme oldu hem de bu unutulmaz seriye. Ben canlanışın eğlenceli kısmını daha çok sevdim sanırım. Dediğim gibi, film 1995 yapımı, Pixar Animasyon Stüdyoları'nda hazırlanmış, yazan ve yöneten ise ünlü yapımcı John
Lasseter. Pixar'ın ilk filmi olması onu zaten baştan farklı bir yere koyuyor animasyon severlerin kalbinde. Hikaye oyuncakların da aslında “canlı” yaratıklar olduğuna dair,
sadece bunu insanlar göremiyor, çok sevdikleri oyun arkadaşları Andy bile.
Çeşit çeşit oyuncak var ve daha güzeli, hepsinin birer karakteri var: biraz
aksi patates adam, alımlı çoban kız, türlü psikolojik rahatsızlıktan muzdarip
dinozor benim aklımda kalanlar ve aynı zamanda en sevdiklerim. Yer yer zıtlaşmalar çıksa da uyum ve huzurun
hüküm sürdüğü oyuncaklar için Andy’nin hediye aldığı günler (doğum günü, yılbaşı) her zaman için büyük
bir heyecan sebebi, şüphesiz yeni gelen oyuncaklar her zaman merak uyandırıyor. Son
doğum gününde ise Andy'e dönemin popüler oyuncağı Buzz Lightyear armağan ediliyor ve Andy’nin o güne kadarki gözde oyuncağı olan Woody ile olan maceraları
başlıyor. Yer yer, özellikle sonlara doğru, macera filmlerini aratmayacak nefes kesilmeleri yaşadık biz. Şahane bir bitişi olduğunu söyleyebilirim.
Ben küçükken çok oyuncak seven bir çocuk değildim. Severdim
de pek oynayamazdım, tek çocuk olmanın trajidelerinden biri de bu. Film bence
çocukların oyuncaklarına olan bağlılıklarını görmek için de iyi bir fırsat,
hayal gücünün oyuncaklardan nasıl beslendiğini görmek için de. Bu nedenle yaş ayrımı yapmadan herkese öneririm ben bu filmi, çok keyifli bir 80 dakika geçireceğinizden şüphem yok. Filmin IMDb puanı 8.3/10, ben 8 verdim. Biz çok sevdik,
kimseye söylemeyin ama erkek arkadaşımın yer yer gözleri bile doldu. Ama daha çok güldük, bol bol. Şimdi
sırada diğer Pixar filmleri var, ama önce Oyuncak Hikayesi serisinin geri
kalan filmleri izlenecek.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder